30 Aralık 2010 Perşembe

checklist

2010



2010 sözüm sana: Ananı da al git, diğerleri gibi!

muhabbet bağı

sen nereden bileceksinki serzenişinin açık yüreklilikle yapılabilecegi bir geceydi. hep derim, aradan yıllar geçse de aynı sıcaklığı koruyabildigim insanlar önemlidir. gerçekten dosttur. ne konuşacağız diye düşünmeyiz içimizden. muhabbet nba diye başlar, yerel basketbola döner, aileyle devam eder, liseyle tavan yapar, parasızlıkla dibe vurur. tam da bizim hayatlarımız gibi. zigzag dolu bir grafik, ne zaman zirveye ulaşacağı ne zaman sıfırın altına inecegi belli olmayan bir ruh hali ve onun alemi.

kimi zaman atılgan, kimi zaman titrek. kimse bilmiyor nereden gelip, nereye gittiğimizi. bir tek "biz biliyoruz" da demiyoruz. yoruma açık bir pozisyon bu. dokuz kusurlu hareketin tamamı aynı karede. dokuz canımız olduğu için birbirini nötrlüyor herşey. yok oluyoruz. aslında hiç oluyor hepsi. hayat matematiktir.


hakkı sende kalsın
sessizim, bu ses senin
öldürdün beni sezar
yaşatmadın, nefes almadım

27 Aralık 2010 Pazartesi

nothing (sweet about me)


2011'e girerken;
faith in Nothing,
hope for Nothing,
work at Nothing,
for Nothing.

athena




Bu da olmasa önümüzdeki bir aya dair beni heyecanlandıran başka birşey yok. Akustik olduğuna göre hazırla beni de çalar. Bu konserde yalan ve an da ayrı olur.

athena @Babylon 14.01

ekmek'siz

Kendisi, şahsına münhasır kelimesinin sözcük anlamı olabilir. Altında yatan hikayeleri anlatmaya baslasam saatlerce yazmam gerekir. Ama bu hikaye herseye noktayı koyuyor.

Üniversite yıllarında çoğu istanbul göçmenine istanbul 101 dersleri veren Mecidiyeköy'de altı sene geçirdi koca adam. Derslerle arası çok iyi olmadığından ve nevi şahsına münhasırlığından kimi zaman siparişleriyle bakkalları şaşırttı, kimi zaman zincirlikuyu mezarlığına bakan evinde çaldığı şarkılarla huzur içinde yatan ölüleri diriltti, kimi zaman da profilo tansaş'ın pale kasiyerlerine şaşırtan fiş dökümleriyle karşılaşmalarını sağladı.

Ama hiçbirisi o meşhur cumartesi gecesinde hizmet için degil, zorunluluktan 24 saat açık olan burger turk denen o çakma, iğrenç, ne idüğü belirsiz restoranda çalışan garsonlara verdigi demeç kadar şaşırtıcı degildi. Merkezüssü Mecidiyeköy olan sarsıntı Gülbağ, Şişli ve Esentepe'den de hissedildi.

- "Cheeseburger istiyorum ama ekmeksiz"

Alkolün de etkisiyle siparişin son hecesiyle birlikte şaşkınlığımızın yerini kahkahalar aldı. Sakinleşip de neden diye sorduğumuzda kendinden emin ve haklılığını asla sorgulamayacağımız şekilde:
- "Ne var amk, hem ekmeği bayat hem de o kadar aç değilim. Ekmekle karnımı doyurmak istemiyorum" dedi.
Bu açıklama her ne kadar dışarıdan bakıldığında mantıklı olsa da o an hiç birşey elimizdeki kozu eritemezdi. Sonuçta bu adam küçüğüm'ü dinlerken kırmızı tuborg'un içerisine kolonya dökmeyi de denemiş bir lezzet gurusu.

Sene 2010.
Tünel'deki Dükkan burger denen para tuzağına kaptırmışım kendimi. Her zamankinden yemeyip, menüyü inceleyeyim diyorum. Yeşil burger diye bir deli saçması takılıyor gözüme. İçindekileri okuyorum. Yıkılıyorum. Hem gülmekten hem de yıllar karşısında yenilişimden.

Adam haklı beyler !!!

Muamhuamhauma
Büyüksün Medreruno.


15 Aralık 2010 Çarşamba

Ölümsüz'dü Fantom

Servisteyim. Saat 6’ya yaklaşıyor.
Günlerdir içinde olduğum ruhsal travmadan bahsetmeyecegim. Zaten boyle birşey için serviste bilgisayarı da açmam. Derdim başka...
Normal kafa yapımdayken herşeyi sorgulayan, gerçekliğin ardındaki mutsuzluğa kanat çırpan beynim bu aralar anormal bir kafa yapısında olmasından ötürü daha beter sorguluyor. Sene sonu envanter hesabı yapıyorum. kayıp>kazanç.

Mesaj, servis hareket edip de inceden hızlanmaya başladığında geldi. Aziz Peder yazıyordu. Sabah mesaj atmıştı, sitem dolu. Sinirlenmiştim. Normal frekansta konuşmalarımızın üç günde bir oldugunu düşünürsek, elli sekiz yaşında bir adamdan aynı gün içerisinde ikinci kez mesaj almak beni şaşırtmıştı. Oglenki konuşmamıza istinaden duygusallaştı herhalde dedim. Mesajı açtım. “Fantomu kaybettik başımız saolsun”.

Fantom’u kaybetmek.
Ölümsüz Fantom. Babamın en yakın arkadaşı; “Bu pezevenklerin hepsi yalan, bir tek o gerçek.” dediği adam. Çocukluktaki arkadaşı, gençliğinde damarında zaptedemediği kanı, tribündeki yegane duvarı, olgun olunmaya çalışılan dönemlerdeki sırdaşı. Yaşlılıkta geriye dönüp, geçmişi ince de olsa bir tebessümle anabildigi tek dostu. Kimi zaman herşeyi. Alsancak çukurunda ayakta kalmayı başarabilmiş yegane insan. Hayatı her daim yaşamayı bilmiş, hala şahsına münhasır o gür kahkahasını eksik etmeyen, hayattan çalmayı kendine iş edinmiş modern zaman Robin Hood’u. Yaşamı boyunca şeytana sadece pabucunu ters giydirmemiş, şeytana kendisinin tanrı olduğuna inandırmış adam. Fantom lakabını ölümsüzlüğünden ötürü hak eden ve dolayısıyla sevmeyeni, düşmanı da çok olan adam.

Benim için yeri apayrıdır. İlk sigarayı beraber içmiştik. “Bunlar cankuş olmuş lan” demişti hakkı abi’ye, babamla beni gösterip. “Altay yırtar, Genç Altay parçalar”ı dillere pelesenk eden adam. Arada sırada canım sıkıldığında arayıp hatrını sorup, beş dakikadan ibaret konuşmamızda keyfimi yerine getirirken, her daim dogru mesajı verebilen adam. 4 Şubat 2009’da Altay logolu pastamın fotografını çekip, MMS olarak sadece ona gönderebilecek kadar çok sevdigim adam. Babamın Fantom’u... Benim Pika’m, Peja’m...

Şimdi öldü o adam.
O korkulan “ölüm” kelimesi ancak bir insana bu kadar yakışabilir. Vefat etti ya da kaybettik kelimelerini kullanmak onun elli yedi boyunca hüküm sürdüğü bu topraklarda karşılaştığı her canlıya ihanet demektir. Fantom’a yakışmaz. O gözlerin içerisindeki yaşama hırsına tanıklık etseydiniz bunu anlardınız. Ölüm kelimesinin o soğuk, korku dolu, buğulu, gizli, insanı top böcegi gibi içine çeken havası, onun adının önüne ya da arkasına eklendiğinde aciz kalıyor. Fantom'un kudreti ölümün gerçekliğini de kaybettiriyor. Kaybettik ya da vefat etti gibi kelimeler az gelir. Yetmez. Sanki iki gün sonra geri gelecekmiş hissi yaratır çünkü bilirsinki o ölemez. Ama öyle değil. Gitti işte. Siktirdi gitti bu dünyadan. İki kez yeniledigi damarları bile ayak uyduramadı ona. Onlar da yenik düştü, bu dünyada herkesin ona karşı yenik düştüğü gibi. Ölümsüz Fantom, kendi ölümünü de kendi çağırdı.

Şimdi ben hala servisteyim.
Daha köprüye bile ulaşamadık. Kulağımda kulaklık laptop’a gömülmüş bunları yazıyorum. Neresinden baksan serviste onbes kişiyiz. Bunların hepsi evlerine gidip, yemeklerini yiyip, dizilerini izleyip, yarın tekrar ofislerine gelecekler. Ben de öyle. Ve sorun da burada başlıyor zaten.

Ama sistemin karşısında durursan... dünyayı değiştiremesen de dünyanın seni değiştirmesine izin vermezsen, ölümsüzce yaşarsan... Bugün onbes kişilik bir toplulukta tek kişi seni düşünür ama kalbiyle hissederek düşünür. Bu servisteki onbes kişinin aynı anda sevebilecegi tipte de insan olunabilir. Sıradan, sessiz, etliye sütlüye karışmayan ama gün gelir hatırlamazlar bile adını. Bu serviste benim dışımda kalan ondört kişinin adını bilmedigim gibi.

Fiko, Oflu, Turgut, Fero gibi niceleri geldi geçti. Bende izler bıraktı. Aslında sadece bende değl hayatın kendisinde izler bıraktı bu insanlar. Süper kahraman değillerdi, dünyanın en iyi insanları ya da en başarılı insanları da değillerdi ama hepsi kendi yolundaydı. Kendi yolları vardı bu adamların. Bundan sonra Kaptan, Neco ve digerleri de gidecek. Onlar da kendi yollarında, kendi yordamlarınca gececekler bu gösteriden.

Ne olursa olsun geride hep birileri kalacak. Ben gitsem de geride birileri kalacak. Kalan sağlar bizim olsa da, o yerler asla dolmayacak ve aynı yollardan kimse geçemeyecek. Kalbe giden o apayrı yollardan.



Soldan Sağa: Fantom, Pepe Hakkı, Kaptan, Hiç..

28 Kasım 2010 Pazar

Doktor



Telefonun diğer tarafından gelen ses hala kulagımda. Yorgun ama hevesli. Nasılsın diyor sadece. İyi degilim demeyip, tonlamamla hissettirmeye çalışıyorum. Hiç bir zaman iyi değilim diyemedim zaten ama gerçekten iyi değilim. Yoruldum, sırtım ağrıyor.

Bu trene binip de yola çıkarken her vagonda farklı umutlar vardı. Umut yüklü vagonlar. Saf hayaller. Kendi kendimin doktoru olmaya çalışıyorum. Hem hasta hem doktor benim. Sorguluyorum ve susuyorum. Ağzım da kuru. "Deymesin yağlı boya" kıvamında günler geçiriyorum. Deydiğim her yerde yabani otlar bitiyor. Büyüyorlar. Sarıyorlar beni. Zehirli sarmaşıklar. Zehir de benim panzehir de.

Soruyorum, "bu tren nereye gidiyordu" diye kendime. Cevap yok. Soruların hiç birinin cevabı yok. Yoruyor artık. Sırtımdaki ağrı tüm omurgamı sarıyor. Doktora gitmem gerekiyor. Doktor kim?
Buna da cevap yok.
Doktor, bu ne amk!!!

Bir bardak daha çay koyuyorum kendime. Hayallerimde hep dumanı tüten çaydanlığın cama vurdu buğu var. Çocukken o cama "ogan" yazardım. G'ler kesişecek şekilde dikey bir "turgay" yazardım; N'ler kesişecek şekilde de bir "nilgün". Amacım aslında üç kelimeyi tek bir kelimede kesiştirmekti ama olmadı. Hiçbir zaman beceremedim o üç kelimeyi kesiştirmeyi. Zaten adın yerine geçen o üç beden de hiçbir zaman kesişemedi.

Oluyor böyle kimi zaman. Erken atlattığım düzen kurma kaygısı, yerini trenin rotasına bırakmış durumda. O yaş, bu yaş sanırım. Bindik bu trene tamam da nereye gidiyoruz arkadaşım? Madem iki durak arası bu kadar uzaktı, insan söyler tedarikli binerdik. Tünelin ucu diyordunuz hani, Seikan mı burası?

Şimdi bir çay daha koyuyorum kendime. Mutfagımda cam olmadığını fark ediyorum. Çocukluğumdaki en büyük oyunumu oynayabilecek ekipmanım yok elimde. Kendi tuttuğum evde hem de. Kapısından girdiğim an, köşe bucak dolaşmadan "tutuyorum" dediğim evin mutfagında cam yok. Ben varım, hala varım.

- Ogan Bey
- Benim
- Doktor Bey sizi bekliyor
- Vay doktor, sonunda karşılaştık. Geldik mi?

7 Kasım 2010 Pazar

NAAAAH !!!



Yaşasın Dillerin Kardeşliliği !!!

19 Ekim 2010 Salı

Güruh


Cam bir fanusun içinde gibiyim. Otuz kadar kişiyiz fanusun içerisinde yaşam mücadelesi veren. En güzelinden yemeğimiz veriliyor, içkiler ayağımıza geliyor, bir parmak şıklatmak yeterli. Rica, minnet yok. Teşekkür etmek ise asalet simgesi olarak yasaklanmış bir sözcük.

Önceki günden kalan bir saatlik session; türkçe anlamları yerine daha bir güzel gözüktüğü için ingilizce karşılıklarıyla replace edilirken, benim için sessiz kalışlarla akıyor ve içinde bulunduğum tek tipleştirme seansının ne kadar ağır olduğunu fark ediyorum. Asla sorgulanamayacak, hayır denemeyecek bir tanrı. İbadet olarak kurban kesmek yerine her gün yüz yüze baktığın insanların ayağını kaydırmak var. Arkadan konuşmak ve bildiğini susmak ise namaz kılmak ve zekat vermek yerine geçiyor bu imanın şartlarında. Günde beş kişinin arkasından konuşmak. Sabah, öğle, ikindi, çıkış, yatmadan önce... Ayakta kalan kazanır. Gerçek dünyadan ne kadar kopabilirsen, kendini ne kadar satabilirsen bu cam fanus içerisinde o kadar uzun yaşarsın. Perdeler kapandığında ise ibadete devam etmek zorundasın. Asla durmak yok. Hep daha ileriye. Yaşamak için. Güruhun içerisinde yabancı kalmamak için. Herkese özenle biçilmiş, belirli zamanlarda tamamlanması gereken, belirsiz roller. Sonunda alkış yok, yasaklanmış teşekkür de. Kuru bir tebessüm. Sen çıkınca geride kalanların ibadetlerine devam etmesi için gürültüsüz olmalı. Belki de en gerçeği o an.

28 Eylül 2010 Salı

Once Brothers



Ben sırpların o pisliğini çok severim. kavgacı, küstah tavırlarını. Partizan'lıyımdır. Petrovic'i izlerken bu yaşlarda olmak isterdim...

15 ekim'de film torrent'e düşer. ben de Drobnjak ile bir şişe southern comfort eşliğinde bu filmi izler, ağlarım.

Vlade Divac's Personal Statement

As a young basketball player growing up in Yugoslavia, it didn't take long to realize that I had a chance to be part of something special. I was 18 when I signed my first pro contract and was called upon to play for my national team.

By the late 1980’s, a new generation of Yugoslavian talent had come together, and eventually we’d all make it to the NBA – myself, Toni Kukoc, Dino Radja and the great Drazen Petrovic. Together we won the silver medal at the 1988 Olympics, followed by first-place finishes at the European and World Championships…it seemed no one could stop us.

Besides forming a great combination on the court, Drazen and I also shared a strong friendship. We thought we’d play forever, but powerful forces beyond our control - political and personal - kept us from realizing some of our dreams. This is my journey to understand an enduring sense of loss - of my team, our shared future and the people I once considered my brothers.

27 Eylül 2010 Pazartesi

artik yetmedi mi bu yalanlar

onur koc. benim cok yakın arkadasim. dun gece istanbulda oturmus muhabbet ederken onceligimiz olan altay'dan bahsettik. ikimiz de altay'a aşıktık. herseyi bir kenara koyup , her hafta iki saat boyunca ya tribunde ya telefonda ya da internet basinda gelecek guzel haberleri takip ettik. o benden daha gözü karaydı, benim gidemedigim deplasmanlara gitti. dun aynı yerdeydik. hayat tum tercihlerimize ragmen bizi ayni yerde bulusturmustu. mutluyduk hala yillar oncesi oldugu gibi.

yarinki mac nolur dedim. ligde kalsak iyi dedi, maglubuz her turlu diye ekledi. benim icimde bir umut belli olmaz dedim. acikcasi hala beni aldatan sevgilimin yaptiklarimdan habersizdim gözü kara asik oldugum icin.

hersey belliydi aslinda.
yillardir playoff'un ucundan donen bu taraftarin artik hicbir basarisizliga tahammulu kalmamisti ve hicbir gucsuzlugun arkasinda durup sahadaki onbir adami gaza getirecek heyecani yoktu. olimpiyat stadindaki yetmisinci dakikada onumdeki insanlarin yaslandigini gormustum ben. hala aklimda.

taraftari birakayim bir kenara, icimden gelenleri soyleyeyim artik. mayis ayinin yorgunlugunu atlatip bu takim ne olacak acaba karamsarligiyla yerel medyadaki haberlere bakarken taspinar yonetimini gorunce umut dolmustum ama icinde bulundugumuz maddi cikmazi da biliyordum. onlarca transferi gorunce icimi umut kapladi. takimin basinda ertemcoz'u gorunce ise anladim stratejiyi. onlarca orta sinif futbolcu ve baslarinda ancak takimi ligde tutabilecek bir antrenor. zamaninda dokuz kisi kalan ankarasporu yenemeyen altay'ın basindaki o hoca. hem burada, hem tribunde herkesin yillarca takimin basina gecmesini istedigi adam. gercek bir altay'li. ne kadar buyuk hayaller. ne kadar bos. hayat bir matematik. esitligin diger tarafina bakmali cozum bulmak icin. ertemcoz bugune kadar ne yapmis?

kalede kaptanlik verilen cenk. yakin gecmise donelim. sakaryaya kaybettigimiz finalden once mardin macini satti diye cenki kadro disi birakmisti bu camia. ama aradan gecen dort yil herseyi unutturmustu. cenke altay camiasinin kapisi acilmisti ve koluna pazu bandi bile gecirilmisti. hepimiz yedik bu yalani. herkes sineye cekti. yok mu soran neydi degisen diye. ben soruyorum bir camia tukurdugunu bu kadar yalayamaz. nerede divan kurulumun saygi deger uyeleri. altay'imi buyuk yapan kriterler nerede.

deliorman, akcagun, mehmet sen, samsun macinda kurtarici olarak giren got gobek baglamis burhanettin... bunlar mi klubu kurtaracak adamlar. yoksa tatil icin turkiyeye gelip imza atan agabey kontenjanindan futbolcu olan mandanda mi...

birisi lutfen cikip bu sene belki ligde kaliriz. seneye de allah kerim desin. kimse kendini kandirmasin. yalandan bir karsiyaka galibiyeti bile denizliye pazar aksami bin kisi goturebiliyor. artik kimse kimseyi kandirmasin. diyarbakirda genc bir altay'li tek basina trt'ye cikti diye mutlu olmayalim. o diyarbarkir'in zamaninda bize yaptiklarini kim televizyona tasidi da biz simdi kalkmis atki alip veren onbes yasinda bir cocuga o atkiyi aldi diye tesekkur ediyoruz.

ne yazikki kimse cikip yine "bu sene hedefimiz ligde kalmak" diyemeyecek. tribunlerinin ellinci dakikada oley cekmeye basladigi, bes bes bes diye bagirdigi bir mactan sonra sanssizdik diyecek yetkililer. biz de inanacagiz. ama artik ben hicbir seye inanmiyorum. haftalar gectikce tepkiler artacak, ertemcoz birakacak belki, belki taspinar da birakacak. sonra parasutsuz cakilacagiz. herkesin dost meclisinde konusup dile getirmedigi goztepe gercegi olacagiz. ben yine keske bu tukurdugumu yalasam diye bitiriyorum bu yaziyi. o zaman cenki kaptan olarak degil babam gibi severim. yeterki ben yanilayim.

24 Eylül 2010 Cuma

suicide is painless


kendi canına kıyma girişimi. elli yaşında. kadın. tanıyorum da. kararlı. ziyarete gittim. burası kaçıncı kat dedi. dört dedim, yetmez. suç ortağı olmaya hazırdım. o odadaki herkesten daha yakındım ona.

eşi var, bir de kızı, yurtdışında okuyor. hal vakit yerinde kağıt üstünde. neden demedim. kaç beyaz sayfa açtın diye sormak istedim. ne kağıtlar yırtıp attın. bugün sabah da çok kağıt tüketmiş, notlar yazmış geride kalanlara kafasında.

dinleyip, hikayesini yazmak istedim. düz giden çizgi, kasislerle karşılaşınca nasılmış fişi çekme küstahlığı merak ederim. ona kendi zigzaglarımdan kaydırak yapışımı anlatırdım. her sayfayı doldururdum yazarak. onun şımarıklığı benim küstahlığıma dönüşürdü. üstüne gitmek isterdim. onun degil. bu hayatın üstüne.

notlar yazmış dostlarına sabah. ilk aklındaki köprüymüş. araba orta şeritten gidiyor diye yapamamış. vazgeçmemiş, yirmi xanax çakmış.
vazgeçmiş.

açtığın sayfayı kapatmamak lazım bu hayatta. tek bir sayfa yeter. heryerini kullan. ilk okuldan aklımda kalan bir laf. sil, baştan yaz. silbaştan değil.

sonra elini tutardim dördüncü katın eşiğinde. göz kırpardım. bir şarkı çalardım, "suicide is painless" tat katsın diye. ter döktüğüm herşeyi severek yaptığım için. dönüp son cumleyi yazardim.

HİÇBİR ŞEY YOK!!!

1 Eylül 2010 Çarşamba

farewell



2008 şubat'ının 7'sinde göndermiş bana bu mesajı. doğum günümden üç gün sonra. noktalama işaretlerinin hakkını bu kadar veren tek bir kişi var hayatımda. neler değişti bugüne kadar? çok şey, belki de hiç birşey. tam karar veremiyorum. sadece soru soruyorum, cevap bulmak gibi bir hırsım yok. arada devirler hala kapanıyor ama ben çocukluğumu hiç özlemiyorum artık.

'keyif' gemisi demir aldı suyun bu tarafından,
geride bıraktıkları el sallıyor gidenlere,
bir devir kapanıyor usulca
ve ben git gide çocukluğumu özlüyorum..

26 Ağustos 2010 Perşembe

Konstantinoúpolis welcomes you


ya da yunancasiyla "Κωνσταντινούπολις σας καλωσορίζει"

19 Ağustos 2010 Perşembe

the uncanny



guzel grafik.

uncanny'nin orjinali das unheimlich yani unhomely. freud'un kullandigi anlami da "uzun zamandir ev gibi olan ama artik icinde rahatsizlik hissettigimiz bir durum".

vay be!
iki geliyor iki diyorum sadece.

30 Temmuz 2010 Cuma

romantik

kanatları var ama uçamıyorlar... sen uçabilen kuşlardan mısın?
aslında burada otobüs bekleyecek birine benzemiyorsun... araban yok mu?
kanatlı bir araba mı istiyorsun?

hayalet'i ruhiye

varılabilecek son nokta, bir noktaya dönüşmektir. nokta mükemmeldir. insanın varlıktan ibaret kalması gibi. kusursuz bir hal. insanın varlık nedeni, hiçliğin merkezinde var olarak mükemmel bir durağanlığa erişmek ve sonsuza kadar o halde kalmaktır. buna, yaratarak yok olmak denir. yaratarak yok olmak da çok güzeldir.


Asil, romanı ondokuz günde yazdı.
Azil, sf. 115


If you write for a living, very soon you may be given a book contract, get to host your own TV or radio show, or you may be appointed to a magazine as a contributing editor. These are just three examples of a nearly endless list of possibilities for you, but they all center on your growing sophistication in communication. You will be learning to communicate in an entirely new way in a new medium, and doing so will only work to enhance your present creativity many times over.

hasiktir demiştim yukarıdaki ingilizce paragrafı ilk okuduğumda. sonrasında s'lerin üzerine daha çok bastım. heceledim. temmuz da bitiyor. günler geçiyor. hepsi geçecek zaten. ben de geçiyorum.

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Jose Maria Gutiérrez Hernández




Fifa 2010'da formasının arkasında Guti Haz. yazıyor, Guti Hazretleri. Bu adamı İstanbul ve Schuster büyüsüne kaptırıp getirenlerin eline, cebine, ağzına sağlık.


wwww.realmadrid.com'dan
Guti played an important part in Real Madrid history. His great quality allowed him to help the team win many titles. The midfielder is one of the ten players with the most appearances for Real Madrid and has the honour of being the man who scored the team's 5,000nd goal.

hariçten gazel

"That was just a sort of nice line that i made into a song. It was about me and Yoko. Everybody seemed to be paranoid except for us two, who were in the glow of love. Everything is clear and open when you're in love. Everybody was sort of tense around us: You know, 'what is she doing here at the session? why is she with him?' all this sort of madness is going on around us because we just happened to want to be together all the time."

John Lennon

me and my monkey



Me and my monkey
Drove in search of the sun
Me and my monkey
Don't point that gun at anyone
Me and my monkey
Like Billy The Kid
Trying to understand why he did what he did

"if your monkey’s got that kind of money sir, and we’ve got a monkey bed"

robbie williams'ın kokainle yani hayatla olan savaşının şarkısı. monkey kafası guzel robbie'yi anlatıyor. kenarda köşede kalmış RW şarkılarından biridir, yeri geldiginde RW'yi sevme nedenidir.

A cleverly hidden reference to 'Manqué' is to be found in a recent popular song by the British artist Robbie Williams... A song called 'Me and my Monkey' referred to 'Manqué' or 'Monkey' as a slightly disturbed and dangerous companion, 'Me and my Monkey', in which the 'Monkey' is acting independently of the singer. In fact, they are one person, and 'Manqué' or ‘Monkey’ is the dark 'failed' side of his character.

23 Temmuz 2010 Cuma

mine vaganti



"- nicola'dan çok önemli bir şey öğrendim. en kötü anında, o an ölmeyi istesen bile gülümseyebilmelisin..."

cok oncesinden sozlesmistik izlemek icin. sezen de var mi diye sordum izlerken yanimdaki mutluluk zombisine. gulumseyerek "sonunda" dedi.

başımı omzuna yaslamaya
hayata yeniden başlamaya
bağında, bahçende, pınarlarında
içimi yıkamaya geliyorum

bizdeki hikayesi de benzer. filmdekinin aksine bizimkisi yeniden dunyaya gelmek ustune. 1925 yilinda galata'da ne guzel insanlar yasamistir kim bilir. simdi kimler o sokagin keyfini surebiliyor acaba gecenin bir karanliginda.

o sokagin da "sonunda" bir hayat var midir bizi bekleyen?

22 Temmuz 2010 Perşembe

zafere giden yol



yıllardir pesinde kostugum bir ev vardi. yirmi bes yillik ayriligimiz bu senenin ekiminde son buldu. yakin geleceginden hosnutsuz selefiyle beni karşılayan bu ev kulaklarima fisildadi karşılaştigimiz anda, o eski sarkiyi...

hosgeldiniz!
kagidiniz, kirik kaleminiz
hadi yazalim
biz haziriz

tutuyorum dedim sadece dort duvarini gordugum evi. orada yön buldu hikaye. yaziyoruz bu hikayeyi diye inandirdim kendimi.

geçen sene kaçırdığım milano sapağının izlerini taşıdım üzerimde belki de haftalarca. ayni cati altinda, saat 18'den sonra sönen kaloriferlerin yarattigi soğukluğu, sigaralarimizdan off'lar eşliginde daha bir yoğun çıkan dumanlarimizla ısıttığımiz dostlarim biliyordu belki de gozlerimdeki uzaklığı. dostlarim diyorum, ne kadar agir bir kelime.

bu hayatta anladigim tek birsey varsa o da benim etrafimda büyük bir dünyanin daha dönmekte oldugu. ne milletin ağzı torbaki büzebilesin, ne elinde bir çuval var kimisinin kafasina geçirip boğabilesin... yüzünde de bir maske yoksa insanlara surekli gülümsemeni sağlayan türlü riyakarliklara ragmen; kaşından, gözünden anlaşılabiliyorsa içindeki patlamaya hazir volkanik tepkimeler, zaten sıçtın demektir... herhangi bir manevi sorun katsayisini katmiyorum bile bu denkleme cunku dummy gerektirir, dummy'yi kimse anlamli kilamazsa da denklemlerin hepsi cok degiskenli cikar. ekonometrik ama hayati bir bilgidir cunku herkes cok degiskenlidir bu topraklar uzerinde.

en iyi yapabilecegim, mantiksizca sinirlari cizmektir diye dusundum. umursamadan. ama yine de o gune kadar rolun hakki verilmeli diye yazdim bir kenara da. hirsa yenik dusen ucuz bir durtuden oturu degil, eger bu hayat beni terletiyorsa karsiligini almam gerekir. bakkal terazisi misali, fazlasina gerek yok. bu sure zarfinda sosyal hayatin bir parcasi olunmasindan oturu sinirlar arasinda hareket edebilecek kadar mesafe olmasi da mubahtir. kuruyup kalmamak, yapraklarin solmamasi adina arada bir soluklanmak gereklidir. tuvaline boyayi nefretle savuran bir ressam misali yasanabilir ya da tum hayatini yazarak da kusabilirsin o dort duvarin arasinda. bugune dek bekledigin bulusma gerceklesmistir artik ve sana vaadedilmis, senin icin hazirlanmis bu coplugun horozu misali otme hakkin verilmistir. kutsanmissindir. gecmis, gelecek, belki de hic gelmeyecekler adina sonsuz kaliplar dokersin. guzel gelir. bogazinda dugumlenen tum kitlesel olusumlari en ilkel yontemlerle söküp atmanin yoludur bu. tibbin hipokratinin yuzune tukurmektir. zevk verir. nefes alirsin. kufru agza yakistirir.

bu donem icerisinde elbetteki ziyaretcilerin olur. kimisiyle cok sey paylasirsin, deger verirsin, dusunmeden konusur, utanmadan yasarsin. sonra yollar ayrilir, kabul et hayatlarinda baslarina gelebilecek en kotu sey senin coplugune ortak olmaktir. disi pilicler o coplukte yer edinmeye calisir, erkekleri de sana horozlanir ama bilmezlerki senin en buyuk hayalin bol ölümlü bir grizu patlamasidir. sonunda kotu olacak yine sensindir, gecirilen gunlerin hicbir hatri yoktur cunku hatir anca gonulde vardir. tum lanet edislere, nefretlere, kufurlere maruz kalirken madur olan tabi ki de sen degilsindir. lutuftur onlar senin icin. gobek bagini koparttigin gunden bugune dek isittigin en tatli sozcuklerdir. nereden geldigine ve neresinden baktigina baglidir hersey.

sonunda hissedersin, safak yakindir. sinirlari daraltmanin vakti gelmistir. ugruna yasanilan gun dogmustur. o copluge kimseyi buyur etmemenin, suya sabuna dokunmadan gercek pisligi hissetmenin, kendi pisligine asik olmanin, iletisimsizligin, ice donmenin, icinde kaybolmanin - dusunerek degil dusunemeyerek -, yok olmanin ve sonunda ölmenin. beynen. yeni dogmus bir cocugun gorduklerine, duyduklarina anlam veremedigi gibi. bu kez soguk bir kuvez yerine kendi sicak coplugundesindir. aglamak yerine yuzunde tebesumu andiran dudaklarin kenarindaki gerilimi hissedersin. yayvan bir gulumsemeye donusur sonra. oyle de kalirsin.

bir arkadas vardi derler...

tesadufen



üçüncü kayanın üzerinde tesadüfen
güneş ısıtmış bir kere tesadüfen
yüzmüşüz,yürümüşüz senle ben tesadüfen
bütün bu kargaşada senle ben tesadüfen

dost olmuşuz, yaşamışız tesadüfen
düşman olmuşuz, ölmüşüz tesadüfen
birmişiz, ayrılmışız senle ben tesadüfen
unutmuşuz, varlığımız aslında tesadüfen

tesadüfen,
tesadüfen...
unutmuşuz,
aşk tesadüfen...


tesadufen by demir demirkan - fizy

19 Temmuz 2010 Pazartesi

zamska'ya



fasiulb diye bagirirdik ucgen potada basket oynarken. aksoyca bir sozcuk.
kucucuk cocuklardik, her aksamki turnuvalarin galibinin kim olacagiydi sikintilarimiz sadece. uc sokaktan ibaretti dunyamiz. sonra buyurken butun sokaklar birbirine girdi, ucaklara bindik. uzaklastik. uzaklasirken de kaybolduk ve hic kendi dilimize ait kelimeler yaratamadik. zamska'yi ilk dinledigimde merak edip ne olduguna baktim. cok belliydi. satapeync, gumbos, ozpozonsk kusu ve zamska'nin hepsi hayal mahsuluydu. hicbirseyin yerine gecmeyen ve birkac kisi disinda kimseye bir anlam ifade etmeyen kelimeler. bazen hayatla tassak gecmek lazim. herkesin icindeyken uzaklasabilmek lazim. bosverebilmek. karsilastigin gozbebekleri saskinliktan yuvalarindan firlayacak durumdaysa dogru yoldasin demektir. ayari da var bunun tabi, recetesiz kullanilmamali. yakandan tutmalarina izin vermeden. pislik olmak lazim gerekirse. herkesi mutlu etmek gibi bir amaci olan var mi, cevabi evet olanla goruselim mutlaka. merak ediyorum bu insanlari. bu kadarim otesi yok diyebilmeli, kulak asmadan digerlerine. adilik gerektiginde asil bir duygudur cumlesi vuku bulmustu bir dost meclisinde zamaninda. oyle de zaten.
ben bu kadarim, kisaca o.ç... uzunu herkesin hayal gucu kadar. hepsine eyvallah.

zamska by bulutsuzluk ozlemi - fizy

var mısın hazır mısın yola koyulmaya,
zamska'ya
ospozosonsk kuşun kanatlarında
şatapeynçler var yolda, gümboşlar var
kaf dağından aşana kadar, ışığı görene kadar

sarı parlak bir ışık, bulutlar yeşil
süzülürken ospozonsk
iki mavi dağ arası geçip
birden ortaya çıkar zörmçk sakallı ihtiyar
ospozonsk durur. ihtiyar sorar
"söyle fani hadi söyle
söylemezsen göremezsin
mor çayırları
zor 'k' zor 'k' küçük dilini titret
değdir kulağına söyle"

cam kırıkları, gazoz kapakları
en değerli menkul
her yerde bol yerlerden bul
dile neler istersen
hepsini bulabilirsin
sahipsiz hayallerinin hepsine ulaşabilirsin
zamska ah zamska zamsk

nuraksa yelong
küçük dil hummasını çözdü
zamskalar bahtiyar
şarkılar sabaha kadar
gördüğümüz gibi değil
tam göremiyordu göz
duyduğumuz gibi değil
tam duyamıyordu ki kulak
zamska ah zamska

6 Temmuz 2010 Salı

pretty girls make graves



upon the sand, upon the bay
there is a quick and easy way you say
before you illustrate
i'd rather state
i'm not the man you think i am

and sorrow's native son
he will not smile for anyone
and Pretty Girls Make Graves

end of the pier, end of the bay
you tug my arm, and say "Give in to lust,
give up to lust, oh heaven knows we'll
soon be dust"

and sorrow's native son
he will not rise for anyone

i could have been wild and i could have been free
but nature played this trick on me
she wants it now and she will not wait
but she's too rough and I'm too delicate

then, on the sand
another man, he takes her hand
a smile lights up her stupid face

i lost my faith in womanhood
i lost my faith in womanhood
i lost my faith

24 Haziran 2010 Perşembe

.... adı yok

ve herşey böyle başlamıştı...

Maçkadaki tek oda ve salonda ibaret evime döndüğümde saat dörtbuçuktu. Hava pusluydu. Şehir de yeterince sessizdi. Tam ayrılıklara yakışır bir havaydı. 2003'ün ekimi günlerden ise perşembeydi. O anda yanımda olup benimle aynı kadehi paylaşmak isteyen dostlarımı yanımda görebilirdim belki ama zaten istediğim bu olmadığından gelen aramaların hiçbirine cevap vermemiştim. Teybe bir cd koyup derdimi en sakin şekilde paylaşabileceğim hacmi küçük alkol oranı yüksek bir şişe viski açıp derinliklere dalmaya karar verdim. İçkinin köpeği olmaya karar vermiştim. Sahibimin alkol dolu bir şişe olup en sadık halimle onun yanı başından ayrılmayıp ona köpeklik yaptığım anlar belkide o aralar gençliğimden en zevk aldığım anlardı. Artık yalnızlığımı iyice salmış, İstanbul'un beni magmaya kadar çekmesini beklemekten başka bir his yada hayal beslemiyordum geleceğe doğru. Ne kartındaki fotografımın altında adımın yazılı olduğu üniversiteye bağlıydım, ne yaşadığım istanbula, ne doğduğum izmire,ne dostlarıma, ne de dünyanın dört yanına dağılmış aileme bağlılık duyuyordum. Yirmibir yıl boyunca baltanın sapının bile neresi olduğunu öğrenemeden, sadece içkiye bağlılık duyabilir hale gelmiştim cebimin sıfırlara doyduğu günlerde...

14 Haziran 2010 Pazartesi

huzur isyandadir


cihangir'de merdivenlerin altindaki park burasi.

13 Haziran 2010 Pazar

shame is the name

guzel sarkidir. kimi zaman utanmayi bilmek gerekir. sarkinin girisinde arkada bir sample var. bayilirim o kismina, sonunda hikayesini buldum. ileride cok param olursa ameliyat olup, guney londra aksani ile konusarak hayatima devam etmek istiyorum.

the sample at the beginning of the song is in French: "Salaud Mauricet, dégueulasse, tes jours sont comptés Mauricet... Il va t'arriver du mouron Mauricet!", which roughly translates to "Bastard Mauricet, disgusting, your days are numbered Mauricet... something fatal will happen to you Mauricet!". The 't' at the end of 'Mauricet' is silent and therefore the name sounds like 'Morrissey' to the English ear. The sample was lifted from the 1959 film "Les 400 coups" ("The 400 Blows").

shame is the name by morrissey - fizy

sevgiler saygilar #2

ne?
kim?
ne zaman?
nerede?
nasil?
neden?

ne? dogdum.
kim? ben.
ne zaman? 04.02.1984.
diger sorularin cevabini henuz ben de bulamadim. aramiyorum da zaten.

arayip bulsaydim da asagidaki kareleri yasadigim gun tum cevaplarin yanlis oldugunu anlardim. bir mucizenin izdusumu bu. dusup paramparca olup, izleri takip edip bir butunu olusturma cabasi. eksik parcasina ragmen yine de bir butun olabilme yetisi.

esasa gelelim. yine de gulunebiliyor hayatta!!



onceki gece izmir'e olan hasretimizi sabahin ilk saatlerine kadar sokaklarda bira icip, tuzlu cigdemle gecirdigimiz icin uyku katsayimizla gozlerin capi dogru orantili ama soldan saga berk, kanka ve peja. berk'in tarihi eskilere dayanmiyor ama cabuk yol aldi, bir masanin hatrina oradaydi. faik ve onur hakkinda hangi hikayeyi anlatabilirim bilmiyorum. sadece yanimdalardi demem yeterlidir. saskinligin ardinda kalan kisimlar anca beraber sondurulen gecelerde kelimelere dokulebilmisti geride kalan yillarda. cogu zaman felegin cemberine kufru basiyorduk, dilimizin donemedigi kisimlarda da cocuksu gozyaslarimiz birbirine karisip, hayat denizine dokuluyordu. zamanla icimizdeki herseyi kuruyacagin farkinda degildik o zamanlar. oyle olacagini bilsek daha cok gozyasi dokmek isterdik sanirim.

berk'in gorevi davetiyeleri (evlilik fermani) dagitmakti. faik yasinin, pardon cussesinin geregince ortaligi toparlayan amcaydi. onur da deftere sahit olarak imza atiyordu.



nikahtan sonra bostanli'ya gittik. oturdugumuz yerde alkol olmamasi masadaki tum erkekleri uzdu dogal olarak. cok icerek taclandirmaliydik o saatleri. altyapimiz bunu gerektiriyordu ya da temeldeki eksikliklerden dogan bosluklarin harcini alkolle karip, doldurmaya inanmistik. eve donunce arayi kapattik o ayri, hepimiz mutluyduk. cok derin konusmalar gecmedi ama herkesin gozlerinin ici guluyordu. kaldiki masadaki kadinlarin hepsi talihsiz evlilikler gecirmisti. nankorluk etmeyeyim. evlilikler guzeldi ama talihsizlikle sonuclanmisti. hangisine sorsan, tekrar geriye donmek isterdi. onlar da karsilarinda sergilenen tablonun saskinligi icerisindeydi. hangimiz degildik ki?

fonda sezen'den bir sarki calmaya basladi. kendi akranlarimda bile asagidaki gibi bir mutluluk gormedim.

başımı omzuna yaslamaya
hayata yeniden başlamaya
bağında, bahçende, pınarlarında
içimi yıkamaya geliyorum




aslinda sadece fotolari koyacaktim. onlara baktikca yazasim geldi.

9 Haziran 2010 Çarşamba

hepsi bu kadar




Eve dogru yürüyorum. Tepebaşı’nda indim sarı taksiden, odakule’den isiklal’e çıkıp yolumu uzatmak istedim. Bile bile yaptım. İnsan göreyim, temiz hava alayım, biraz daha yolum uzasın istedim. Ada’dan gelen monica molina’nın romantik sesine kapıldım gece gece, hata yaptığımın farkındaydım. Köşeyi dönmeden önce lisede ne kadar sevmediğim lavuk varsa hepsinin oynadığı frp kartlarından fırlamış bir herif gördüm karşıdan gelen, sibirya kurdu köpeğiyle birlikte. Beyoğlu’nu bu yüzden çok seviyorum, otuz saniye içerisinde beni sallayıp, psikolojimde şoklar yaratabiliyor diye geçirdim içimden, evet manyağın tekiyim. Kahramanla aramızda beş metre ya kaldı ya kalmadı, önce elindeki asamsı sopayı fark ettim, tekrar dibe doğru saplanıyordum, doğruydu tüm gördüklerim. Saçları uzundu ama yakışıklıydı ve adamın gözleri kapalıydı, yüzünde kendinden emin bir ifade vardı. Köpeğini takip ediyordu çünkü sopasını kendi türünden olanlar gibi iki adım sonrasını fark etmek için kullanmıyordu. Köpeği o görevi layığıyla yerine getiriyordu. Nasıl yüce bir ilişki dedim. Birbirlerini görmüyorlar, anlamlı ortak tek bir kelime bile telafuz edemiyorlar ama birbirlerine inanıyorlar. Kör adam köpeğinin ona, doğru yolu göstereceğine, köpek de adamın onu asla yarı yolda bırakmayacağına inanıyor. Köpek belki de o adamla birlikte olduğu süre boyunca hiç havlamamıştır diye düşündüm. O da olurdu.

Aklımda o kare ile anahtarı deliğe soktum ve kapıyı açtım. Soyundum, bir sigara yakıp evi turladım. Salondaki çekyat hala açık ve salonun ortasındaydı, sehpa sağda, günlerdir okuduğum kitaplar, dergiler ortaya saçılmış halde durmaya devam ediyorlardı. Kimisinin son sayfaları beni bekliyordu, kimilerinin kapağı dahi açılmamıştı. Çocuksu bir dürtüyle hepsinin son sayfasını aynı anda okumanın hayalin kuruyordum. Defterle kalem de aynı yerdeydi, dün akşam yazdığım notlara baktım, gerçekten çok içtiğimin farkına vardım. Soluklanıp mutfağa doğru yöneldim. Bankonun üzerinde pazar sabahı yıkanan, cumartesi gecesinin bulaşıklarını gördüm. Derin bir nefes çektim. Hep bankonun üstünde kalsınlar istedim. Hiçbirini rafa dizecek takatımın olmadığını hissettim duygusal olarak. Zamanında gazeteden, büyük bir hevesle otuz dokuz kupon karşılığında alınan o gece mavisi arcopallerin her biri tonlarca ağır geldi gözümde. Hele o gece köftelerin piştiği yayvan tava. Tavanın teflon kısmı mı yoksa ben mi daha karayım diye düşündüm. Bir sigara daha yaktım, salona dönüp ipodu bağladım. Ortacgil’den yağmur’u bulup, play’e basıp, mutfağa geri döndüm. Dünya rekoruna hazırlanan bir halterci gibi hissediyordum kendimi. Tek farkım yetmiş milyonun arkamda değil de sanki karşımdaymış ve o arcopallerin ucundan tutacaklarmış gibi hissetmemdi. İlki elimden düştü kırıldı arcopallerin. ikinci denememde firesiz, bardaklar dahil hepsini kaldırdım olması gereken yerlere.

Salona dönüp bir sigara daha yaktım, kör adamı ve köpeğini düşündüm. Karşılarına geçtim, seni de yanıma aldım. Biz aynı dili konuşuyoruz ve birbirimizi görebiliyoruz dedim. Önce köpek havladı. Yutkundum. Hepsi gerçekti. İnsanoğlunun nankörlüğüyle, elinde olanın farkına varamamak üzerine bir hikaye anlattı kör adam bana. Dinledim sadece. Ne diyor diye düşünmedim bile. Merak etmediğimden değil, cevap vermeye gücüm olmadığı için. Konuşmama hakkımı kullanmak istiyorum bir kez daha dedim, karşımda beş duyusundan biri hunharca elinden alınmış bir adama kendi duyularımı inkar etme küstahlığını gösterme cüretini haklı biçimde kendimde bularak. Kalktılar, anlaşamıyoruz dediler. Evet anlaşamıyorduk ve asla anlaşamayacaktık da. Sen de onlarla birlikte gittin. Ben de bilgisayarımı açıp maillerime bakıyorum şimdi. Uyumayacağım bu gece, sunum hazırlamam lazım

Hepsi bu kadar...

8 Haziran 2010 Salı

yagmur


İki ucu keskin bıçaktır bu işin.
Yaptıklarınla değil yapmadıklarınla yargılanırsın her zaman. Bu mahkemede hafifletici sebepler yoktur. İyi halin cezanda indirim sağlamaz.


Nazım Hikmet'ten Aşk Üstüne'den sadece birkaç cümle. aşk üstüne ne yazılabilirki, ben birşey yazamam onu biliyorum. bu sefer kendi ipimi çekerek, yazdıklarımın hepsinin bir raf ömrü oldugunu kabul ediyorum. iki gündür usul usul yağmur yağıyor istanbula. kavimler göçünden bu yana bekledigi sevinci yaşamış da ne varsa biriktirdigi, kusarmışçasına döküyor incilerini. en fazla iki gün sürer. çünkü o da bilmiyor yagmasını. benim de bilmedigim gibi...

bu da şarkısı olsun.
ortaçgil'in yagmurudur.

bugün yağmur bir kadın saçıdır yeryüzüne dökülen
upuzun, ince ince, karanlık, kokulu
sen ki aşkta aldatıldın
yüreğin taş parçası
dinle, yağmuru dinle, teselli bul türküsünden
her şey olur
her şey büyür
her şey geçer
hayat kalır

7 Haziran 2010 Pazartesi

World Cup 2010 South Africa

futbol izlemeyi biraktim artik ama dunya kupasini merak etmiyor degilim. bazi maclari ozellikle kacirmayacagim. ingiltere, arjantin ve ozellikle de kuzey kore'ye sempatim var turnuvada, sirplar da gizli favorim.

ingilizler bu sene inanmis durumda. rio'nun sakatligiyla carragher ilk 11'e yerlesir diye umuyorum ve bu da hosuma gidiyor. asagidaki reklam carlsberg'e ait. team talk soyunma odasinda basliyor sahaya cikana kadar devam ediyor. 56.saniyede dart okunun nereye sapnadigina dikkat edelim! gayet basarili.



robbie williams ve soccer aid postu da haftaici.

Pembe Hitler



Palermo menseli New Form Jeans'in gecenlerde "Change Your Style. Don't Follow Your Leader" slogani altinda kurdugu iletisimin KV'i yukaridaki. burada olsa delikanli turkler facebook'ta profile picture yapar miydi bunu, hic sanmam. delikanli adam pembe de giymez!

nba playoff finals 2010

artest'in bu sene yuzugu takip intihar edecegi geldi bir anda aklima asagidaki nba 2010 playoff finals reklamini izlerken. o yuzden bu gece her turlu izlerim maci. yillar oldu gece yarisi nba maci izlemeyeli. reklam da Goodby Silverstein & Partners ve Bricyard VFX'in ortak yapimi. detaylari asagida.




This is Brickyard's fourth straight year working with the NBA on their playoffs campaign. “Unity” juxtaposes footage of rivals Magic Johnson and Larry Bird, and uses interview clips with each player to emphasize the importance of team unity in achieving victory. Ultimately the seven spots are tied together through different spins on the NBA Playoffs’ “where amazing happens” tagline. DJ Steve Porter set the footage to various beats, mixing and looping dialogue to create the innovative rap-like flow of the spots.

das leben der anderen


kimi zaman kulaklarim hic duymasin istiyorum. istiklalde duydugum amator notalari, yanimdan gecen yabancinin hayatin zorlugunu paylastigi telefon konusmasini, iki sevgilinin kavgasinin siddetini, kimi zaman ipodumda calani bile. daha iyi bir dunya olabilir diyorum.

bir durusun yoksa insan da degilsindir


eylulde mavi bir gundu
korpe bir egik agacin altinda sessiz sardim onu
sessiz solgun askimi
kollarimda tatli bir dus gibi
ve ustumuzde guzel yaz gogu
bir bulut dikkatimi cekti
oylesine beyaz ve oylesine yukarida
gozlerimi kaldirip baktigimda artik orada degildi.

27 Mayıs 2010 Perşembe

23 Mayıs 2010 Son Final


Persembe gunu uzatmalarda tiago’nun golunden cok sonra kendime geldim. Mac biteli dakikalar olmustu, babam yurtdisindan tebrik etmek icin aramisti ama duymamistim. Izmirden gelen, mactan maca karsilastigim, goremesem de yakinlarda biryerlerde olduklarini hissetmenin guven verdigi altay sevdalilariyla artik dondugune inandigimizdan talihimizden bahsediyorduk. Hemen takilivermistik felegin celmesine de havalarda ucusumuz zaferimizdenmis gibi geliyordu bize. Telefonun ucundan izmirdeki sevdalilarla coskumuzu paylasiyorduk, pazarin planlarini yapiyorduk. Agzimizin sulari akiyordu tum ulkeye super lige ciktigimizi haykirmak icin. Yillardir icimizde hapsettigimiz her sene buyuyen cosku, cizgi filmlerdeki gibi bizi olagandisi fiziksel sekillere sokup, sisirmisti.

Ne cumayi hatirliyorum, ne de cumartesiyi. Kendimi inandirmistim seytanin bacagini kirdigimiza. Simdi seytani, kendi bacagiyla nakavt etmek vardi sirada. O kadar doluyduk biz, harcaniyorduk bu ligte, yerimiz belliydi bizim. Ne saatler ne de dakikalar gecmek bilmiyordu ama pazar sabahina uyanmistik sonunda. Babamdan bana devredilen bir gelenekle nevizadeye raki icmeye gittim iki altay sevdalisi dostumla. Ilk gittigim maci hatirliyorum, sezonun ilk macinda kocaeliyle oynuyorduk, lemi’nin geldigi seneydi. Babam elimden tutup, hadi artik zamani geldi demisti uzerime formayi gecirip. Mactan iki saat once bornova sokaginda almistik solugu. Rakilar kondu, ‘kucuge de bir bira’ dedi babam. Yasa mehmet, apo abi, nasir abi, omur abi, kor coskun, suat abi kisacasi babamin cocuklugundan beri kimi zaman o formayi terletirken pas aldigi, kimi zaman tribunde omuz omuza geldigi dostlariyla ayni aski her hafta yasadiklarini hissettim. Ayni aski kirk yildir yasiyorlardi “Buyuk Altay” diye o alsancak’I inletirken. Yurtdisinda yasayan babam ogle saatlerinde arayip basarilar diledi. O da bulundugu yerden iki maci izleyip, bu maci almanin formulunu cizmisti. Bu sefer olacak dedi ve benim tarihe taniklik ettigimi, bunca seneden sonra altay’in zaferini gorup, super lig’e cikacagina sahitlik edecegim altay jenerasyonuna ait oldugum icin sansli oldugumu soyledi. Dogruydu, bugune dek altaya dair tecrube ettigim kazanc ve maglubiyetleri dengeye getirebilecek herhangi bir terazi kesfedilmemisti henuz ama artik hersey musaitti.

Mac oncesi olimpiyat stadina varinca gordum binlerce insanin gozundeki inanmisligi. Oradaki herkes altay’inin gucune guc katmaya, formasinda ter olmaya ve en onemlisi Pazar gecesi istanbul’a sampiyon olmaya gelmisti. Herkes tek bir agizdan haykiriyordu yedi yillik fetret donemine olan ofkesini. senede uc kez birbini gormek yetiyordu herkese yanindakine inanmak icin. Hayatin kendisi gibi sorgulamalara girmenize gerek yoktur altay tribunlerinde herkes omuza omuzada tek yurek olur, inanmistir o kolun sardigi omzun ait oldugu bedenin samimiyetine.

Dolu dolu, golle gecen ilk atmis dakikaya kadar hersey yolundaydi. Ekran basindakiler bizi zafere giderken izliyordu ve biz tribundekiler dusman catlatircasina birliktelik sergilerken, sahadaki savascilar da seytanla olan son dansin keyfini suruyordu. Ne olduysa ondan sonra oldu. Biz zaferden havalarda uctugumuzu sanarken felegin celmesine takilmistik meger. Biz yukselmistik ama ay yeterince kararmamisti. Yere dusunce hasar agir oldu, etrafimizda kimseler kalmamisti. Son yirmi dakikayi dusunuyorum da gercek mi, kader mi, bahtsizik mi hala adini koyamadigim o yasanan rituel ile yuzlesirken “yine mi lan” diyordu etrafimdaki herkes.

Inanamadim. Hala da inanamiyorum. Bitkisel hayattayim Pazar aksamindan beri. Hani buyuk olumlerden, ayriliklardan, kavgalardan sonra bir an olur ve tum zaman durur. Herseyin bir ruya oldugunu dusunursunuz. O an sadece bir saniyedir ve bedeninizde size can veren tum kucuk organizmalar haykirir “gercek” diye. Uyanirsiniz. Ama o bir saniye omre bedeldir. Oyleyim iste Pazar aksamindan beri. Son yirmi dakikayi oynuyorum hala. Bitmedi. O son dudugu calamiyorum. Cenk Ahmet’in ortasini burak’in indirmesini ve Yigitcan’in gelisine vurup aglari sonuna kadar havalandirmasini ve yanimda kim varsa ona sarilmami bekliyorum. Tanimasam da olur nasil olsa o da bir altayli.

14 Mayıs 2010 Cuma

sessiz sedasiz



salonun bu karanliginin aydinlanmasini hic istemeyecek, yalniz curuyecek kadar usandim insanlardan yazdi parmaklarim bu gece. sag kolumu dirsekten kestirecek gunler yasiyorum bu aralar. hayattaki tek varligimdan vazgececek gunler. bundan birkac saat sonra buraya binlerce insan dolacak ve bunu bilerek ayni sokagin sessizligini yasamak belki de hayatin ta kendisi, aslinda su an bana oyle geliyor sadece. tamamen kandirmaca. got ustunde kaydirmaca. bombelenip, inebildigin yere kadar. sonra canagi, comlegi kirarsin. got bile olamadan kalirsin.

bundan sonra her gece yatmadan once en az bir paragraf.

13 Mayıs 2010 Perşembe

mayis 2010


ve 2010'un mayis ayi geldiginde bu sari taksiler, alkol orani yuksek ickiler, sigaralarin hepsi, yeralti kitaplari, tarih dergileri, vitamin haplari, kahve carpintilari ve mailler eyleme dokulmeleri icin edilgene susadiklarini bir ihtilal ile gerceklestirdiler. haftayi pazartesi sabahini cuma aksamina baglayan ve cuma aksamini da pazartesi gunduzune baglayan iki gun olarak yasamak bugune kadarki bilim adamlarinin hepsine ihanet aslinda. zamaninda boyle bir dunya yokmus tabi, onlar farkina varamamis olabilir.

herseyin bir zamani var. zaman diye birsey var mi gercekten?

sevgiler ve saygilar

kac kisi annesiyle babasinin evliligine sahitlik edebilirki. ben sahit olmadim, cok sevgili medreruno resmi sahit oldu ama oradaydim. bu birliktelige sahit olmak da ondan baskasina da bu kadar yakisamazdi zaten. ucaktan izmire inince ipod'un shuffle'inda beirut farkettirdi bana hayatin bir saka oldugunu. cumartesi aksami evde yanan mangalda daha iyi anladim nereden geldigimi. valideden daha manyak, kaptan daha da asabi, en az onun kadar tekele bagista bulunma heveslisi bir mahsul cikmisti ortaya yirmi alti sene once.

hediyesini pazar ucaga dogru giderken verdik kaptanin. eee birader, bizde boyle. yersen. fotograflar da haftasonu. fotograf demisken, insanlar yaslandikca her kareyi dondurarak zamani avuclari icerisinde tutabileceklerini zannediyorlar, yine de kendilerini bu cocukca yalana inandirmalari guzel. alkolun de etkisiyle sarki soylememi istediler benden gunun anlam ve onemine dair, kiramadim ben de tabi. simdi bana kaybolan yillarimi verseler dedim, kimse anlamadi, bu mutlu geceye uymadi bu sarki dediler. bir cift goz aradim beni anlasin diye, uc cift gordum karsimda. uymustu!

asagidaki yazi da bir askin hikayesi. tam bir revolutionary road.

Küçükken annemle babamın evlenmeden önceki hallerini merak ederdim. Evlendikten sonra başkalaşım geçirdiklerine inanirdim. ikisinin de otuzlu yaşlarda oldugu dönemi hatırlıyorum da ne kadar yaşlandılar diye düşünüyördum onlar kırka dogru ilerlerken. Benim marul kıvırcıgı şaçlarım ve kepçe kulaklarım, onların kırlaşan şaçları ve yavaş yavaş harita kıvamını almaya başlayan alınlarına göre daha ciddi düşünülmesi gereken unsurlardı ama çocuktum ve benim o zaman hayata dair düşünmek gibi bir yetenegim yoktu.

Aradan zaman geçti, artık saçlar daha çabuk beyazlaşmaya ve kırışıklıklar artmaya başladı. Belli ki sıkıntı büyüktü, hayatı konuşmaya başlamıştım. Artık aklımın yettigi, dilimin döndügünce onları karşıma alıp konuşuyordum. Kelime haznem çok derin degildi o dönemler ama birkaç kelime ortak noktayı bulmamıza yetiyordu. Yine de hayat kimi zaman size sundugu imkanları kullanamadıgınız durumda daha fazla taviz vermiyor ve dikenlerinin canınızı yakmasından çekinmiyor. Bu diken batmalarına dayanamayan kahramanlarımız, daha fazla batmamak adına yollarını ayırırlar ve hikaye eş zamanlı olarak ufaklıgın büyümesi ve büyüklerin küçülmeşı ile seyretmeye başladı.

Tek bir kare anlatacagım;

Lişe’deyken üç günlügüne iştanbul’a gitmiştim, o zamanlar iştanbul’da bir hayat kuracagımı, yerleşecegimi aklımın ucundan geçirmiyordum. Sabah eve dönerken anahtarımı şıngırdatmaya başladım çünkü ben aksoy’daki evimizde babamın merdivenleri çıkarken anahtar şıngırdatmasını duyar ve ona anahtarını delige sokma şansını vermeden kapıyı açıp, boynuna sarılırdım. Bu kez roller degişmiştı. Dört senedir yaşamadıgı, benim belkide son senemi yaşadıgım o evin kapısını babam açmıştı bana. Kapının arkasından da annem çıktı. O zamanlar kolay aglardım ben ve yine koyvermiştim kendimi. Karşımdaki tabloyu tekrar yaşamak için ne diller dökmüştüm, o zamanki tek hayalim onları birleştirmekti ama yapamamıştım. Babam üçgenin hipotenüsü olup, bizi kolları arasına aldı ve tek bir cümle kurdu “herşey çok güzel olaçak evlat”. Eminimki on sene sonra bugünü düşünerek o cümleyi kurmamıştı.

Ne ruhun esrarı, ne de aşkın kudreti hayat gerçeginin önüne geçemiyor ve herkes payına düşeni günü gelince ödüyor. Hayatını aşk temeli üzerine kuran, şiddetli bir depremle yıkılan ve yıllar sonra yine aşk temeli üzerine daha saglam bir yapı inşa eden kahramanların hikayesi bu. Geriye dönüp yorulmamayı artık ögrenmiş, başını dik tutup önündeki birkaç senede birbirine eş olmayı kafasına koymuş, hayatın kendisine nanik yapıp, galibiyetlerini bir de defteri imzalayarak taçlandıran kahramanlar. Ne kahraman, ne cesur, ne güzel çocuklardık biz.

07.05.2010

19 Nisan 2010 Pazartesi

he is back!!



kaptan 8 senelik dunya turunu tamamlayip omrunun geri kalanini ulke sinirlari icerisinde gecirmek adina son adimini atiyor. onumuzdeki kisa vadede gececek konusmalar, kurulacak sofralar uzun donemli geri kazanimlari etkileyecektir. hayat kdv'sinin yol, su ve elektrik olarak geri donup donmedigini tecrube edecegiz.

calcio

cumartesi manchester derbisinin son 15 dakikasini justin'den izleyebildim, o da yetti. neville yavsagi scholes'u dudaktan operek scholes'un bunca yillik karizmasini da bitirdi.



pazar ise sampdoria-milan ve lazio-roma gibi ilk yari ikinci yari orani 1'e 30 veren iki mac izledim. fb-bjk derbisine ise hic bakmadim ama bilica ne yapmis oyle, insan degil. gerci milan'li silva ile bilica'nin hareketleri cok benziyor birbirine.

bank asya'yi akisina birakip, turkcell super ligi ignore edip, avrupa futbolunun keyfine varmak, gercekten izledigim sporun savunma sanatindan ziyade futbol oldugu gercegini hatirlatiyor bana. pazzini'nin orta-kafa-gol mottosunu hatirlatan golu, bu golun 90'da gelmesi, ranieri'nin totti ve de rossi gibi iki krali korkusuzca 45'te kenara alip vucinic'in fuzesiyle maci cevirmesine taniklik etmek futbolun keyfini surmemi sagladi.





dunya kupasi icin asmali'da evde projeksiyon keyfi yapmam gerektigi gercegini kabul etmem gerekiyor artik.

havuz problemi

bu aralar cok enteresan bir kafa yapisindayim. ayri bir kafa yapiyisinda olmam cok sasirtici degil, mevsimsellik yapimin yapisal kirilma yarattigi bir donemdeyim, ilk farkim alinmali benim ortalamada duragan hale gelmem icin. ekonometrik bir bilgidir bu, saolsun cikis kaydini alabilmek icin alti yilimi harcadigim universite bilgi dagarcigimi, bir yazimda kullanabiliyorum sonunda. neyse, kendimi bu kalip icerisine icimi dokerken gormem enteresan olan. ne yazikki bu gotu benden baska kurtaracak kimse yok. uzun uzun yazacak gunlerim olacak sessiz ve sakin.

malafa'da soyle diyordu,
doğu ile batı arasındaki fark hilal ile haç arasındaki fark kadar. hilal bombeli. haçtaysa dik açılar var. hilal altında yaşayanlar da bombeli hayatlara sahip. genişler,kurallarla ilgilenmiyorlar, zamanla ilgileri yok, çöl kumu gibi uçuşuyorlar. haçın gölgesindekilerse sert ve köşeli hayatlar yaşıyorlar. yasaları, kuralları olan, dik açılı hayatlar. hilalin altındaki insana, haçın gölgesindeki düzeneğe inanıyor. dolayısıyla hilalle yaşayanların her biri ayrı bir düzenek geliştiriyor. küçük çeteler. küçük düzenekler. haç, insana tek bir düzenek emrediyor. doğu ile batı arasındaki fark bu.

cevremdeki tum hayallerin ucundaki havuc yurtdisinda yasamak. bu konu yeni insanlarla paylasilirken her zaman emin misin sorusu ile karsilasiyorum. o an icimde hicbirsey belirmiyor, ne kadar guzel gecirmisim bunca seneyi diyorum, dudaklarimin sag koselerinin genis aciya hizalanacaklarini hissediyorum ama kendimi tutup bir saniyeligine de olsa kalbimin kapakciklarinin o hali almasini saglayip, tum kan akislarima durmalarini emrediyorum. icimin bombos olusuna taniklik ediyorum. bir nevi masturbasyon benimkisi. 26 senelik bir havuzu senede sonsuz x hizla dolduran iki musluk varken sadece kova kullanarak o havuzu bombos hale getirmek kolay olmadi. iscilik bedeli yuksek bu eylemde. limit sonsuza giderken, ben kendime döndüm!

yine sapiyor konular. o kadar uzun zamandir yazmiyorumki, tum israrlarinin sonunda annesinden sokaga cikma iznini kopartabilmis bir veletin sokakta gecirdigi o iki saatte tum dizlerini yara bere icerisinde birakana kadar kostugu, topa vurdugu, celme caktigi ve sonunda kan ter icerisinde utana sikila zile bastigi gibi son noktayi koydugumda kapatacagim bu aksam lap top'u.

yazinin ozu,
sartlari kendi lehimde kullanmam lazim ve zafere giderken her yol mubahtir. bir hac'in sinirlarinda yasayamiyorsam bana bicilen hilali hac'a cevirmek icin elimden gelen herseyi yapiyorum, yapacagim. sadece bu.

18 Nisan 2010 Pazar

gecmis zaman olurki



son uc haftaya giriyoruz. bugun alinan gaziantep belediye beraberligiyle altinci siradayiz. kesin playoff'tayiz diyemiyorum, bekleyip gorecegiz. asagidaki hikaye de 36 sene oncesinden bir kupa finalinden. kaptan o zaman 12 yasinda. o zamanlar altay'i gururlu, serefli insanlar yonetiyormus.

YIL 1964...

Altay’ın Büyük Altay olduğu seneler.
Ligde rakiplerini hallaç pamuğu gibi atan siyah-beyazlı ekip, Türkiye Kupası’nda da fırtına gibi esmektedir.
Önce Ülküspor’u, ardından Gençlerbirliğini silkeler. Çeyrek finalde Beykoz’u eledikten sonra yarı finalde Beşiktaş’ı devirip, adını finale yazdırır.
Finaldeki rakibi Galatasaray’dır.
21 Haziran’da Alsancak Stadı’nda oynanan ilk maç 0-0 biter.
Hesap 28 Haziran’daki rövanşa kalır.
O sezon ligde Fenerbahçe ve Beşiktaş’ın çok gerisinde kalan Galatasaray, kupayı müzesine götürmeye kararlıdır.
Ordu Milli Takımı ile 28 Haziran’da Doğu Almanya’ya karşı forma giyecek üç önemli futbolcusu Talat, Uğur ve Ayhan’ı Altay’a karşı oynatabilmek için rövanş maçını 29 Haziran Pazartesi gününe aldırır.
Ancak ertelemeye Altay’ın tepkisi sert olur.
O günlerde henüz 38 yaşında gencecik bir Lejyon gazisi olan Başkan Rıdvan Burteçin, 60 ihtilalinin kadroları tarafından Federasyon Başkanı yapılan Kurmay Albay Muhterem Özyurt’a rest çeker:
“Ya bu maç pazar günü oynanır, ya da biz sahaya çıkmayız...”
İnanmaz kimse...
Öyle ya, kolay mı kupayı elinin tersiyle itmek.
Kolay mı federasyona posta koymak.
Maç günü gelir çatar.
Mithatpaşa Stadı mahşer yeri gibidir.
Önce Galatasaray çıkar tünelden. Ardından yardımcıları Veli Necdet Arığ ve Sabahattin Ladikli’yle birlikte Romen hakem Nicolae Mihailescu sahadaki yerini alır.
Ama Altay takımı ortalarda yoktur.
15 dakika bekleyen Mihailescu, Galatasaray’ı kupa şampiyonu ilan eden düdüğü çalarken, Rıdvan Burteçin İzmir’de şu tarihi açıklamayı yapmaktadır:

“Kupayı kaybettik ama sporda ahlak mücadelesinin meşalesini yaktık. Onu söndürmemeye çalışacağız...”

17 Nisan 2010 Cumartesi

altay nedir ?


Orhan Berent'in blogundan asagidaki yazi.
Ne kadar anlamli geliyor okuyunca. cok sey yazasim geliyor siyah-beyaz renkler hakkinda ama tutuyorum kendimi bu konuda.

Alsancak çarşıdır, Mesudiye caddesidir.
Denize açılan sokakları, Rum evleri,
İki karşılıklı kahvehane,
Altay çocukluğumdur.

Alsancak stadı yürüme mesafesi,
Eski pazaryerinde manav Eko,
Biraz gevezelik, biraz muhabbet,
Bornova sokağında mola,
Efes pasta fırınında limonata,
Yazlık sinemalar,
Şölen, Kordon, Ar, Hastürk,
Hayat sokağı, ikinci kordon,
Sevinc'in önüdür Altay.

Eski fotoğraflar, eski yüzler
Zorlular ve Özgenerler,
Rıdvan Burteçin'in gözlerindeki endişedir.
Kulüp defterinde fiyakalı bir imzası,
Güzel el yazısıdır Bayram Dinsel'in.

İzmir'in arka bahçesi Kahramanlar,
Sokak içinde Büyük Altay kahvesi,
Tariş depoları, Roman mahallesi, Murteka,
İlk gençliğimdir Altay.

Kaleci Tanzer'in heybeti,
Rahmetli Sabahattin'in tribünlere bakışı,
Bilal'in kayarak müdahalesidir.
Zafer'in kel kafası,
Şeref'in fırsatçılığı,
Nevruz'un saçları,
Miço'nun mazlum bakışı,
Vefasız Çeşmeli'nin kornerden attığı gollerdir.

11 Nisan 2010 Pazar

atese yakin

raki guzeldir, icinde raki gecen sarkilar ise daha guzeldir.

bir mum yaktığım o akşam seni andım
korkuyu savdığım her anı hatırladım
gittiğin günden bugüne her şey aynı sadece
çok özledim her kahraman gibi erken gittin
gördüğüm en son ışık parıltı sendin
hep parladın
dinlendiğin o sarmaşık sonra soldu
hep uçtun ateşe yakın

bir kayık iki kürek
ay parlak asil yürek
biraz rakı biraz azık
belki hayat bu demek

göçtüğün gün ben
tesadüfen düşümde gördüm veda ederken
çok özledim her kahraman gibi erken gittin

veda maili


bir ayi doldurdum bile yeni ofiste.
"vedalara dayanam" klisesini sevmem. veda gercektir ve hayatin kendisidir. bugun ben veda ederim, yarin bana veda ederler. hicbir sey olmamis gibi davranmak da karaktersizligin daniskasidir bu ayriliklarda. icinden geleni son kez soylemen gerekir. ben de soyledim.

final siiri de trofolo'da, olaylarin zirve yaptigi donemde okumustum.

......

son 22 saattir aynı koltukta oturup, havayla temasta bulunmadan, excel senin, powerpoint benim, brief onun, P4 bunun, budget hepimizin diye globalleşmeye devam eden dünyanın emlakçısı olan reklam endüstrisine hizmet veriyorum. bir önceki cümlede geçen tümleçlerin hepsini hayatımdan çıkartmayı ne kadar da çok isterdim oysa.
daha şanslı doğabilseydim, kendi şansımı yaratmaya çalışmasaydım.
ben yol, su ve elektrik peşinde değilimki. taşları birbirine sürterek kendimi ısıtmak istiyorum. işim bittiği zaman da tükürürek söndürürüm. ama ne yazıkki o reklamda olduğu gibi levent'teki ofisimden çıkıp, etiler'deki evime doğru yola koyuluyorum birazdan.
son derece korkutucu bir gerçek.

diye yazmistim kendi bloguma agustosun 27sinde.
daraldigim gunlerdi. hepimizin olmadi mi zaten?
hayat vs kariyer diye sorguladigimiz.

ne yazikki dvd'lerin extralarindaki deleted scenes'e hicbir zaman anlam veremedigim icin ben de herseyi saklayip bos bir veda maili atmak istemedim.

ama sunu belirtmem lazim.
26 senelik yeryuzu seruvenimde, kritik anlarda gozunuzun onune gelen film seridinde yer alan bes kare saysam ikisi bu cati altinda gecti.
unutulmayacak guzel hatiralar.

cok sey ogrendim mindshare'de.
hem iş anlaminda hem insanlik anlaminda.

bazi insanlara tesekkur etmek istiyorum.

herseyden once dost oldugu icin sinan'a.

inci, eda ve dilek de bunlarin basinda. minitolariydik biz 21.katin.

meltem, ozan, pinar, aslihan, isil, ecehan, sefika, yelda, elif, ozan, bora, mitor, haydar, umut vs vs
işlerinde samimiyeti yitirmeyen, insan olan insanlar.

son olarak da bir şiir.
herseyi ozetleyen.

tesekkurler turkiye, tesekkurler mindshare

Artık gidiyorum
Beni uğurlayın kardeşlerim
Hepinize eğilerek ayrılıyorum
Yalnız sizin son ve nazik sözlerinizi bekliyorum
Uzun zaman komşuluk ettik ama
Verebildiğimden çok aldım
Şimdi gün ağardı
Karanlık köşemi aydınlatan lamba söndü
Bir davet geldi ve ben yol için hazırım
Bu ayrılış gününde bana bol şans dileyin arkadaşlarım
Beraberimde ne götüreceğimi sormayın
Seyahatime boş eller ve ümit eden bir kalple çıkıyorum