9 Haziran 2010 Çarşamba

hepsi bu kadar




Eve dogru yürüyorum. Tepebaşı’nda indim sarı taksiden, odakule’den isiklal’e çıkıp yolumu uzatmak istedim. Bile bile yaptım. İnsan göreyim, temiz hava alayım, biraz daha yolum uzasın istedim. Ada’dan gelen monica molina’nın romantik sesine kapıldım gece gece, hata yaptığımın farkındaydım. Köşeyi dönmeden önce lisede ne kadar sevmediğim lavuk varsa hepsinin oynadığı frp kartlarından fırlamış bir herif gördüm karşıdan gelen, sibirya kurdu köpeğiyle birlikte. Beyoğlu’nu bu yüzden çok seviyorum, otuz saniye içerisinde beni sallayıp, psikolojimde şoklar yaratabiliyor diye geçirdim içimden, evet manyağın tekiyim. Kahramanla aramızda beş metre ya kaldı ya kalmadı, önce elindeki asamsı sopayı fark ettim, tekrar dibe doğru saplanıyordum, doğruydu tüm gördüklerim. Saçları uzundu ama yakışıklıydı ve adamın gözleri kapalıydı, yüzünde kendinden emin bir ifade vardı. Köpeğini takip ediyordu çünkü sopasını kendi türünden olanlar gibi iki adım sonrasını fark etmek için kullanmıyordu. Köpeği o görevi layığıyla yerine getiriyordu. Nasıl yüce bir ilişki dedim. Birbirlerini görmüyorlar, anlamlı ortak tek bir kelime bile telafuz edemiyorlar ama birbirlerine inanıyorlar. Kör adam köpeğinin ona, doğru yolu göstereceğine, köpek de adamın onu asla yarı yolda bırakmayacağına inanıyor. Köpek belki de o adamla birlikte olduğu süre boyunca hiç havlamamıştır diye düşündüm. O da olurdu.

Aklımda o kare ile anahtarı deliğe soktum ve kapıyı açtım. Soyundum, bir sigara yakıp evi turladım. Salondaki çekyat hala açık ve salonun ortasındaydı, sehpa sağda, günlerdir okuduğum kitaplar, dergiler ortaya saçılmış halde durmaya devam ediyorlardı. Kimisinin son sayfaları beni bekliyordu, kimilerinin kapağı dahi açılmamıştı. Çocuksu bir dürtüyle hepsinin son sayfasını aynı anda okumanın hayalin kuruyordum. Defterle kalem de aynı yerdeydi, dün akşam yazdığım notlara baktım, gerçekten çok içtiğimin farkına vardım. Soluklanıp mutfağa doğru yöneldim. Bankonun üzerinde pazar sabahı yıkanan, cumartesi gecesinin bulaşıklarını gördüm. Derin bir nefes çektim. Hep bankonun üstünde kalsınlar istedim. Hiçbirini rafa dizecek takatımın olmadığını hissettim duygusal olarak. Zamanında gazeteden, büyük bir hevesle otuz dokuz kupon karşılığında alınan o gece mavisi arcopallerin her biri tonlarca ağır geldi gözümde. Hele o gece köftelerin piştiği yayvan tava. Tavanın teflon kısmı mı yoksa ben mi daha karayım diye düşündüm. Bir sigara daha yaktım, salona dönüp ipodu bağladım. Ortacgil’den yağmur’u bulup, play’e basıp, mutfağa geri döndüm. Dünya rekoruna hazırlanan bir halterci gibi hissediyordum kendimi. Tek farkım yetmiş milyonun arkamda değil de sanki karşımdaymış ve o arcopallerin ucundan tutacaklarmış gibi hissetmemdi. İlki elimden düştü kırıldı arcopallerin. ikinci denememde firesiz, bardaklar dahil hepsini kaldırdım olması gereken yerlere.

Salona dönüp bir sigara daha yaktım, kör adamı ve köpeğini düşündüm. Karşılarına geçtim, seni de yanıma aldım. Biz aynı dili konuşuyoruz ve birbirimizi görebiliyoruz dedim. Önce köpek havladı. Yutkundum. Hepsi gerçekti. İnsanoğlunun nankörlüğüyle, elinde olanın farkına varamamak üzerine bir hikaye anlattı kör adam bana. Dinledim sadece. Ne diyor diye düşünmedim bile. Merak etmediğimden değil, cevap vermeye gücüm olmadığı için. Konuşmama hakkımı kullanmak istiyorum bir kez daha dedim, karşımda beş duyusundan biri hunharca elinden alınmış bir adama kendi duyularımı inkar etme küstahlığını gösterme cüretini haklı biçimde kendimde bularak. Kalktılar, anlaşamıyoruz dediler. Evet anlaşamıyorduk ve asla anlaşamayacaktık da. Sen de onlarla birlikte gittin. Ben de bilgisayarımı açıp maillerime bakıyorum şimdi. Uyumayacağım bu gece, sunum hazırlamam lazım

Hepsi bu kadar...

Hiç yorum yok: