izmir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
izmir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Nisan 2015 Çarşamba

yarın yokmuşçasına videosu

spoiler da değil bu, hayatın kendisini içerir. 
yarın yokmuşçasına partisinde on dakikalık bir video hazırladım. kendi vfonv'mizi yapacağımız günler de gelecek. fakı sağ olsun hepsini bir araya getirdi. onun gözü çok güzel. videoları indirdikten sonra ne düşünüyorsun dedim, sen ruh hastasısın dedi o şen kahkahasıyla. haksız sayılmaz. 

o videoyu artık paylaşabilirim. tüm alt metinleriyle hem de.
videoyu şuradan izleyebilir isteyen.
vimeo'su kasana youtube'u da var. 

1- o gece çok uzun oldu.
2- fiko, nihat ve hatta cevdet bize aksoy'dan emanet. giderayak. 
3- hem Manu Chao hem de Maradona'yı ayrı ayrı vücuduma kazıdım. Maradona, Manu Chao'ya yaklaştıktan sonra şunu dinliyor. "if i were maradona, i would live just like him. because the world is a ball lived raw under the skin." elleri cebinde, gözlüklerinin altından gözyaşlarının aktığı o an var ya hani, orada da şunu. "i were Maradona with a game to win, with a divine hand"
4- tolunay kafkas gibileri çok yaşasın. 
5- dito'nun askerleriyiz. 
6- behzat komserim nasıl da deli deli dans ediyor. yediğin darbelere bak bu da mı sana yetmiyor komserim. 
7- o "abi iyi akşamlar" tedirginliğini yaşamayan bizden değildir. her şey çok güzel olacak yalanına inanmayan da. 
8- i love you but you don't know what you're talking about. ve o saçma sapan danslari o plak, o fransızca, o tedirginlik. sen çok yaşa wes anderson. 
9- hayat, hepimizin anladığın kadar. olması gereken, olur. yiyeceksin, içeceksin. kendine oh afiyet olsun diyeceksin. hepimize afiyet olsun. 
10- it's my belief that history is a wheel. 'Inconstancy is my very essence,' says the wheel. Rise up on my spokes if you like but don't complain when you're cast back down into the depths. Good time pass away, but then so do the bad. Mutability is our tragedy, but it's also our hope. The worst of time, like the best, are always passing away.
I KNOW. I KNOW.
11- "son şanslar bunlar." hayatımın tecrübe ederek hatırladığım altay'ına dair en mutlu anı. 90.dakikada frikikten attığımız golle kazanıp, finale çıktık. yensek süper ligteyiz. sonra davutoğlu'nun konya'sına finalde kaybettik. o zamanlar tezgahın farkında değildim. golü atan tiago formasını çıkartmamasına rağmen ikinci sarı karttan kırmızı kart görüp oyundan atıldı. bir sonraki maça çıkamadı. golden sonra kameranın zoom'ladığı beyaz gömlekli deli gibi sevinen de benim. üç gün sonra altay kaybetti ve bir daha asla o kadar yükseklerde yer alamadı. şimdi üçüncü lige düşüyor. 
12- bayrak + film + şarkı > at + avrat + silah  

böyle gidiyor işte insan. 
böyleyse gitmesi lazım zaten. 
böyle insan mı gider. 
böyle insan gider. 







4 Şubat 2015 Çarşamba

Bir 4 Şubat Meselesi

*okuyacaksan alttan bu şarkıyla oku. 




04.02.1984 Cumartesi
Saat 20:00
Karataş

                Geniş iki aileden kaçarak kendi çekirdek ailelerini kurmaya ant içmiş, bütün hayalleri kendilerine ait olan basit bir evde ömür boyu çiğdem çitlemek olan – yanında biraz rakının, biraz da eş dostla muhabbetin olduğu – iki ayrı cinsin bir hayali olarak dünyaya geliyorum o gün. Hatırladığım kadarıyla ilk sorum “neden” oluyor. Sonrası malum.

                Doğum, tabiatıyla enteresan bir okazyon olduğu için o gün insanların şaşkınlıklarından ötürü aşırı tepki vermeleri normal karşılanıyor. Mesela peder bey olay esnasında rakı masasında olduğu için onun bu curcunada bir de joker hakkı var. Bu yüzden hastaneye geldiklerinde rahmetli Vecihi ve rahmetli Ömür’ün “taşaklı adam olur” diyerek küveze elleriyle seçip aldıkları domatesleri yerleştirmelerine “iki tane koyun” diyerek cevap veriyor. Haklarını ödeyemem.
               
                Joker hakkını kullanan peder bey, kendine kalan hakkını kullanmak için valideye sarılıyor. Dokuz ay boyunca Yetiş’lerden Cansın’lara geniş bir yelpazede çağırdıkları ufaklığı kucaklarına aldıklarında ölümsüzlüğün formülünü bulmuş isviçreli bilim adamları gibi sevindiklerini hatırlıyorum.

                Sonrasında valide benimle anlaşabilmek için konuştuğu dili bir kenara bırakıp içinde “hebele, hübele, hanimiş, apıcık, kubuçuk”  gibi terimlerin geçtiği bir dille benimle iletişime geçiyor. İnsanın bilmediği şarkıya eşlik etmesi kadar samimi ve içten bir davranış olduğunu düşünüyorum o anda. Ama kendimi bir türlü anlatamıyorum. O kadar anlatamıyordum ki sonrasında aynı zamanda aynı yerde dünyaya geldiğim diğer iki arkadaşımın yaptıklarını izleyip avaz avaz, bağıra çağıra ağlamaya başladım. İşe de yaradı. Herkes sustu, hemşire çağırıldı, gerekli müdahelelerde bulunuldu. Sonrasında bir metrekarelik bu sefer domatessiz olan küvezime yerleştirildim ve küvezin kapağı kapatıldı.

                1984’ün 4 şubat Cumartesi’sinin after’ı bir ömür sürdü.


04.02.2015 Çarşamba
Saat 08:30
Asmalı Mescit

                Normalde bu saatte uyanmam. Yedi gibi uyandım. Sabah olmasın istiyordum. Son bir saatimde sabah olmamasını sağlayacak, zamanı durduracak bir mucize bulmalıydım. Bulamadım ama olsun. O bir saat çok güzeldi.

Doğma sancısını geçmiş tecrübelerimden hatırlıyorum. Çıkacak delik ararsın, zor bir süreç. Sadece sana da bağlı değil, öyle olsa kolay. İçinden doğacağın şeyin sana izin vermesi lazım. İttir, kaktır bir durum. Sonrası iyi ama. Çıkana kadar. Çıkınca alışıyorsun.

Kahveyi koydum. Pencereden ayaklarımı sarkıtıp dışarıyı izledim. Güneş vardı ve yalandan değildi, biraz zorlasa herkesi ısıtabilecekti. Sokaktan geçip işe giden güzel insanlara baktım. Sunuma gitmeme gerek kalmadığına dair patronla anlaştık. Doğum için hazırlanmam gerekiyordu.

Bugün benim doğum günüm. Bu topraklardaki son doğum günüm. Bir öncekinin tersine bağıra çağıra, kanlı, kordonlu, gözyaşları içerisinde değil sakin sakin, usulca doğuyorum. Bir gebelik düşün ki otuz bir sene sürsün. Bazen uzun sürüyor.

İnsan doğuyor, büyüyor, yaşıyor sonra ölmeden tekrar doğuyor, tekrar büyüyor, tekrar yaşıyor. Kendine çok güvenen varsa kendini öldürebilir ama ben kendime o kadar çok güvenmiyorum. Asıl bir de donarak ölmek var ki, evlerden uzak. Bütün bunların neden olduğunu sorgulamıyorum – artık –. Hikaye devam ettiği sürece ben bir yerlerde, yüzde yüz, başka hiçbir şeyi düşünmeden, bir bütün olarak, kalbimden pompalanan kanı serçe parmaklarımda bile hissedecek kadar kendimi hissedebileceğim. Doğumlarda böyle oluyor.

- Bunun after’ı bir öncekinden daha uzun sürer.
- Bilemiyorum Altan.




6 Kasım 2013 Çarşamba

iki izmir belediye başkanı arasındaki fark

biri 99'da izmir belediye başkanlığına oturdu. 28 mart 2004'te ikinci dönem için de başkan seçilmesine ragmen 15 haziran'da beklenmedik şekilde buralardan göç etti. o hayatta olsa izmir de, izmirli de ve belki chp de farklı yerlerde olabilirdi. aşağıdaki fotosu 2002 yılında biz birinci lige çıktığımızda yaşanan kupa seramonisinden.

aziz kocaoğlu, piriştina'nın ölümünden sonra bornova belediye başkanlığından izmir belediye başkanlığına terfi etti. halen de başkan. izmir'in belediyecilikte ne kadar yerlerde süründüğünü anlatmaya gerek yok. fotograf ise bu pazar yaşanan fenerbahçe seçimlerinden. 

iki resim arasındaki fark izmir'e dair her şeyi özetliyor.
aziz kocaoğlu da artık kütüğü kadıköy'e aldırsın.  



6 Kasım 2012 Salı

gecmis bayraminiz kutlu olsun

susurluk'ta farkına varıyorum izmir'de birilerinin olduğunun. bir önceki gidişimde, yatacak bir ev bulamayıp kordonun çimlerinde uykuya terk ettiğim bedenim belki bu kez yatacak bir yer arzuluyordu ama beynim yine de bu eylemi ısrarla inkar ediyordu.

valide sultan dedim, "susurluk'tayım geliyorum". sevincini dile getirmesine izin vermeden kapattım, bir önceki arayışım geçen bayram olduğu için şaşkınlıkla açtığı telefonumu. telefonla olan ilişkim platform fark etmeksizin aynı frekansta. herkesin telefonu her zaman açılmaz.

on buçuk sularında kilisenin arka sokağındaki evin kapısını açmak üzere anahtarımı arar haldeydim. istanbul'da unuttuğumu fark edip zile bastım. insanın kendi evine kapıyı çalarak girmesi kadar aciz bir duygu yoktur. adamın karakteri anahtarlığından belli olur. tüm bunların üstüne zil yordamıyla açılan kapı sıkışmıştı ve omuzlayarak açmam gerekiyordu. bir iki başarısız deneme. anahtarı olmamasını geçtim, insanın evine kaba kuvvet kullanarak bile girememesindan bahsediyorum. ardından "geldim, geldim!" diye hem içtenlik, hem özlem hem de ayakların yere sürtülerek yürünmesinden ötürü bir tabansızlık ve sitem kokan annem içeriden açıyordu sokak kapısını. külliyen saçmalık.

evden içeriye geçer geçmez bir sarılma seansı, ardından validenin "iş nasıl, eda nasıl, onur nasıl, sağlığın nasıl" sorularına sırasıyla, "iyi, iyi iyi, e o da iyi işte, iyi yaa anne herkes çok iyi sıkıntı yok" cevaplarıyla karşılık verirken, kendisi file önüne doğru gelen serena williams edasıyla çiftli koltukta yerini alıyor, beni de tam karşısına almak istediğinden tekli berjeri işaret ediyordu. "paranın kıymetini biliyorsun değil mi, aman yavrum" adlı sağ köşeye bıraktığı smacını, sol bekentle onun arka köşesine "hadi gel çıkalım bir kaç bira içelim ben zaten yarın sabah gideceğim" olarak bırakıp, sayıyı kapıyordum. hem istediği soruyu ayık kafa cevaplamayacaktım hem de yarın "sabah gideceğim" adlı viralimle "nereye, kimle, nasıl" gibi sorularla dolu bir kısa film çekme ihtimali veriyordum valideye, ben sarhoş olana kadar.çok zor be anne!

valide sultan ben daha fazla içmeyeyim diye birayı gerdanına 3x hızla dökerken iki saati geçirdik biz. ben o sırada bizim altaylı yakupla karşılaşıp on dakika muhabbet ettim, yerime dönüp onun "altay'da topçu bizim" arapasıma, "altay'ı da bıraktım diyordun, nasıl durum" verkaçıyla cevap verince ben de "bir yıl on ay yedim anne mahmut davasından" diye golü yapıştırdım. validenin "baban da böyle yapardı" şeklindeki tepkisi, orta hakem ve yardımcı santraya koşarken gelen bir ofsayt itirazından farksızdı.

saat bire geliyordu. normal insan evladı gibi üstelik ertesi gün bayramın ilk günüyken eve gidip yatmak caizdir. ama bu skor bana yetmiyordu ve bir gol daha gerekiyordu. hesabı isteyip, yürümeye başladığımızda valide "eve de yürürüz şimdi, açılırız" kontra atağıyla kaleyi yoklasa da, ben iki pasta "yok buradan taksiye binelim, ben seni eve bırakayım, oradan da babama giderim bir de onu göreyim" ile gole gidiyordum ve taraftarlar çılgına dönüyordu. hangimiz çıldırmadık ki?

tenis ve futboldan sonra triatlonumuzu ağır siklette "why always me?" ünvanını korumak için boks ile tamamlayacaktık. en sevdiğim spordur.

70'lik bazooka ve 3 tane ice tea green tea alıp çiçekçi mehmet abi'nin dükkana gittim. bayramda çok iş oluyor diye peder, mehmet ve tanju kardeşlere yardım ediyordu. rakıyı, çayı, ekmeği paylaşıyorlardı. votkayı bugüne dek sek dışında sadece vişne ile tüketen bir platforma hem soğuk hem de yeşil çayı votka ile içirmek sabır ve emek istiyordu. ama eninde sonunda amaca ulaşılıyordu. saat birle, üç arası bir yetmişlik, iki sürahi çay, bolca muhabbet ettik. o iki saat içerisinde kimi muhabbetler çok hoşuma gitti, kimi anlarda "ne arıyorum lan burada" dedim kendime. en hoşuma giden anda ne işim var ulan burada deyince izin istedim.

peder beyle yürüdük. sonra bir ara oturduk tren istasyonunun orada. ortaokul son sınıfta o köşede servis beklerdim ben. "hatırlar mısın şu köşede servis bekleyeli kaç sene geçti" diye sordum yalpalaya yalpalaya. bir kaç tahminde bulundu. on dört sene olmuştu ben o köşede servis bekleyeli. hayatımın yarısı. sarhoşluğumun da etkisiyle peder beyin üstünde dolaşan hüzün bulutlarını yağmura dönüştürürcesine hayatımın herhangi bir yarısına anlatmaya yelteniyordum. hangi yarısını anlatırsam anlatayım benim daha beyaz olduğum bir yarı olacaktı. o yüzden anlatmadım. iki nefesi kalan aklım kazandı ve anlatmadım. bizim evin sokağının köşesine kadar geldi benimle peder bey. normalde tren yolunun diğer tarafına geçmez. dört yol ağzına gelince "bizim muratların kuyumcu hala açık mı yeaaa" derken ben, bazooka da etkisini gösteriyordu.

sonra sarıldık. eyvallah dedik birbirimize. anahtarı almıştım yanıma bu kez. sokak kapısına anahtarı nişan alacakken geri gelip arkama baktım. babamın doksan derece duran vücuduna, boynunu da ekleyince yüz seksen yerine yüz elli derece açı yapıyordu. göz göze geldik, karşılıklı ellerimizi kalplerimize vurduk. benim kaba kuvvet kullanarak bile giremediğim o evin sokağına bile giremiyordu babam. doksan beş yılında para biriktirerek aldıkları, evimiz dedikleri, ikinci kez bile evlendikleri yere, karısından olan çocuğunu girerken izliyordu. birazdan ışık açılacaktı ve onlar tatlı yuvalarında uyuyacaklardı. normalde öyle olurdu ama bizde öyle olmuyor. içeride büyük bir kıyamet kopacaktı ve babam bunu da biliyordu. bunları bile bile o evde olmak için can attığını da ben biliyorum. ama onun da iyi anlayacağı bir tabirle "keser döner, sap döner, gün gelir hesap döner".

evet ben eve irince ışık açıldı, valide "saat kaç" diye böbreklerime çalışmaya başladı. bense gece boyunca gördüklerimden ötürü duygusal patlamalar içerisindeydim ve alkol de başımı haylice döndürüyordu. sigara yaksam apartman havaya uçardı. ama uçsa da çok güzel olurdu. bugüne dek karşılaştığı elli altı müsabakadan elli iki nakavt ile ayrılmış, maçın mutlak favorisine karşı mücadeleyi son rounda taşımak da büyük başarıydı. köşesine kaçan bir boksör edasıyla üstümdekileri çıkartıp, yatağa girdim. maç umrumda değildi, daha fazla uzasın istemiyordum kaybetsem de olurdu. valide söylenmeye devam ediyordu. ışığı da kapattım. yorganı çektim üstüme. valide eskiden kalma bir alışkanlıkla ışığı kapattıktan sonra da belli bir süre söylenmeye programlanmıştır. onu da bildiğimden ikinci cümlesinin bitmesi için kendimi sıktım. çok kötü vuruyordu ve üçüncü cümleye başlamasını beklemem yetecekti çünkü o cümle hep yarım kalırdı. azalarak, kasedin son şarkısı gibi. öyle de oldu.

bir dakikalık sessizlik.

o bir dakika içerisinde ben tüm yaşadıklarımı hızlandırılmış versiyonuyla tekrar izledim. yattığım odada bana ait hiç bir şey olmadığı düşündüm. ne bir gömlek, ne bir pantolon, ne de bir çorap. sadece kolumdan çıkarttığım altın sarısı casio. bunların hepsi ağır geldi. başımın dönmesine de daha fazla katlanmama gerek kalmadığını düşünüp hatta tuvalete kadar gitmeme gerek bile olmadığına inandım. ne var ne yoksa kustum. simsiyahtı. içim geçmiş dedim o sırada kendime, hatırlıyorum. mutlu da oldum. rahatlıyordum. validenin karşısında hiç bu kadar aşağılık ve kendim olarak kalmamıştım. bir aparkatla bitirmiştim işi. yenilmezi yeniyordum. elli yedinci maçında ilk mağlubiyetini benden alıyordu. ne kadar önemli!

duş aldım. temizlendim. o sırada ışıklar kapanıp, üçüncü cümleler de kurulamamıştı. odada yatamıyordum, salonda ikame ediyordum bu gecelik. koltukta uyuyakalmak hoşuma gidiyor. öyle düşündüm.

ipod'u çıkardım.
gümüşlük bu kadar.
iyi bayramlar.

duman - gönül
Hepimiz bir misafiriz 
Zaman gelince göçeriz 
Ecel acı can alırken 
Her şeyimizden geçeriz gönül








25 Mayıs 2012 Cuma

babam, ben ve altay

sene 97, agustos'un onu. babam 12 numaralı 73 yılından kalan altay formasını sırtına geçirmiş, bana da kestelli'den çubuklu forma almış, elimden tutuyor "hadi artık zamanı geldi" diyor. albatros'ta yeri hazır. aziz peder'e, rahmetli phantom ömür'e, yaşa mehmet'e rakı doluyor bana da rakı bardağında bira. yaşım onüç ve o an farketmiyorum yıllar boyu peşinden koşacağım sevgilimle tanışacağımı. maça başlarken giriyoruz.

o sene altay iddialı. trabzon'dan lemi'yi almışız, romen ekolüne kapılıp üç transfer yapmışız, alaçayır daha genç yetenek sağdan bindiriyor. o zamanlar alsancak stadında balkon tribün de altaya verilirdi diye hodri meydan açığın sol tarafında. dakika atmışta başımıza taş yağıyor. en güzel aşk can yakanmış, daha onüç yaşında anlıyorum.

seneler geçiyor, ben istanbul'a yerleşiyorum. altay maçının olduğu günlerde hayatın "pause" tuşuna basıyorum, sonra aldığımız sonuca göre hayatıma devam ediyorum. istanbul'daki ilk senemde küme düşüyoruz. maç şaibeli. şimdi "kocaman" duruşu olan bir adam o zamanlar 500 milyarı cebe indiriyor, adamlarıyla paylaşıyor ama yıllar sonra aynı dertten müzdarip olduğu iddiasıyla medyanın karşısına geçiyor. özetle istanbul'a kötü bir başlangıç yapıyorum, yıkılıyorum.

aradan geçen yıllarda umutla deplasmanlara gittik. üstüne ankara'da, istanbul'da hüsranlar yaşadık. her final öncesinde babamla telefonla konuştuk. hayat boyu bana umut veren adam olduğu için, her maça girmeden önce "bu sene sizin seneniz, biz bu takımın güzel günlerini çok gördük, sıra sizde" diyordu. ben onu iki saat sonra aradığımda ise telefonun diğer ucundan gözyaşıma gözyaşı katıyordu.

geçen sene şöyle bir geriye dönüp baktım. siyahla beyazın üstüne, bir çubuklu formadan fazlasını yüklemişim. renkleriyle, deseniyle, amblemiyle, yıllar önce basına yansıyan soyunma odasında coşkuyla duymaya alışılan marşıyla iki rengin arasına bir hayatı gizlemişim. adıyla bir semti olmayıp, alsancak'ta büyüyen altay'ım, değişen tüm hayat gerçeklerine ragmen merkezde tuttuğum tek gerçek haline gelmişti. gerçek o kadar gerçektiki bir sabah kendimi gazetelerin manşetinde görüyordum eskiden altay başkanı olan federasyon başkanının çocuklarını kaçırmakla tehdit ettiğim için. oysa tek istediğim adil düzene dair bir hakem ve temiz kalplilikle; altay'ımı, ligde kalıyor olmasına ragmen kazanırken görmekti. yapamadım, sinirime yenik düştüm. yanlış iki kelimeyle kendimi devletin en büyük mercisine karşı altay'ı savunurken buldum. ama siyahımızda asilik, beyazımızda asalet vardı ve liverpool tribünlerinde yazdığı gibi de adilik gerektiğinde asil bir duygu olabiliyordu.

geçen pazar küçükçekmece'nin tepecik semtindeydik çünkü artık üçüncü ligteydik ve semt takımlarıyla oynuyorduk.iki hafta önce beraber bozüyük'e gittiğim babamı gaza getirmeye çalıştım maça gelmesi için, oralı bile olmadı. bozüyük'te gördüğü çubuklu forma ona yetmişti ve "artık ben o formayı bir daha öyle göremem" diyordu. bu arada babam artık benimle yaşıyor ve hayatta paylaştığımız en büyük gerçeklik altay.

pazar günü tepecik'te, halı sahada altay forması giyen onbir kişi izliyorduk. yönetimin amatörlüğüne, divan kurulunun rant kavgalarına, teknik heyetin beceriksizliğine, futbolcuların ruhsuzluğuna aldırmayan yaklaşık otuz sevdalı, kendi imkanlarıyla oradaydı. murat abi'ye, semih abi'ye, deniz kardeşime, meriç kardeşime, turan'a baktım hepimiz aynıydık. herkesin hayatı başkaydı ama o doksan dakika boyunca hepimiz aynı sevgiliye aşıktık.

ilk golü attık, verilmedi. sonra fatih egedik tüm bu yazdıklarımı yoksayarcasına bizi reddetti, sonra ilk golü ardından da ikinci golü yedik. altay gözlerimizin önünde eriyordu ve biz sevdalılar ancak seyirci olarak kalabiliyorduk sahadakilere. son düdükten sonra iki güftelik küfür ettik çubukluyu giyenlere. onlar çubuklu giyiyordu sadece çünkü o giydikleri altay forması değildi. ertesi gün herkes alacağının peşinde koşacaktı ve gelecek sene hangi takıma imza atacakları zaten belliydi.

bizim sadece seneye hangi ligte olacağımız belliydi. az önce saydığım isimler orada olur mu bilemem ama ben artık olmayacağım. eve döndüm. çubuklu formamın, büyük altay pankartımızın, store'dan aldığım herşeyin üstüne gazı döküp yaktım. yakarken de onüç yaşımdan itibaren yaşadığım her maçı tek bir film şeridinde gözlerimin önüne serdim. herşey kül dolu. kuzenim altay'ın telefonlarını açamadım iki gün boyunca, ona bunları anlatamazdım anca bu yazıyı okuyunca farkına varır. ben altay'ı seviyordum, sevdiğime tecavüz ettiler gözlerimin önünde seneler boyunca. artık dayanamıyorum. şu da vasiyetim olsun benim tabutumu türk bayrağıyla değil altay bayrağıyla sarsınlar, cemaat de büyük altay diye bağırsın.

ben doğumgünümde bu pastaya mum üflemiş adamdım.
saygılarım ve affım ricasıyla.

16 Haziran 2011 Perşembe

son perde



T: bizim oğlan seni rahatsız etmiş
Ma: hem de çok ama dersini almıştır
T: almış. sen de onu rahatsız etmişsin ama
Ma: sınırı aşmıştı
T: sen sınırın nasıl aşıldığını görmemişsin. tanımıyor musun beni. mustafa, yakışıyor mu bu hareketler söylesene. biz alsancak'ta gücümüzün yettiğini mi indiriyorduk
Mu: Turgay siz farklıydınız
T: biz senin babana saygı duyardık Ma. o yüzden sana birşey demiyorum daha fazla
Ma: ....
Ma: zaten kapandı herşey
T: orasını bırak da ben bileyim

6 Haziran 2011 Pazartesi

pazarın biri



günlerden pazar.
olabildigince sakin bir haftasonu. hala dilim dönmüyor bazı konularda. kahvaltıya gelmesini ne kadar istediysem o kadar dile getiremedim sanırım. belki de hissetti. halen kelimelerin ötesinde bir hissediş olabildigine inanıyorsam bunun tek nedenidir kendisi. tek dilegim hayalini kurdugum o güzel kahvaltıya, bizim kahvaltımıza, aksoy kahvaltısına bir sandalyeyle ortak olmasıydı. cihangirde tabagına otuz lira verdigimiz, ana yüreğiyle kurulanına ise asla paha biçemeyeceğimiz bir kahvaltı. bize para kazandıran iş dünyası bazen o çok anlam yükledigimiz pazar sabahlarını da elimizden alabiliyor ya bu da öyle bir pazardı işte. tüm derdimizde bunun içinden kurtulmak ya zaten.

konu sapıyor.
yarın, bugüne dek beraber geldigim insanın dogum günü. bugüne dek hayatımda taşıdığım tek varlık. envanter hesabı tutulmaz bizde. ne yersen, ne içersen, gelirsin, gidersin. kimseye de niye böyle yaptın demeyiz. herkesin doğruları vardır. bizim dogrularımızın ise ucu keskindir. ona dokundukları zaman tereyağıyla kıl ilişkisi gibi kayboluruz. kıl olan her zaman bizizdir.
bugüne dek çok kez ortak paydada buluştuk. bir gün o bölen oldu, ben bölünen. ertesi gün tam tersi. genelde eşitliğin diğer tarafına olduğumuz gibi çıkmayı tercih ettik biz. dört işlemi bile umursamadık yeri geldiğinde. yirmi metrekareye basketbolu sığdırabildiğimizden beri karşımıza çıkan hiçbir engeli umursamamıştık.

eser sahibinin burada oluşuna istinaden bu pazarı kahvaltıya taçlandırdık. bir aydır burada kadın, ben ilk kez görebiliyorum. biz otuza yaklaştıkça onlar da daha başka onlu basamaklara yaklaşıyorlar. bugün, yarın bilemedin öbür gün onları kaybedeceğiz. sonra ölüm aniden geldi olacak. ölüm perdesine anlamlar yükleyeceğiz. sonra perde kapanacak. biz yine onları ihmal ettiğimizdeki döneme geri döneceğiz. arada elbette gözlerimiz dolacak, kadehleri kıracağız, sessiz kalacağız. ama hiç bir şey değişmeyecek.

bu cümleleri yazan bilinç altım şişli'de taksiden inince harekete geçmiş olacakki çiçekçi aramaya başladım. eser sahibinin papatyaları ve sümbülleri sevdiği kalmış aklımın bir yerlerinde. papatyaları alıp, içine bir not yazdım. yirmi yedi sene önce yarını ve 2011'in bugününü anlatan. arasını tek bir cümleyle özet geçtim. çok şey yazmak istedim ona. herşeyi anlatayım diye. vaktim yoktu. vaktim olsa da kağıt yetmezdi. çok isterdim ona oniki, onüç sene önce odama geldiğinde radyoda yine mi güzeliz yine mi çiçek çalarken bana sarılıp "aile içerisinde bu kavgalar, gürültüler olacak gelecekte bunlar seni ayakta tutacak" dediğinde geleceğin ne kadar uzak geldiğini anlatabilmeyi. oysa gelecek de bir gün gelecek sloganıyla büyüyen bir jenerasyonduk biz. gelecek bugündü, belki de yarın. ama çok uzak değil bugünden, onu biliyorum. ayrıca şiddetli geçimsizliğe takılan aklımı bir anda dağıtıvermişti o şarkıyı çok sevdiğini söyleyerek. öyle girmişti konuya. sonraları ben çok kez gittim madam despinanın yerine. çok içtim kirli beyaz muşabba örtülerin üstünde, o asmanın altında. ve hep suyumla rakımı aynı kareye tokuşturdum.

yumurtalı ekmek, menemen (ölene kadar böyle yazacağım bu kelimeyi), sucuk, izmir tulum, özetle beni yıllar öncesindeki o pazar kahvaltılarına götürecek ne varsa serilmişti masaya. eski pazar kahvaltıları. geleceğin bir gün gelmeyeceğini düşündüğüm o zamanlardan bile uzak o pazar günleri.

çok özlemişiz ayni dili konuşabilmeyi. hasret giderdik. bugünlere gelene kadarki periyoddan bahsettik. hepimiz ayrı yollardan gelmiştik buraya. karşımdaki iki adamdan biri sıfırdan hayatı kurmaya çalışıyordu, diğeriyse tüm varlığıyla hayata meydan okuyordu. bundan sonrasının kapısında durduk. bir ara içeride birileri var mı diye baktık, sonra hemen çıktık. onların otuzlu yaşlarını hatırlıyorduk çünkü biz. yaklaşmıştık artık o uzak geleceğe. bugüne kadar eleştirdiğimiz düzenle ortak olabileceğimiz ilk raya girmişti artık yolumuz. o günün de bir anlamı olacaktı belki biz normal hayatlar yaşasaydık ama bugün aradan dokuz sene geçtiğini anca anımsadığımız istanbul pitstop'u, dünyamızı çevreleyen demirağların hepsini eritmiş, köprülerin altına dinamit koyup patlatmış, sadece yürüyerek keşfedebildigimiz ve bununla mutlu olmayı öğreten bir dünya yaratmıştı.

kahvaltının sonrasını süregelen yılların sonlarına dogru edindiginimiz bir alışkanlıkla, borghetti'yle süsledik. türkün kahvesinin dibindeki telveye yenik düşmesin diye italyan kahve likörüyle çaba sarfettik. shot'lar yuvarlandı, biralar açıldı, ben yine bir sonraki birayı aradım.

Bazen zaman tüm varoluşları silip, süpürse de kimi hissedişlere dokunamıyor. Fosil gibi. Binlerce yıl sonra bile bulduğun bazı kalıntılar ile yıllar öncesine geri dönebiliyorsun. Çok inandıysan, saf inandıysan. Zaten bunlar bir elin parmaklarını bile geçmeyecek kadar kareler ya da karenin köşe sayısı kadarlar, bilemedin bir üçgenin iç acıları kadar.

16 Mayıs 2011 Pazartesi

nowadays #11

ben yazamıyorum ama yazanlar var. babamın kuzeni, Bülent Abi. yaşadıkları ve seçimleriyle iz bırakanlardan. dün üşenmedi kalktı karşıdan geldi, oturalım biraz dertleşeşim dedi. yaşı benimkinin tam iki katı. gördükleri de. dün gece eve dönünce yazmış hepsini.

Bülent Ulaşan'ın kaleminden;

Dile kolay. Tam 44 yıl. Aşağıda bahsedilen maça kadar hangi takım taraftarı olacağıma karar verememiştim. Hatta Avrupa başarıları nedeniyle Göztepe’ye de meyilliydim. Ancak, bu maç sonrası Kordon’da Sarı Erol ve bir grup Altay’lının davul zurna ile geçit yapmalarını unutamam. Takip eden akşamların birinde de Sevinç’in karşısında Talatpaşa’nın girişindeki (bizim eve doğru) köşede büyük dut ağaçlarının altında İlyas’ın sonradan ortağı olan Nazif Usta’dan cola – sandoviç almıştım ki, karşımda Sarı Erol’u gördüm. “Ulan”, dedi, “burası Alsancak, başka takım taraftarı olmak yok.” Sonra da “ya Altay’lı olursun ya da seni babana şikayet ederim” diye ekledi. Sanki Altay’dan başka takımı tutmak suçmuş gibi. Hem kısmen babamdan korkudan, hem de kısmen Göztepe gibi bir takımı yenmenin gizli gururundan Altay’lı oldum. Sonra da hiç kopamadım.

Nereye gidersem gideyim o sevgili hep benimle geldi. İngiltere’de sırf Altay maçlarını dinleyeyim diye aldığım yarım bavul büyüklüğünde radyoyu her yere taşıdım. Dinleyemediğim her maç sonrası cebimdeki son parayla annemi arayıp maç sonuçlarını öğreniyordum. Zafer, Yeni Asır’ın spor sayfalarını sıklıla gönderdi. Yurt dışına gittiğim her yerden bir şekilde telefon bulup hep Altay’ı sordum. Hep onunla mutlu olup, onunla üzüldüm. Başımdan geçen bunca olaya rağmen hiç bir şey beni Altay kadar sevindiremedi ve onun kadar da üzemedi. (Yakınlarımın ölümleri hariç tabii ki.)

Lise, Üniversite, Askerlik yıllıklarında hep aynı şey yazılıyıdı. Altay’a ve İzmir’e olan sevgim. Yıllıkları yazanlar bunlar olmadan Bülent Ulaşan’ı anlamanın mümkün olmadığını her fırsatta belirttiler.

Üniversiteye başladığımın sanıyorum ikinci yılıydı, 1986 ya da 1987. Sömestr tatili için arkadaşlar ile İzmir’e trenle gitmeye karar verdik. Bir sonraki günde Altay – BJK maçı vardı. (3-1 yendik). Ben de gidişi tabii ki maça denk getirdim. Kompartmanda yaşlıca ve iyi giyimli bir beyefendi vardı. Maça gittiğimi öğrenince benimle çok ilgilendi. Kendisi spiker Can Akbel’in babası, Danyal Akbel’di. Altay’ın kuruculurından. Bana Altay amblemini nasıl bulduklarını ve bir Hollanda gezisinde o zaman çok nadir bulunan siyah laleyi gördükleri anda nasıl hemen amblem olarak kullanmaya karar verdiklerini anlatmıştı. İnanılmaz etkilenmiştim. V.s v.s

Ben ise kütüphanemde her zaman gözümün önünde duran ve her sabah kalkınca bakmaktan bıkmadığım siyah lale amblemini dün nihayet söktüm.

Artık çok yorulduğumu hissediyorum. Bu sevgiyi, sevdayı, aşkı daha fazla taşıyamayacağım galiba. Dün Namık telefon ettiğinde, bana hediye ettiği Altay eşofmanı ve atkıyı yüklüğe kaldırıyordum. Düşmek bir nebze ama eski sevgiliye veda etmek hakikaten zor oluyor.

Bu 44 (toplamda 55) senede neler yaşadım neler. Her şey geldi geçti, bir tek Altay benimle kalmıştı. Şimdi o da gidiyor.

Sağlık olsun ne yapalım. Kısmet böyleymiş.


.....
Bir zamanlar İzmir
16 Mayıs 2011
BARCELONA’NIN kadrosunu bir çırpıda sayarım.
Tıpkı Fenerbahçe, Beşiktaş, Galatasaray gibi.
Manchester United’ın, Real Madrid’in, Arsenal’in, İnter’in, Chelsea’nin, Bayern Münih’in, Milan’ın, Liverpool’un futbolcularından çoğunu da bilirim.
Tıpkı Trabzonspor ve Bursaspor gibi.
Ama yaşadığım şehrin futbol takımlarından habersizim.
“Karşıyaka’dan, Buca’dan, Göztepe’den, Altay’dan tek kişinin adını söyle” deseniz...
Söyleyemem.
Neden?
Futbol hayatımızın bu kadar içine girmişken... Hatta içimize işlemişken, yanı başımızdaki ve bir zamanlar uğruna yollara döküldüğümüz takımların neden çok uzağındayız şimdi?
* * *
Mesele “iddia” sözcüğü ile özetlenebilir herhalde.
İddian yoksa...
Yoksun.
Oysa...
Böyle miydi eskiden?
* * *
Misal, geçen çarşamba gecesi Beşiktaş ile İBB, Türkiye Kupası finalinde karşılaştılar. Uzatmada da 2- 2’lik eşitlik bozulmayınca maç penaltılara kaldı, sonuçta Beşiktaş kazandı.
İlginçtir.
1966-67 sezonunda oynanan Türkiye Kupası maçı da 2- 2’lik skorla bitmişti.
Finalin rakipleri ise Altay ile Göztepe’ydi.
İki İzmir takımı yani.
Kupayı Altay almıştı ama “alış şekli” de çok ilginçti.
Kupa “kura atışı” ile Altay’a gitmişti!
Asıl önemlisi...
Elbette İzmir’in taşıdığı iddia idi.
* * *
O iddiayı kanıtlayan başka bir bilgi vereyim.
Yine 1966-67 sezonunda 1. Lig’de İzmir’den kaç takım vardı, hatırlayan var mı?
Sıkı durun.
Tam beş takım vardı:
Göztepe, Altay, Altınordu, İzmirspor, Karşıyaka.
Ya önümüzdeki sezon kaç takım olacak.
Hiç.
Tıpkı 2003- 2004, 2004- 2005, 2005- 2006, 2006- 2007, 2007- 2008, 2008- 2009, 2009- 2010 sezonlarında olduğu gibi.
Maalesef.
“Acı gerçek” bu işte.
İddian varsa...
Varsın.
İddian yoksa...
Yoksun.
O kadar ki:
Yokluk malul olunca, en yakınındakiler bile tanımaz seni!

14 Mayıs 2011 Cumartesi

umuda yolculuk

koskoca senede altay hakkında dört tane yazı yazmışım. bunlardan bir tanesi amcamın vefatiyle ilgili. digerleri de anlık artçı altay şokları üstüne yazılan yazılar. boşa geçmiş bir sene altay adına ve bendeki altay adına.

istanbula yerleştigimin ilk senesi. senenin son maçı. istanbulsporla oynuyoruz güngören stadında. yenersek ligde kalıyoruz, yenemezsek küme düşüyoruz. beraberlik sonucunda kulaklar başka şehirlerden gelecek skorlarda. rakip onsekiz yılımdan sonra bana yuva olan ama kalabalığının arasında beni nasıl yok edeceginin planlarını çoktan yapmış şehrin adını almış takım (sonrasında şehir pes etti, şehrin takımı da küme düştü). maçın oynandığı stadyum ise ilk senemde asla evim diyemediğim, ancak kapısından girip merdivenlerini çıkıp, odama girince bana kalınacak bir yer oldugunu hatırlatan, göç edenlerin "hadi gelin, siz de burada gününüzü görün" diye buyur edildiği, türkçenin konuşulmadığı, şortla gezilmediği, onikiden önce içki alanlara ters bakıldığı, onikiden sonra sokağa çıkmanın tehlikeli ve yasak oldugu güngören.

doksan dakikanın sonucu hüsran. tribünde kuzenim, arkadaşlarım, yıllarca babamın yanında gördüğüm ve artık onun yerine geçtigim için beni kabul eden babamın arkadaşları, herkes darmadağın. hiç alışık olmadığı ikinci lige düşmüş, biz orada ne yaparız sıkıntısı. yeni dostlar, yeni arkadaşlıklar, tutunacak yeni dallar edinmek zorunda kalan bir göçmen gibi.

geçen yılların ardından direkten dönmeler, son dakikada yenilen goller, kaçan penaltılar, verilmeyen goller, hakem hataları, beceriksizlikler, boş kaleye atılamayan goller, bunların hepsi var. hayatın ta kendisi gibi. tek farkı hayatta yaşananlar bir düdükle sona ermiyor. bu hem iyi hem kötü. ama o son düdükler bize hep kötü sonuçlar getirdi bugüne dek altay adına. hayat... onun da bugüne dek geçen günleri çok güzel sonuçlar getirmedi genel toplama baktığımızda. yavaş yavaş toparlıyoruz bu sene.

yıllardır bulunduğu yeri hazmedemeyen camia, taraftarıyla, yönetimiyle, futbolcusuyla bu sene her zamankinden daha agresif. her sene yukarılara kadar çıkıp son maçta kaybetmeler herkesi çok yıprattı ve bu sene son haftaya küme düşme hattında girerken farkına vardı herkes neler olup bittigini. biz o kadar alışkındıkki aslında yukarılarda olmaya, kendimizi bir anda dipte bulunca şuurumuzu kaybetmiştik. aynı hayat gibi. geçirdiğim bir senenin bende açtığı yarayı kendi elimle dikmeye çalışıyordum. ne iğne almıştım bugüne kadar, ne iplik. ben hep kapanmayan yaranın beş santim altından, beş santim ustunden kesilmesinden yanaydım.

geçen iki haftada dilimin, fikrimin başıma açtıklarını düşününce ise sadece gülüyorum. hayatımda bunca uzun zaman inanabildigim, bana yıllardır her sene farklı heyecanlar yaşatan hiç bir varlık olmadı. altay'ı listenin başına yazıyordum her testin ilk sorusunda. toplumun getirdiği bir takım inançların hepsini reddetmiştim ve kendi kendime, kendimle yeten bir yol çizmiştim. bunların arasında topluluk olarak inandığım sadece ve sadece altay'dı. azınlık olmak da güzel geliyordu. maça giderken o formayı giymek, gittiğim her maç öncesi aynı insanların orada olacak olması, devre arasında atak yaptığımız kaleye doğru kapalıda yer değiştirmemiz, öncesinde albatros'ta içilen biralar. bunlar da ibadet şekillerimdi benim. demokrasiyi reddetmiştim, babadan oğla geçen saltanatlık sistemiyle yaşantımı sürdürüyordum kimi zaman cumartesileri, kimi zaman pazarları.

inandığım her varlık ve yokluk için sonuna dek mücadele ettiğim için ve bugüne dek inandığım her şeyi de bir gün kaybettiğim için altay'ın göz göre göre küme düşürülüyor olması da artık canıma tak etti. dil ve kemik ilişkisi bende son derece ensest olduğu için de kelimeler ağızdan çıkarken vize kontrolü yapmıyorum. neyse o.

yarın son görevimi yapmak adına adana deplasmanına gidiyorum. yenersek, yenilirsek, berabere kalırsak böyle olur senaryolarını bıraktım. bu kez içimde bir umut, kazanıp kendi göbegimizi kendimiz kesecegiz diyor. diger tarafım da gerçekleri görüp, çoktan düştüğümüzü biliyor. biraz umut, biraz azınlığın başkaldırısı ama en fazla da inandıklarının peşinde koşma arzusu...

sabah uçağın tekerlekleri adana'ya indikten sonra neler olacak bilmiyorum ama son kez formanda ter olmaya geliyorum büyük altay. babamın da bıraktığı gibi mi bırakacağım seni bilmiyorum altay ama telefonun diger ucunda babam bana sakın gitme adana'ya derken, içinin adana'ya gelmek için can attığını ve benim yerimde olsa en önde gidecegini biliyorum.

12 Mayıs 2011 Perşembe

15.05.2011 tarihli ADANASPOR-ALTAY Bank Asya ligi Karşılaşması Hakkında

Bugün internet ve gazetelerde çıkan haberlere göre ilgili maçın oynanacağı statta Adana ili Güvenlik kurulu kararı misafir takım taraftarı alınmayacakmış. Adana İl Güvenlik Kurulu son günlerde yaşanan olayları da emsal göstererek Altay taraftarlarının Adana'da tribünlere alınmamasını kararlaştırmış.

2001 yılında Diyarbakır'da oynanan Diyarbakır-Altay maçında Altaylı taraftarlar maça alınmadığı gibi oyuncuların soyunma odasına da gaz verilmişti, ayrıca oyuncular çıkış tünelinde belinde tabancalar olan kişilerce ölümle tehdit edilmişti. Maçı naklen yayınlayacak olan TRT kurumunun kabloları kesilerek maç naklen yayını engellenmişti.

O tarihte o maçı yöneten Bünyamin Gezer, Pazar günü oynanacak Adanaspor-Altay maçına yeniden niye görevlendirildi acaba?

Bu defa "Sporda şiddet Yasası" bahane edilerek maça karşı takım taraftarı alınmıyor. Aynı gün TRT kanallarında üç yayın var iken bu maç yayınlanmıyor. Ligde hiçbir iddiası bulunmayan Diyarbakır-G.Antep B.S.B maci naklen yayinlaniyor. Maçın oynanmasına sadece 3 gün kala, taraftar organizasyonunu yapmış Altay taraftarını, değil stada, Adana'ya alınmama kararını alındı. Bu kararı il güvenlik kurulu alırken, diğer merciler bu kararda ne kadar etkili oldu acaba?

Bu kararı alan il güvenlik kurulunun başında ki isimlerden Adana Emniyet Müdürü Mehmet Salih Kesmez'in aynı zamanda Adanaspor yöneticisi olması doğru mu? Doğru ise bu kararın objektifliği hakkında TFF nezdinde bir soruşturma olmayacak mı acaba?

Bank Asya liginden düşecek son takım maçlar oynanmadan masa başında belli oldu mu? Bu takım ALTAY mı?

Lütfen yukarıdaki sorularıma cevap veriniz.
Lütfen bu rezalete önceden el koyun ve oynanan kirli oyunlara müsaade etmeyin.
Adanaspor-Altay maçına konuk taraftarların alınmasını ve maçın naklen yayınlanmasını istiyorum. Gereğinin yapılmasını rica ederim.

8 Mayıs 2011 Pazar

annenin günü

bu gün de herhangi özel bir gün gibiydi.
insanların saygı ve sevgi amaçlı, günün anlam ve önemine ait insanlara misafirlige gittigi, hediyeler aldığı, mutluluklarını doyasıya paylaşabildigi benim ise yine yalnız geçirip, keşke öyle degil de böyle olabilseymiş zamanında bugünü daha farklı değerlendirebilirdim dedigim bir gündü.

hali hazırda bu hafta yeterince yalnızlık, farklı olmak, herkesin sustuguna çığlık atmak nedir, bunun bedelleri ne kadar ileri gidebilir yaşamışken bugün sabah yine kendi kendine geri sarıyordu film. bozuk bir film. çok sevdiğim için daha önce defalarca izledigim bir film.

çevremde sıfat verebildigim insanlarla aynı duyguları paylaşıyorum hayata dair. çember çok daraldı artık. halen çapımız 2r'den ibaret ama r'nin ne anlama geldiğini bir ben, bir sen, bir de o masadakiler bilebiliyor. r kimi zaman kaçış oluyor, kimi zaman huzur, kimi zaman sıkıntı ama her zaman altında bir kadeh, bir şişe ve gerçek bir muhabbet yatıyor. zaten halen buralarda kalabilmemize destek olan da bu r'nin alfabenin sonlarına yakın bir harf olması. sıra daha ona gelmedi.

filmin bugüne dair olan kısmı daha çok başlara ait. sonrasında bugünü tekrarlayamadık. kopmalar yaşadık. senaryo güzeldi ama sahneyi iyi çekemedik biz. rol yeteneğimiz yoktu, oldugumuz gibiydik. herkesin biçtiği rolü kendi karakterlerimizin getirdikleri ve özellikle götürdüklerinden ötürü iyi oynayamadık. zaten eskiden biz vardı, birinci çoğul şahıs. biz onu, üç tane tekil şahıs karşılığında bozdurduk. sonra bizlik krediler çektik eksikliğini hissettiğimiz için ama geri ödemekte zorlanıyoruz.

bir kahvaltı hazırlanıyordu o zamanlar evin birinde. pazar sabahı. her pazar ayrı ama mayısın ikinci pazarı daha ayrı olanlardan bir tanesi. boyozlar ayrı çıtır, gevrekler aynı mayalı, izmir'in baharı ayrı güneşli. ben yumurtanın sarısını ayırıyordum o zamanlar, sevmezdim. mutfak tarafındaki tatlı telaşı romantik radyonun yabancı, romantik şarkıları beslerdi. sonra romantik radyoyu da satın aldılar. onun da frekansını 95.2'den 101.0'a taşıdılar. biz dağılmıştık, o da satılmıştı.

her zaman ağlamaklı olan o kadın sesi, mayısın o ikinci pazarında ayrı bir hevesle çağırırdı bizi bahçeye doğru. bilirdi nasıl şımartılacağını her kadın gibi o gün. kahvaltı hazır! aslında hazır olan kahvaltı değildi. hazır olan senede üç bilemedin beş günde masaya serilen biz'in bütünlüğüydü. mayısın ikinci pazartesisi ya da üçüncü pazarında ben çok iyi bilirdim o masada birinin eksik olacağını.

sonrasında garip bir şekilde ilk ben ayrıldım o masadan. o güne kadar izlediğim filmin bende yarattığı yarı suskunluk, yarı sivrilik karşılığında istanbul'un yolunu tutuyordum. biz'i üçüncü tekil şahıs olarak bozduran ben oldum. sonrasında mayıs'ın her ikinci pazarında ya telefonla konuk oldum o masaya ya bir çiçek gönderdim yerime ya da hiç o masaya ait olmayan biri gibi davrandım. ne uzaldım ne kısaldım bu yokluklardan ötürü ama bir yerden sonra hüzün pompalamaya başladı kalbim, mayısın ikinci pazar sabahlarında.

bu sabah da öyle oldu. evde yalnız kaldıktan sonra bir sigara yaktım. içeride uyuyan erasmus'a bir kahvaltı hazırlayayım dedim. taze ekmek, gazete ve gevrek almak için dışarı çıktım. bizim hüzünler masturbasyona dönüyor bir yerden sonra. bir telefon valide sultan'a, aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor. bir telefon aziz peder'e, oglenin birinde rakıya oturmuş. hayat ona güzel. fırına giriyorum. radyoda bir sezen aksu şarkısı çalıyor. bir yerlerden anımsıyorum bu şarkıyı. sonra gözümün önüne meşhur no-frost buzdolabılımız ve üzerinde valide sultanın el yazısıyla ben istanbul'a giderken yazdığı o not geliyor.

Bölünür sancıyla uykular
Sığınak değil en kuytular
Gökte ay on dört ben dolunay
Son hatıranı sinene say
Bu kadarına razıyım yar

bir kez daha elim telefona gidiyor. ellerimle birlikte dudaklarım da titriyor o tonlamayı duyunca. seni sevdim ben aslında ama yeni yeni keşfediyorum sevmek neymiş, o yüzden çok hissetiremediysem özür dilerim diyorum.

o yine kırılgan ses tonu baş gösteriyor telefonun diğer ucunda. dinliyorum. tek bir cümle çıkıyor ağzımdan. çok zor be anne!

5 Nisan 2011 Salı

garip



çok tehlikeli bir kitaptı izmir için. bir kısmını okuyup, kalanını yola bırakmıştım. yangını benzin döküp söndürmeye çalışmak kadar ahmakçaydı ama o parlama anına da herkes tanıklık edemez. havaşta kendime yarattığım o mukemmel hüzün üçgenini 20'lik Jameson ve ipod tamamlıyordu. eşkenar bir üçgen.

bazı duyguları ifade edemiyorum. aklımda kelimeler belirmiyor. birkaçı gözümün önüne geliyor, hiçbirine yeterince ısınamıyorum. hissettigim duygunun yanında hafif kalacaklar gibi hissediyorum. kendimi ifade edememe çıkmazında kalmak hoşuma gitmiyor. buralara ait sevdigim tek kurumsal yapı olan turk dil kurumuna sitemlerimi iletiyorum içimden. sonra tek bir kelime çıkıyor ağzımdan. garip.

insanın ağzından çıkabilecek tek bir cümleyle, birden fazla hayatın tam tersi yönde gidebileceğini daha öncesinde çok görmüştüm. düşüncesizce edilen bir cümle ne ayrılıklara, ne kavgalara, ne büyük küskünlüklere dönüşmüştü yakın çevremde. tek bir cümleyle babasını kırıp, akşamına babasını kaybeden adam tanıyorum ben. kırkbeş sene her gün öldü sonrasında.

hali hazırda sebahat abla ve eşref abi tarafından beton olarak yaftalandığım için, bana kurulacak cümlelerin de daha fazla canımı acıtmayacağını düşünmüş olmalılarki dille kemik arasında son derece ensest bir ilişki izledim bir süre. sonra mola istedim. neler olduğunu anlattılar bana... kapalı kapılar ardında, yazılı kağıtlar üstünde, gözü yaşlı mendiller eşliğinde, hıçkırıklarla bölünen konuşma çabalarıyla... yapacak hiç birşey yok diye düşündüm. gerçekten yapabileceğim hiç birşey yoktu. Kinyas'ın yolu geldi aklıma o anda. şimşek gibi çaktı bütün dünya üzerime.

içeri girdim. yine aynı surat.
garip diyebildim ilk olarak karşısına oturduğumda. bugüne dek ağzımdan çıkan çoğu kelime olay yarattığı için etrafımdakiler de bu kez kime çarpacağımı bekliyorlardı tedirginlikle. garip onlar için son derece sıradan bir kelimeydi o an için. sonra garip kelimesinin altında yatan, kokan, konuşan, anlatan, gülebilen ne varsa hepsini anlattım. ben anlattım, o dinledi. ben on dakika boyunca anlattım, o bir hafta sonra ilk kez dinledi. ben on dakika boyunca kayıp on seneyi anlattım, o bir hafta sonra ilk kez değil belki elli beş sene sonra beni ilk kez dinledi.

bundan sonra ne yapılması gerekiyorsa hepsine tamam dedi.

ben ağır adımlarla dışarı çıktım. ipod yoktu. izmir'in sesini duymak istedim. bir sigara yaktım. kendi kendime mırıldandım.

helal olsun aşk olsun
gözlerimde yaşlar
durmadım
dönülmez geriye

21 Mart 2011 Pazartesi

top yuvarlaktır


"beni cumartesileri hayvanat bahcesine götürürdü. pazardan amasya elması alırdık keçilere atmak için. sonra bahadır'ı beslerdik. ben hep uzak davranırdım. sonra rahmetli oldu. pazarları futbol oynardık. ikimizde oyundaydık."

o zamanlar futbol doksan dakika degil. atan galip yiyen maglup mantıgıyla işliyor herşey, babalar yoruldugunda. ama babalar beraberligi bekliyor bunu demek için, ibnelik yok oyunda. şimdi geriye dönüyorum, her sahada bir socrates var aslında. saha dışına mesaj gönderiyorlar. atarsan galip, yersen maglupsun.

-18'le başlıyoruz lige, önceki hayatta şike yaptık diye. ilk bes mac da sahamız kapalı. umudumuz yok bu sezondan. önümüzdeki maçlara da bakmak istemiyoruz biz. seyircisiz oynuyoruz macları. ama sahada iyi oyun sergiliyoruz. hani yazıyorum da kimse okumuyor gibi. hani yasıyorum da kimse bilmiyor gibi. arada bir cıkıyorum piyasaya, icq'da invisible'dan gelen mesaj gibi mutluluk saçıyorum ortalıga. sonrası hep appear offline.

büyüdükçe futbolda uzatmalar oldugunu öğrendim. penaltılar geldi sonra. ingilizcesi sudden death olanından. yıllar sonra adamın birinin yanıbaşımda tribünde maç izlerken sudden bir şekilde death'e kavuşacağını hayal edemiyordum o zamanlar. sonra ölümün hayallerini kurmaya başladım. tam bizim ergenlik dönemimizde fifa, altın gol diye bir yalan çıkardı, hayallerimi baltalarcasına. hayat geçmişe dönüyordu. atan galip, yiyen maglup mantelitesi geri dönmüştü. atan tarihe altın harflerle kazınıyordu, yiyen tarihe gömülüyordu.

futbol, bir topun peşinde koşan yirmi iki adamın para kazanırken küfür yedigi işletme biçimi. hayat, gol atmak için milyonlarca insanları çalımlayıp, bambaşka milyonların savundugu kaleye gol atmak için çabalanan bir oyun.

futbolun da hayatın da bir oyun oldugunu anlamam tam yirmi yedi senemi aldı. kazananı ya da kaybedeni yok aslında. tarih de yok. ben o formayı terletenlerden bir tanesiyim sadece. ben yarın yokum. jübilem de olmayacak. attıgım güzel goller jenerikleri de süslemeyecek. bugün nefes alıyorsam tamamen şans eseri. ben sadece giydigim formanın hakkını veriyorum. bana biçilen rolün dışına çıkıp kornerde gol kokluyorum. kanter içerisinde kalana kadar yaşıyorum. terlıyorsam hakkını vermelıyım dıyorum. kanla da terle de yazsan da farketmez, sulara yazdıydan eger.

puan farkını kapatıyoruz koskoca bir sezonda.
fınal macına cıkmısız. normal süre ve uzatmalar berabere sonuclanıyor. penaltılardayız. son penaltı benım. atarsak sampıyonuz. topu beyaz noktaya koyuyorum. sudden death işte. heyecan çok yüksek. herkes golu atmamı bekliyor. tribünde onbinler, ekranda milyonlar. atarsam galibiz, atamazsak maglubuz. ilk kez kazanan ve kaybedenin kaderi benim elimde ve kendim yönlendiriyorum. alışık degilim buna.

geriliyorum. sağ ayagımı kasıtlı biçimde geri sallıyorum. lifim atıyor. bilerek lifimi attırıyorum. penaltıyı kullanamıyorum. yerime atan da kacırıyor. kaybediyoruz. futbolu bırakıyorum sonrasında. televoleler peşime takılıyor ama nafile, kimse izimi bulamıyor.

yıllar sonra bir gün sahaya çıkıyorum.
evin yakınındaki okula, ufaklıgı top oynamaya goturuyorum. pazar rutinimiz bizim. iki farkla öndeyiz, ben savunmadayım. rakip berabere yapıyor durumu. atan galip, yiyen maglup diyorum. herkes gözümün içine bakıyor, ne diyor bu adam diye. kısa sürede golü yiyoruz. gençler söyleniyor. pazar keyifleri kaçıyor hepsinin. yıllar sonra yorulunca, o pazarlara ne anlamlar yükleyeceklerinden haberleri yok.

ben oglanı eve bırakıp, rakıya oturuyorum. zamanında beraber oynadıgım adamlar masada her zaman kendilerinin olan yere oturuyorlar. çok kalmamışız. zaman sıraya dizmiş hepimizi. hala birkaç cümle kurabiliyoruz aramızda. "hayatın uzatması yok. doksan dakika sadece ve o doksan dakika bir anda uçuyor" diyorum. biraz geçmişten, biraz da gelecekten katıp son yudumumu alıyorum rakıdan.

sampıyonlugu kaybettigimiz o günü düşünüyorum. yıllardır her gece o penaltıyı atıyorum ben. kimsenin haberi yok. kimse bilmiyor. kimse okumuyor.

eve dogru giderken, gençlikten kalma bir alışkanlıktan ötürü ipod'umu takıyorum. her zamanki gibi shuffle'dayım. basıyorum üçgene. bazen, ne yaparsan yap, olmuyor bazen...

bil beni, al beni
bu saçmasapanlıktan kurtar beni
uykusuz gecelerin
gizli örtüsünden çıkar beni

ben bunları kimseye anlatmadım
kendimle bile konuşmadım
ben bunları kimseye anlatmadım
bir tek sen duy diye,
sen bil diye,
sen anla diye...

7 Mart 2011 Pazartesi

my past haunts me here

ne kadar degistirebilirsinki yasanmislari. gecmisi. cogu zaman geriye donup, eski sayfalari okudugunda tebessumle anarsin di'li gecmis zamani. ozne sensindir. ozne yuklem uyumunu da saglayabildiysen turk dil kurumu tarihine gececek bir hayat surmussundur. ama ne yazikki bu kurumun insanlarin yasantisini takip etmek gibi bir gorevi olmadigi icin kurumsal bir yapinin takdirini goremezsin. plaket vermezler ama kompradorsundur. etrafindaki insanlar tarafindan iyi bir hayat surdugunun kulagina fisildanmasi hosuna gider. boyle devam eder hikaye. herkesin tatmin duygulari farklidir. duymak isterler, kalabalikta onore edilmek.

ben hep devrik cumleler kurdum. uc noktayla bitirdim cumlelerimi. ozne yuklem uyumunu yasamayi gectim, genelde gizli ozne oldum. saklandim. ismin yerine gecen zamir oldum. hic oldum. kimilerinin atamadigi ciglik oldum, kimilerinin masaya vuramadigi yumruk, kimilerinin kiramadigi bardak, kimilerinin yasayamadigi hayatlar oldum.

koluma hic yazdirmak ilk hedefimdi. uzun zaman dusundum. tanriyi bile o kadar sorgulamamistim. halen unutmam galatasaray'dan cikip da house cafe'ye gidip ictigim o long island'in tadini 2008 agustosunun son gunundeki. kimilerinin insanlarla, kalabaliklarda yasadigi tatmin duygusunu ben dovme yaptirarak hissediyorum. arada bir sag kolumun icine bakip derinlere daliyorum. gecmisin yuklemelerini omuzlarimda hissettikce, yurudugum yolun bir hic oldugunu bilmek hosuma gidiyor. hayata tutunuyorum. o zaman ozne yuklem uyumu saglaniyor iste en dogalindan. hic birsey yok!

cok dusundum kacip gitmeyi. yirmiyedi yili bitirdim, son onsekiz yildir gitmeyi dusunuyorum. once aksoy'u, ucgen potayi terk ettim. sonra ilki kadar siddetli olmasa da ortakoy'u, en sonunda da etiler'i terk ettim. terk ettim, terk edildim, durmadim devam ettim, cikmaz yolun sonunda kendime kendim yettim misali hepsi.



cumartesi gunu ayriydi. kopruden onceki son sikisi gordum birkac ay once. once istifa ettim, sonra devam ettim. cok trafik vardi. kopruden karsiya gecmeye kalkanlar dort yildir koprude mahsur kalmislardi. ayrica kopru trafigi de oyle herkesin yol acilsin diye bekledigi bir yer degil. dev kamyonlarin hurda arabalari ezip gectigi bir show dunyasi, benim cocukken star'da izledigim gibi. benim daha ehliyetim yokken altimdaki tek kapili, sifir kilometre arabayla o kopruye girmemin bir manasi yok diye dusundum.

arabada yanimda yirmi yilin mimari vardi. tum gecmisimin sahidi. benim ne zamandir bu yolda oldugumu bilen en iyi co-pilot o. haritayi her zaman cok iyi okuyan ve bana en samimi bicimde kestirme yollari anlatan adam. gecmisin en aydinlik, belirtili isim tamlamasi. tamlamanin tamlayani. ben oznelige layik goruldugumdeki en iyi gizli ozne. dunum, bugunum, yarinim.

kopruye girmeyip, sahil yolundan gidelim konusunda hemfikir olmustuk. gittigimiz yolu degil haritalar, herhangi bir gps sistemi bile tanimlayamiyordu. gecmis, geride kalmisti. geriye donup bakmak yoktu. onumde sadece karanlik bir yol vardi...

yoldan birini alacagimizi soyledigimde, "onunu bile goremiyorsun kimi nereden alacaksin" dedi bana. "rahat ol" dedim en rahat halimle. dusunmedim hic. acaba demedim. yoldan misafirimizi aldik. arabada tanistilar. abartilar yok, kendileri tanissin istedim. yol muhabbeti guzeldir, samimiyet varsa kac saat gidildigi dert edilmez. guzel bir playlist de varsa eger, buradan dunyanin obur ucuna bile gidilir dogru insanlarla. dogru insan vardir, dogru da insana baglidir.

galatasaray'da bulustuk. once ben oturdum koltuga. muhabbet, sohbet. gidiyoruz dedim, ona gore bir dovme yaptiracagiz. my past dedim, haunts me here. bugune dek yasanan, yasatilan, ne varsa geride birakiyorum. hormonlu cilek yiyip de kuyrugu cikmis bir adam gibi yasamak istemiyorum artik gecmisimi dedim. kimse anlamadi dedigimi, ben dahil. yeni bir yolculuga cikiyorum en nihayetinde. eve donuyorum ben. hep aradigim o evi buldum.

tam bir saat surdu yirmiyedi yillik hayatimi silmem. atmis dakika. once cok acidi canim. bicaklandigimda bile bu kadar acimamisti. her harfin icinin doldurulusunda bir sene daha atiyordu. tam onsekiz harf. my past haunts me here. her harf icin bir sene. her harfin etrafinin cizilmesi 12'ser ay, her harfin icinin doldurulmasi 30'ar gun. hepsini yasadim tek tek. bitti dedi en sonunda. kalktim, aynaya baktim. kendimi gordum. soluma baktim, en sevdigim gecmisimi gordum. sagima baktim, gelecegimi gordum. bir bira actim. herhangi bir yere vurmadan kendi kendime serefe dedim. buyuk bir yudum aldim. soluk borum bombostu. akti gitti butun bira. bebek gibi nefes aliyordum. transformal nefes ise yaramisti. transforme olmustum. en sevdigim cizgi filmlerden biriydi transformers. transformers: more than meets the eye!

sonra cocuksu bir neseyle gecmisi ve gelecegi izledim. gecmisin, koluna mulk sahibini, en dogruyu, en sevileni kazimasini izledim. gelecegin, en buyuk rakibi zamanla olan duellosuna taniklik ettim. gecmis, gelecek ve hic gelmeyecek olanin bir odada ne kadar mutlu olduklarini izledim. sonra taclandirdik o gunu bir istanbul manzarasinda. guzel muzikler eslik etti bize. abartidan kactik.

akreple yelkovan kizaga alinmis. turk dil kurumu ozne ve yuklemin siddetli gecimsizlikten oturu ayrilmasina karar vermis, meger yillardir onlari takip ediyorlarmis. zaman dilimleri kaldirilmis. haritalar bastan cizilecekmis tum dunyada. oyle diyorlar. bizi bozmaz...

ama yazilsin bir kenara. 5 mart...

17 Şubat 2011 Perşembe

daltonların ilk firesi

16 yaşında bir kadeh rakı koydu önüne babası. kitaplara konu olacak bir rum evinin terasında, meşhur alsancak esintisinin gölgesinde. o günden sonra vedalaşmadı rakıyla. artık azalttı diyorlardı. günde bir 70'liğe düşürmüş. çok sessizdi, hiç konuşmazdı. belki en başından tepkisini koymuştu. çok yakışıklıydı o eski dar paçalı, kesik kollu fotograflarda. siz gidin, ben arkadan geliyorum der gibiydi her seferinde. kızı hande'yi kaptan çok severdi. kendi kızı gibi çoğu zaman, belki de ilk kez amca olduğu için. arada öyle oldugunu idda ederdi.

mustafa denizli'yle sıra arkadaşı, takım arkadaşı, hayat arkadaşı. denizli'nin galatasaray'a transferi için istanbul'a beraber gitmişler. görüşmeyi yapıp beraber dönmüşler. uçakta bir şişe viskiden sonra kemal zorlu almış ikisini. denizli gitmem diye tutturmuş, alsancak'ı bırakamam. tayyip tabiki de gazı vermiş. sonrasında zorlu döve döve denizli'yi yolluyor. tayyip, alsancak çukuruna hapsoluyor. çıkamıyor, çıkmak da istemiyor.

daltonların en büyüğüydü. ben onu gördüğümden daha çok gördüm daltonları. ama yine de sevmiştim. kaptan çok severdi. sonra araya eşler, evler, mülkler, ölümler girdi. iyice koptular.

dün huzursursuzlandı kaptan. gideyim artık, son kez göreyim dedi. gitti, görememiş.
klubün resmi sitesinde haber yapmışlar ölümünü. gurur verici.

15 Aralık 2010 Çarşamba

Ölümsüz'dü Fantom

Servisteyim. Saat 6’ya yaklaşıyor.
Günlerdir içinde olduğum ruhsal travmadan bahsetmeyecegim. Zaten boyle birşey için serviste bilgisayarı da açmam. Derdim başka...
Normal kafa yapımdayken herşeyi sorgulayan, gerçekliğin ardındaki mutsuzluğa kanat çırpan beynim bu aralar anormal bir kafa yapısında olmasından ötürü daha beter sorguluyor. Sene sonu envanter hesabı yapıyorum. kayıp>kazanç.

Mesaj, servis hareket edip de inceden hızlanmaya başladığında geldi. Aziz Peder yazıyordu. Sabah mesaj atmıştı, sitem dolu. Sinirlenmiştim. Normal frekansta konuşmalarımızın üç günde bir oldugunu düşünürsek, elli sekiz yaşında bir adamdan aynı gün içerisinde ikinci kez mesaj almak beni şaşırtmıştı. Oglenki konuşmamıza istinaden duygusallaştı herhalde dedim. Mesajı açtım. “Fantomu kaybettik başımız saolsun”.

Fantom’u kaybetmek.
Ölümsüz Fantom. Babamın en yakın arkadaşı; “Bu pezevenklerin hepsi yalan, bir tek o gerçek.” dediği adam. Çocukluktaki arkadaşı, gençliğinde damarında zaptedemediği kanı, tribündeki yegane duvarı, olgun olunmaya çalışılan dönemlerdeki sırdaşı. Yaşlılıkta geriye dönüp, geçmişi ince de olsa bir tebessümle anabildigi tek dostu. Kimi zaman herşeyi. Alsancak çukurunda ayakta kalmayı başarabilmiş yegane insan. Hayatı her daim yaşamayı bilmiş, hala şahsına münhasır o gür kahkahasını eksik etmeyen, hayattan çalmayı kendine iş edinmiş modern zaman Robin Hood’u. Yaşamı boyunca şeytana sadece pabucunu ters giydirmemiş, şeytana kendisinin tanrı olduğuna inandırmış adam. Fantom lakabını ölümsüzlüğünden ötürü hak eden ve dolayısıyla sevmeyeni, düşmanı da çok olan adam.

Benim için yeri apayrıdır. İlk sigarayı beraber içmiştik. “Bunlar cankuş olmuş lan” demişti hakkı abi’ye, babamla beni gösterip. “Altay yırtar, Genç Altay parçalar”ı dillere pelesenk eden adam. Arada sırada canım sıkıldığında arayıp hatrını sorup, beş dakikadan ibaret konuşmamızda keyfimi yerine getirirken, her daim dogru mesajı verebilen adam. 4 Şubat 2009’da Altay logolu pastamın fotografını çekip, MMS olarak sadece ona gönderebilecek kadar çok sevdigim adam. Babamın Fantom’u... Benim Pika’m, Peja’m...

Şimdi öldü o adam.
O korkulan “ölüm” kelimesi ancak bir insana bu kadar yakışabilir. Vefat etti ya da kaybettik kelimelerini kullanmak onun elli yedi boyunca hüküm sürdüğü bu topraklarda karşılaştığı her canlıya ihanet demektir. Fantom’a yakışmaz. O gözlerin içerisindeki yaşama hırsına tanıklık etseydiniz bunu anlardınız. Ölüm kelimesinin o soğuk, korku dolu, buğulu, gizli, insanı top böcegi gibi içine çeken havası, onun adının önüne ya da arkasına eklendiğinde aciz kalıyor. Fantom'un kudreti ölümün gerçekliğini de kaybettiriyor. Kaybettik ya da vefat etti gibi kelimeler az gelir. Yetmez. Sanki iki gün sonra geri gelecekmiş hissi yaratır çünkü bilirsinki o ölemez. Ama öyle değil. Gitti işte. Siktirdi gitti bu dünyadan. İki kez yeniledigi damarları bile ayak uyduramadı ona. Onlar da yenik düştü, bu dünyada herkesin ona karşı yenik düştüğü gibi. Ölümsüz Fantom, kendi ölümünü de kendi çağırdı.

Şimdi ben hala servisteyim.
Daha köprüye bile ulaşamadık. Kulağımda kulaklık laptop’a gömülmüş bunları yazıyorum. Neresinden baksan serviste onbes kişiyiz. Bunların hepsi evlerine gidip, yemeklerini yiyip, dizilerini izleyip, yarın tekrar ofislerine gelecekler. Ben de öyle. Ve sorun da burada başlıyor zaten.

Ama sistemin karşısında durursan... dünyayı değiştiremesen de dünyanın seni değiştirmesine izin vermezsen, ölümsüzce yaşarsan... Bugün onbes kişilik bir toplulukta tek kişi seni düşünür ama kalbiyle hissederek düşünür. Bu servisteki onbes kişinin aynı anda sevebilecegi tipte de insan olunabilir. Sıradan, sessiz, etliye sütlüye karışmayan ama gün gelir hatırlamazlar bile adını. Bu serviste benim dışımda kalan ondört kişinin adını bilmedigim gibi.

Fiko, Oflu, Turgut, Fero gibi niceleri geldi geçti. Bende izler bıraktı. Aslında sadece bende değl hayatın kendisinde izler bıraktı bu insanlar. Süper kahraman değillerdi, dünyanın en iyi insanları ya da en başarılı insanları da değillerdi ama hepsi kendi yolundaydı. Kendi yolları vardı bu adamların. Bundan sonra Kaptan, Neco ve digerleri de gidecek. Onlar da kendi yollarında, kendi yordamlarınca gececekler bu gösteriden.

Ne olursa olsun geride hep birileri kalacak. Ben gitsem de geride birileri kalacak. Kalan sağlar bizim olsa da, o yerler asla dolmayacak ve aynı yollardan kimse geçemeyecek. Kalbe giden o apayrı yollardan.



Soldan Sağa: Fantom, Pepe Hakkı, Kaptan, Hiç..

13 Haziran 2010 Pazar

sevgiler saygilar #2

ne?
kim?
ne zaman?
nerede?
nasil?
neden?

ne? dogdum.
kim? ben.
ne zaman? 04.02.1984.
diger sorularin cevabini henuz ben de bulamadim. aramiyorum da zaten.

arayip bulsaydim da asagidaki kareleri yasadigim gun tum cevaplarin yanlis oldugunu anlardim. bir mucizenin izdusumu bu. dusup paramparca olup, izleri takip edip bir butunu olusturma cabasi. eksik parcasina ragmen yine de bir butun olabilme yetisi.

esasa gelelim. yine de gulunebiliyor hayatta!!



onceki gece izmir'e olan hasretimizi sabahin ilk saatlerine kadar sokaklarda bira icip, tuzlu cigdemle gecirdigimiz icin uyku katsayimizla gozlerin capi dogru orantili ama soldan saga berk, kanka ve peja. berk'in tarihi eskilere dayanmiyor ama cabuk yol aldi, bir masanin hatrina oradaydi. faik ve onur hakkinda hangi hikayeyi anlatabilirim bilmiyorum. sadece yanimdalardi demem yeterlidir. saskinligin ardinda kalan kisimlar anca beraber sondurulen gecelerde kelimelere dokulebilmisti geride kalan yillarda. cogu zaman felegin cemberine kufru basiyorduk, dilimizin donemedigi kisimlarda da cocuksu gozyaslarimiz birbirine karisip, hayat denizine dokuluyordu. zamanla icimizdeki herseyi kuruyacagin farkinda degildik o zamanlar. oyle olacagini bilsek daha cok gozyasi dokmek isterdik sanirim.

berk'in gorevi davetiyeleri (evlilik fermani) dagitmakti. faik yasinin, pardon cussesinin geregince ortaligi toparlayan amcaydi. onur da deftere sahit olarak imza atiyordu.



nikahtan sonra bostanli'ya gittik. oturdugumuz yerde alkol olmamasi masadaki tum erkekleri uzdu dogal olarak. cok icerek taclandirmaliydik o saatleri. altyapimiz bunu gerektiriyordu ya da temeldeki eksikliklerden dogan bosluklarin harcini alkolle karip, doldurmaya inanmistik. eve donunce arayi kapattik o ayri, hepimiz mutluyduk. cok derin konusmalar gecmedi ama herkesin gozlerinin ici guluyordu. kaldiki masadaki kadinlarin hepsi talihsiz evlilikler gecirmisti. nankorluk etmeyeyim. evlilikler guzeldi ama talihsizlikle sonuclanmisti. hangisine sorsan, tekrar geriye donmek isterdi. onlar da karsilarinda sergilenen tablonun saskinligi icerisindeydi. hangimiz degildik ki?

fonda sezen'den bir sarki calmaya basladi. kendi akranlarimda bile asagidaki gibi bir mutluluk gormedim.

başımı omzuna yaslamaya
hayata yeniden başlamaya
bağında, bahçende, pınarlarında
içimi yıkamaya geliyorum




aslinda sadece fotolari koyacaktim. onlara baktikca yazasim geldi.

27 Mayıs 2010 Perşembe

23 Mayıs 2010 Son Final


Persembe gunu uzatmalarda tiago’nun golunden cok sonra kendime geldim. Mac biteli dakikalar olmustu, babam yurtdisindan tebrik etmek icin aramisti ama duymamistim. Izmirden gelen, mactan maca karsilastigim, goremesem de yakinlarda biryerlerde olduklarini hissetmenin guven verdigi altay sevdalilariyla artik dondugune inandigimizdan talihimizden bahsediyorduk. Hemen takilivermistik felegin celmesine de havalarda ucusumuz zaferimizdenmis gibi geliyordu bize. Telefonun ucundan izmirdeki sevdalilarla coskumuzu paylasiyorduk, pazarin planlarini yapiyorduk. Agzimizin sulari akiyordu tum ulkeye super lige ciktigimizi haykirmak icin. Yillardir icimizde hapsettigimiz her sene buyuyen cosku, cizgi filmlerdeki gibi bizi olagandisi fiziksel sekillere sokup, sisirmisti.

Ne cumayi hatirliyorum, ne de cumartesiyi. Kendimi inandirmistim seytanin bacagini kirdigimiza. Simdi seytani, kendi bacagiyla nakavt etmek vardi sirada. O kadar doluyduk biz, harcaniyorduk bu ligte, yerimiz belliydi bizim. Ne saatler ne de dakikalar gecmek bilmiyordu ama pazar sabahina uyanmistik sonunda. Babamdan bana devredilen bir gelenekle nevizadeye raki icmeye gittim iki altay sevdalisi dostumla. Ilk gittigim maci hatirliyorum, sezonun ilk macinda kocaeliyle oynuyorduk, lemi’nin geldigi seneydi. Babam elimden tutup, hadi artik zamani geldi demisti uzerime formayi gecirip. Mactan iki saat once bornova sokaginda almistik solugu. Rakilar kondu, ‘kucuge de bir bira’ dedi babam. Yasa mehmet, apo abi, nasir abi, omur abi, kor coskun, suat abi kisacasi babamin cocuklugundan beri kimi zaman o formayi terletirken pas aldigi, kimi zaman tribunde omuz omuza geldigi dostlariyla ayni aski her hafta yasadiklarini hissettim. Ayni aski kirk yildir yasiyorlardi “Buyuk Altay” diye o alsancak’I inletirken. Yurtdisinda yasayan babam ogle saatlerinde arayip basarilar diledi. O da bulundugu yerden iki maci izleyip, bu maci almanin formulunu cizmisti. Bu sefer olacak dedi ve benim tarihe taniklik ettigimi, bunca seneden sonra altay’in zaferini gorup, super lig’e cikacagina sahitlik edecegim altay jenerasyonuna ait oldugum icin sansli oldugumu soyledi. Dogruydu, bugune dek altaya dair tecrube ettigim kazanc ve maglubiyetleri dengeye getirebilecek herhangi bir terazi kesfedilmemisti henuz ama artik hersey musaitti.

Mac oncesi olimpiyat stadina varinca gordum binlerce insanin gozundeki inanmisligi. Oradaki herkes altay’inin gucune guc katmaya, formasinda ter olmaya ve en onemlisi Pazar gecesi istanbul’a sampiyon olmaya gelmisti. Herkes tek bir agizdan haykiriyordu yedi yillik fetret donemine olan ofkesini. senede uc kez birbini gormek yetiyordu herkese yanindakine inanmak icin. Hayatin kendisi gibi sorgulamalara girmenize gerek yoktur altay tribunlerinde herkes omuza omuzada tek yurek olur, inanmistir o kolun sardigi omzun ait oldugu bedenin samimiyetine.

Dolu dolu, golle gecen ilk atmis dakikaya kadar hersey yolundaydi. Ekran basindakiler bizi zafere giderken izliyordu ve biz tribundekiler dusman catlatircasina birliktelik sergilerken, sahadaki savascilar da seytanla olan son dansin keyfini suruyordu. Ne olduysa ondan sonra oldu. Biz zaferden havalarda uctugumuzu sanarken felegin celmesine takilmistik meger. Biz yukselmistik ama ay yeterince kararmamisti. Yere dusunce hasar agir oldu, etrafimizda kimseler kalmamisti. Son yirmi dakikayi dusunuyorum da gercek mi, kader mi, bahtsizik mi hala adini koyamadigim o yasanan rituel ile yuzlesirken “yine mi lan” diyordu etrafimdaki herkes.

Inanamadim. Hala da inanamiyorum. Bitkisel hayattayim Pazar aksamindan beri. Hani buyuk olumlerden, ayriliklardan, kavgalardan sonra bir an olur ve tum zaman durur. Herseyin bir ruya oldugunu dusunursunuz. O an sadece bir saniyedir ve bedeninizde size can veren tum kucuk organizmalar haykirir “gercek” diye. Uyanirsiniz. Ama o bir saniye omre bedeldir. Oyleyim iste Pazar aksamindan beri. Son yirmi dakikayi oynuyorum hala. Bitmedi. O son dudugu calamiyorum. Cenk Ahmet’in ortasini burak’in indirmesini ve Yigitcan’in gelisine vurup aglari sonuna kadar havalandirmasini ve yanimda kim varsa ona sarilmami bekliyorum. Tanimasam da olur nasil olsa o da bir altayli.

13 Mayıs 2010 Perşembe

sevgiler ve saygilar

kac kisi annesiyle babasinin evliligine sahitlik edebilirki. ben sahit olmadim, cok sevgili medreruno resmi sahit oldu ama oradaydim. bu birliktelige sahit olmak da ondan baskasina da bu kadar yakisamazdi zaten. ucaktan izmire inince ipod'un shuffle'inda beirut farkettirdi bana hayatin bir saka oldugunu. cumartesi aksami evde yanan mangalda daha iyi anladim nereden geldigimi. valideden daha manyak, kaptan daha da asabi, en az onun kadar tekele bagista bulunma heveslisi bir mahsul cikmisti ortaya yirmi alti sene once.

hediyesini pazar ucaga dogru giderken verdik kaptanin. eee birader, bizde boyle. yersen. fotograflar da haftasonu. fotograf demisken, insanlar yaslandikca her kareyi dondurarak zamani avuclari icerisinde tutabileceklerini zannediyorlar, yine de kendilerini bu cocukca yalana inandirmalari guzel. alkolun de etkisiyle sarki soylememi istediler benden gunun anlam ve onemine dair, kiramadim ben de tabi. simdi bana kaybolan yillarimi verseler dedim, kimse anlamadi, bu mutlu geceye uymadi bu sarki dediler. bir cift goz aradim beni anlasin diye, uc cift gordum karsimda. uymustu!

asagidaki yazi da bir askin hikayesi. tam bir revolutionary road.

Küçükken annemle babamın evlenmeden önceki hallerini merak ederdim. Evlendikten sonra başkalaşım geçirdiklerine inanirdim. ikisinin de otuzlu yaşlarda oldugu dönemi hatırlıyorum da ne kadar yaşlandılar diye düşünüyördum onlar kırka dogru ilerlerken. Benim marul kıvırcıgı şaçlarım ve kepçe kulaklarım, onların kırlaşan şaçları ve yavaş yavaş harita kıvamını almaya başlayan alınlarına göre daha ciddi düşünülmesi gereken unsurlardı ama çocuktum ve benim o zaman hayata dair düşünmek gibi bir yetenegim yoktu.

Aradan zaman geçti, artık saçlar daha çabuk beyazlaşmaya ve kırışıklıklar artmaya başladı. Belli ki sıkıntı büyüktü, hayatı konuşmaya başlamıştım. Artık aklımın yettigi, dilimin döndügünce onları karşıma alıp konuşuyordum. Kelime haznem çok derin degildi o dönemler ama birkaç kelime ortak noktayı bulmamıza yetiyordu. Yine de hayat kimi zaman size sundugu imkanları kullanamadıgınız durumda daha fazla taviz vermiyor ve dikenlerinin canınızı yakmasından çekinmiyor. Bu diken batmalarına dayanamayan kahramanlarımız, daha fazla batmamak adına yollarını ayırırlar ve hikaye eş zamanlı olarak ufaklıgın büyümesi ve büyüklerin küçülmeşı ile seyretmeye başladı.

Tek bir kare anlatacagım;

Lişe’deyken üç günlügüne iştanbul’a gitmiştim, o zamanlar iştanbul’da bir hayat kuracagımı, yerleşecegimi aklımın ucundan geçirmiyordum. Sabah eve dönerken anahtarımı şıngırdatmaya başladım çünkü ben aksoy’daki evimizde babamın merdivenleri çıkarken anahtar şıngırdatmasını duyar ve ona anahtarını delige sokma şansını vermeden kapıyı açıp, boynuna sarılırdım. Bu kez roller degişmiştı. Dört senedir yaşamadıgı, benim belkide son senemi yaşadıgım o evin kapısını babam açmıştı bana. Kapının arkasından da annem çıktı. O zamanlar kolay aglardım ben ve yine koyvermiştim kendimi. Karşımdaki tabloyu tekrar yaşamak için ne diller dökmüştüm, o zamanki tek hayalim onları birleştirmekti ama yapamamıştım. Babam üçgenin hipotenüsü olup, bizi kolları arasına aldı ve tek bir cümle kurdu “herşey çok güzel olaçak evlat”. Eminimki on sene sonra bugünü düşünerek o cümleyi kurmamıştı.

Ne ruhun esrarı, ne de aşkın kudreti hayat gerçeginin önüne geçemiyor ve herkes payına düşeni günü gelince ödüyor. Hayatını aşk temeli üzerine kuran, şiddetli bir depremle yıkılan ve yıllar sonra yine aşk temeli üzerine daha saglam bir yapı inşa eden kahramanların hikayesi bu. Geriye dönüp yorulmamayı artık ögrenmiş, başını dik tutup önündeki birkaç senede birbirine eş olmayı kafasına koymuş, hayatın kendisine nanik yapıp, galibiyetlerini bir de defteri imzalayarak taçlandıran kahramanlar. Ne kahraman, ne cesur, ne güzel çocuklardık biz.

07.05.2010

19 Nisan 2010 Pazartesi

he is back!!



kaptan 8 senelik dunya turunu tamamlayip omrunun geri kalanini ulke sinirlari icerisinde gecirmek adina son adimini atiyor. onumuzdeki kisa vadede gececek konusmalar, kurulacak sofralar uzun donemli geri kazanimlari etkileyecektir. hayat kdv'sinin yol, su ve elektrik olarak geri donup donmedigini tecrube edecegiz.