31 Mart 2011 Perşembe

rakı



gece telefonun şarjı bitmiş. sabah ağır hareketlerle kalktım yataktan. salona gidip saate baktım, 8:30. çok iyi.

ofise geldim. sigara içiyoruz bir arkadaşla.
kaş'a yerleşeceğim diyor. en azından yazın. sonrasına bakarım... neyseki seninle samimi degiliz, rakı sofrasına meze olmuş muhabetimiz yok, demekle yetindim.
neden dedi. benim de tozlu raflarımdaki hayaller bunlar dedim.

32 yaş bu plan için ideal dedi.
tam yaşı hem de, ne yapacağız. 50 yaşımızda çoluk çocuk yerleşecek beyaz yakalılardan olacak halimiz yok ya dedim.
rakı içelim dedi.

sigara iki derin nefeste bitti. bir tane daha yaktım. daldım, gittim.

ne kadar uzun zamandır rakı içmediğimi hatırladım. bu hafta sonu bol bol rakı içeceğim için mutlu oldum ama o rakı masasının hatrına söylenecek mezelerin tatlarını çok iyi bildiğimi ve hiçbirini sevmediğimi hatırladım.

rakıyı susuz içerdi
sebahat ablayı sevdi
ortalığı duman etti
ah eşref abi

27 Mart 2011 Pazar

bazen ne yaparsan yap, olmuyor bazen

cok kendi halinde bir cumaydi. olmasi gerektigi gibi aksamustunden oncesinde icilmeye baslanmisti. aksamki festivalin ruhuna burunmeye calisiyordum. zaten uzaginda degilim, cok kolay oldu moda girmem.

cuma aksami kaybedenler, ustune merdivenler, onun ustune daha cok kaybedenler, onun da ustune sevinc, kazananlar, kazanma hissi. tam da kazanamayanlar, kazinanlar, kasinanlar, kadinlar...

hayatim boyunca cep telefonumdaki cift haneli cevapsizlar cinleri tepeme cikartmistir. sanirim dokuzuncuyu farketmis olmaliyimki bir sonraki basamaga gecmedim. keyfi bilir dedim, yalniz kalmak istiyordur. diger hattan didim'den dakika ve skor aliyordum. onun da cani sikkindi. saatler gectikce sikintisinin yerini vahim bir tedirginlik aliyordu.

aksam sekize dogru ulastim izmir'e. cift haneli cevapsizlara ulasmadan telefon cevap vermisti bu kez.
"ellibes yasindayim, ben size ne yaptim?" cumlesiyle acildi telefon. ne ellibes sayisinin bu kadar buyuk bir rakam oldugunun farkina varmistim, ne de ben size ne yaptim cumlesi hic bu kadar agir gelmemisti oncesinde. verilmesi gereken cevaplarin hicbirisini vermedim. on dakikalik bir gunah cikartma seansiydi sadece. karsi taraftan duymaya asina oldugum o aglama ve serzenis giderek zirveden kopan bir kar topundan ciga donusuyordu. cigin karsisindaki ilk varlikla karsilastiginda gerceklesecek tepkimenin gucunu merak ediyordum sadece. on dakika boyunca konustu, agladi, zirladi, icini doktu. on dakikanin icerisine ellibes sene sigdirdi. on dakikanin sonunda o cigin karsisinda tek basima duruyordum ve saatte yuzlerce kilometre hizla bana geldigini hissediyordum. o ana kadar hep sustum, kuracagim cumlelerin hepsini kafamda kendime kurup, oznesini, yuklemini, tumlecini hepsini icimde gizledim. sonunda cig bana carpti. kendi icimde tek bir cumle kurdum:"bagirsakta suc, bagirmasak da!" -de ve -da'larin dogru yazilmasina paragraf icerisindelerse dikkat ederim. dogru yerde kullandim ikisini de. "tamam, nasil istersen" demekle yetindim. genelde oyle olur. nasil isterlerse, oyle olur iste.

ikinci arama didim'eydi. mikrofonlarimiz bir yere cevrildiginde kesin gol oldu, derdim eskiden radyoda mac dinlerken. evet guzel bir gol olmustu ve izmir'deki macin sonucu didim'i de etkileyecegi icin mikrofonlari didim'e cevirdik. izmir'deki sonuctan haber yoktu didim'dekinin. once anlattim. sonra neden diye sordum. "neden haftaici antrenmandaki performansi sahaya yansitmakta zorlaniyorsunuz?". basladi anlatmaya. yillar boyu anlatti. aradan gecen yillari anlatti. arada bir agir konustu, kendini hep sert bir vucudun yumusak karni olarak gosterdi. dinledim, ona da kuracagim cumleler vardi ve hepsini beynimde gizli ozneler, gizli yuklemler, gizli tumleclerle kendime kurdum. ben sustukca daha bir agirlasti muhabbet. tek derdim geriye donmemekti. akreple yelkovana, yeni cizilen haritalara ayip olmasin istiyordum. gidilen bu yeni yoldan geri donmek istemiyordum. otoban varken yan yolu neden kullanayimki? sirf manzara gorecegiz diye yolu uzatmanin ne manasi var. kaldiki manzara son derece ic yakan ve mutsuz bir tablodan ibaretse... nasil isterlerse oyle olsun istemedim bu kez...

iki telefon konusmasini da penceresiz mutfagimin bankosuna dayanarak yaptim. yaklasik bir saattir telefonla konusuyordum. bir kulagima telefondan karsi tarafin sesi geliyordu, diger kulagima kendi kendime kurdugum cumleleri fisildiyordum. ikisi de son derece basarili calisan bir devirdaim sistemiyle birinden girip, digerinden cikiyorlardi. ama ben arada ikisinin de beynimde yer edindiklerini kacirmistim. telefonu kapatmamla beraber mutfak bankosunun onune cokmem bir oldu. bir saat icerisinde iki cig altinda kalmis ve ikisiyle de carptistiktan sonra kalkabilmistim. sonra bir anda yikildim. hickirmaya basladim. nefesim kesildi. bogazim dugumlendi. agzim, beynim ve gozyaslarim sadece kufur uretebiliyorlardi. agzimdan cikan, mutfagin kalebodur kismina gozyaslarimla yaziliyordu. hasiktir lan diyordum ve hasiktir lan yaziyordum gozyaslarimla. o kadar. durduramiyordum. bitmeyecek sandim. ben arada aglarken acaba isteyerek mi agliyorum diye sorarim kendi kendime. oyle bir ruh hastaligim da var. bu sefer soramadim bile. hersey bittikten sonra sorabildim. lugatimda baska bir kufur kalmadiktan, goz pinarlarim kuruduktan sonra sorabildim anca. arasi kayip. cevap verecek vakit bulamadim. okuma azimlisi bir korun okuma cabasi icerisinde el yordamiyla onunde yazilanlara dokundugu gibi kalebodurlara dokundum. ellerim islandi. sirilsiklam olmustum.

kaydi geriye sarip, izledim, dinledim. sadece kendimden korktum. baska hic birseyden degil...

25 Mart 2011 Cuma

in a better world



bazen ölümle aranda bir perde varmış gibi hissedersin ama sevdiğin ya da yakının olan birini kaybettiğinde o perde kaybolur ve bir an için ölümü net bir şekilde, apaçık görebilirsin. sonra perde geri gelir ve yaşamaya devam edersin. ardından herşey tekrar yoluna girer.

gunes



kustum cicegi diye bir bitki var. dokundugunda kapaniyor. hayatini tek basina yasayan, tum aktivitesi gunun saat dilimlerine gore gunese yonelmekten ibaret bir bitki. bitkisel hayat tabirinin hayat buldugu yer. dis mihraplardan gelen en kucuk temasta hayatla olan tum baglarini kopartabilecek ozguvene sahip. oyle de yapiyor zaten.

dort gunu kustum cicegi gibi yasadim. tum baglarimi koparttim. sadece gunese yonelerek yasadim. gunesi goremedigim zaman dilimini inkar ettim. durdum sadece. dusundum, okudum, film izledim, yazdim, temizlik yaptim, biyik biraktim, eski notlari, fotograflari, evraklari topladim, atilacaklari attim. envanter hesabi yapmaya calistim, sonra vazgectim. mutlu olmaya calistim, ondan da vazgectim. sonrasinda insanlar dokundu. kapandim. durmaya devam ettim. gunesi gorme umuduyla kapali kaldim. gunesi aradi kapali gozlerim.

bugun telefonuma gelen mesajla ayildim.
"ben oradayken konusmadigimiz bir sikinti mi var?"
ne gibi diyebildim cevap olarak. bu kadar netini gormemistim. belki de gercekten susmalarimiz bile yetmemisti bu kez. icine dogmus bitkisel hayatta oldugum. hayata don mesajiydi. dialog sonra rayina oturdu. o da bu kadar netini gormemis daha once.

hayata donuyorum yavas yavas. uykudan uyaniyorum arada. kalin perdelerin arasindan etrafa bakinmaya calisiyorum, kafami kaldiramiyorum. kafam kazan gibi. tekrar daliyorum uykuya. boylesi daha guzel.

23 Mart 2011 Çarşamba

biyik


blue valentine #2



film izlemek iyidir. icinde kendini gorebildigin filmler daha iyidir. bu yuzden hic izlemem bilim kurgulari, olaganustu guc odakli filmleri. benim super bir gucum yok, 2030'da dunyanin nasil olacagini da hic merak etmiyorum. bize bugun lazim, yarin sabahi da yok bu isin.

- i don't know. i just feel like i should just stop. you know, just stop thinking about it, but i can't. i've seen too many movies you know. about love at first sight. what do you think about love at first sight? do you think you can love somebody by just looking at her? but the thing is man, i feel like i knew her. did you ever get that feeling?

- yeah man. you've seen her before, you know her.
- yeah
- it's a feeling but actually you really don't know her
- yeah i probably don't. you're right. i feel like i did though


you know a song just comes on and you gotta dance...

22 Mart 2011 Salı

yazılabiliyor

bu işin en güzel kısmı gün içerisinde blog'a post yazabilmek. gün içerisinde üretebilmek, dinlenebilmek, nefes alabilmek. gelmedigin bir gün olunca insanlar fark ediyor. hal, hatır soruyorlar. dahili telefonunda arayanın oldugunu belirten bir kırmızı ışık yanması bile umut verici.

burada olmadığın zaman diliminde de bir hayat yaşayabiliyorsun. bir diger güzel kısmı da o işin. paralel evrenlerde yaşam sürüyormuş hissi vermiyor sana kartını çıkış için okuttugunda. özgürlüğüne kavuşmuş afrikalı kabileler gibi arsız yaşamana gerek kalmıyor.

sadece film izleyip, kitap okuyup üretirsek daha mutlu olabilecegimden bahsettim dün. o günler de gelecek. şimdilerde ikinci yarı başladı, kendi sahamızda top yapıyoruz. savunmanın arkasına atılacak bir topla golü bulabiliriz ama şimdilik gerek yok. daha dramatik bir zamanlama bekliyoruz.

merdivenlerin en soğuk oldugu geceydi dün. ipod'un dışa verdigi muzikle, sigarayla, birayla ısıtıyorduk kendimizi. kanyak kalmamıştı bakkalda. "bu sefer oldu galiba" dedi kemalito. faik'e baktım. gülümsemekle yetindi. zaten çok sevmez konuşmayı. ben de "oldu galiba" demekle yetindim. sonra muhabbet kaldıgı yerden devam etti.

çok büyük hırslarımız olmadı bizim. çok büyük egolara yenik düşmedik. toprağın kurudugu yerde su taşıdık birbirimize akabilelim diye, o kadar. müziği çok sevdik, yazarlara adandık, filmlerdeki replikleri bulduk, takımlara tutulduk, boşverdik, vicdan'ı yaktık... bir de aşık olduk. bu konuda herkesin ayrı hikayesi var. kemalito bir ara ingiltere büyük elçisiydi, ben de bakırköy ruh ve sinir hastalıklarında bölüm başkanı. amca da meyhanenin değişmeyen sessiz ama dolu adamı açı bey. bu aralar ne kadar da fazla lakap çıkıyor amcaya. özlemişiz birbirimizden beslenmeyi. yatmadan önce "bu çok ağır degil mi?" dedigimde ne kadar ağır oldugunu gözleriyle hissettirebilen biri.

tüm yazıyı tek bir şarkı başlattı.
broken bells - mongrel heart

is it hard to wait
drawn by your mongrel heart again
if you don't answer, would you want to be found out
you duck through the wind in your old blight on the town

21 Mart 2011 Pazartesi

blue valentine



i didn’t want to be somebody’s husband and i didn’t want to be somebody’s dad, that wasn’t my goal in life. but somehow it was. i work so i can do that.

top yuvarlaktır


"beni cumartesileri hayvanat bahcesine götürürdü. pazardan amasya elması alırdık keçilere atmak için. sonra bahadır'ı beslerdik. ben hep uzak davranırdım. sonra rahmetli oldu. pazarları futbol oynardık. ikimizde oyundaydık."

o zamanlar futbol doksan dakika degil. atan galip yiyen maglup mantıgıyla işliyor herşey, babalar yoruldugunda. ama babalar beraberligi bekliyor bunu demek için, ibnelik yok oyunda. şimdi geriye dönüyorum, her sahada bir socrates var aslında. saha dışına mesaj gönderiyorlar. atarsan galip, yersen maglupsun.

-18'le başlıyoruz lige, önceki hayatta şike yaptık diye. ilk bes mac da sahamız kapalı. umudumuz yok bu sezondan. önümüzdeki maçlara da bakmak istemiyoruz biz. seyircisiz oynuyoruz macları. ama sahada iyi oyun sergiliyoruz. hani yazıyorum da kimse okumuyor gibi. hani yasıyorum da kimse bilmiyor gibi. arada bir cıkıyorum piyasaya, icq'da invisible'dan gelen mesaj gibi mutluluk saçıyorum ortalıga. sonrası hep appear offline.

büyüdükçe futbolda uzatmalar oldugunu öğrendim. penaltılar geldi sonra. ingilizcesi sudden death olanından. yıllar sonra adamın birinin yanıbaşımda tribünde maç izlerken sudden bir şekilde death'e kavuşacağını hayal edemiyordum o zamanlar. sonra ölümün hayallerini kurmaya başladım. tam bizim ergenlik dönemimizde fifa, altın gol diye bir yalan çıkardı, hayallerimi baltalarcasına. hayat geçmişe dönüyordu. atan galip, yiyen maglup mantelitesi geri dönmüştü. atan tarihe altın harflerle kazınıyordu, yiyen tarihe gömülüyordu.

futbol, bir topun peşinde koşan yirmi iki adamın para kazanırken küfür yedigi işletme biçimi. hayat, gol atmak için milyonlarca insanları çalımlayıp, bambaşka milyonların savundugu kaleye gol atmak için çabalanan bir oyun.

futbolun da hayatın da bir oyun oldugunu anlamam tam yirmi yedi senemi aldı. kazananı ya da kaybedeni yok aslında. tarih de yok. ben o formayı terletenlerden bir tanesiyim sadece. ben yarın yokum. jübilem de olmayacak. attıgım güzel goller jenerikleri de süslemeyecek. bugün nefes alıyorsam tamamen şans eseri. ben sadece giydigim formanın hakkını veriyorum. bana biçilen rolün dışına çıkıp kornerde gol kokluyorum. kanter içerisinde kalana kadar yaşıyorum. terlıyorsam hakkını vermelıyım dıyorum. kanla da terle de yazsan da farketmez, sulara yazdıydan eger.

puan farkını kapatıyoruz koskoca bir sezonda.
fınal macına cıkmısız. normal süre ve uzatmalar berabere sonuclanıyor. penaltılardayız. son penaltı benım. atarsak sampıyonuz. topu beyaz noktaya koyuyorum. sudden death işte. heyecan çok yüksek. herkes golu atmamı bekliyor. tribünde onbinler, ekranda milyonlar. atarsam galibiz, atamazsak maglubuz. ilk kez kazanan ve kaybedenin kaderi benim elimde ve kendim yönlendiriyorum. alışık degilim buna.

geriliyorum. sağ ayagımı kasıtlı biçimde geri sallıyorum. lifim atıyor. bilerek lifimi attırıyorum. penaltıyı kullanamıyorum. yerime atan da kacırıyor. kaybediyoruz. futbolu bırakıyorum sonrasında. televoleler peşime takılıyor ama nafile, kimse izimi bulamıyor.

yıllar sonra bir gün sahaya çıkıyorum.
evin yakınındaki okula, ufaklıgı top oynamaya goturuyorum. pazar rutinimiz bizim. iki farkla öndeyiz, ben savunmadayım. rakip berabere yapıyor durumu. atan galip, yiyen maglup diyorum. herkes gözümün içine bakıyor, ne diyor bu adam diye. kısa sürede golü yiyoruz. gençler söyleniyor. pazar keyifleri kaçıyor hepsinin. yıllar sonra yorulunca, o pazarlara ne anlamlar yükleyeceklerinden haberleri yok.

ben oglanı eve bırakıp, rakıya oturuyorum. zamanında beraber oynadıgım adamlar masada her zaman kendilerinin olan yere oturuyorlar. çok kalmamışız. zaman sıraya dizmiş hepimizi. hala birkaç cümle kurabiliyoruz aramızda. "hayatın uzatması yok. doksan dakika sadece ve o doksan dakika bir anda uçuyor" diyorum. biraz geçmişten, biraz da gelecekten katıp son yudumumu alıyorum rakıdan.

sampıyonlugu kaybettigimiz o günü düşünüyorum. yıllardır her gece o penaltıyı atıyorum ben. kimsenin haberi yok. kimse bilmiyor. kimse okumuyor.

eve dogru giderken, gençlikten kalma bir alışkanlıktan ötürü ipod'umu takıyorum. her zamanki gibi shuffle'dayım. basıyorum üçgene. bazen, ne yaparsan yap, olmuyor bazen...

bil beni, al beni
bu saçmasapanlıktan kurtar beni
uykusuz gecelerin
gizli örtüsünden çıkar beni

ben bunları kimseye anlatmadım
kendimle bile konuşmadım
ben bunları kimseye anlatmadım
bir tek sen duy diye,
sen bil diye,
sen anla diye...

18 Mart 2011 Cuma

Bermuda Şeytan Üçgeni

Sinister Kid

i got a tortured mind and my blade is sharp
A bad combination in the dark...

13 Mart 2011 Pazar

the night will always win

faruk abiyle tavla oynuyoruz. ses bes gelince ilk zar, hemen ikiliden birini kactim. meger o kendi ilk zarinda sesi yek ile kapatmis zaten alti kapimi, yuzume bakiyor. oynasana dedim. "neredesin oglum sen" dedi. o anda uyandim aklimin yerinde olmadigini. oyun bitti, kaybettim. parantez'e oturdum.

biralar arka arkaya gelmeye basladi. aklimin sinirlari olmadigi icin, uzak diyarlara tura cikmisti. fiziksel olarak vardim. kimyasal ya da biyolojik olarak ise yok oldugumu ispatlayabilecek kanitlarim vardi. henuz ispatlamaya girisecek kafaya ulasmamistim ama dusunuyordum. orkun'un sorulariyla arada bolunuyordu seyahatim... o da uzaklarda oldugumu fark etmis olacak ki birkac denemeden sonra ugramadi yanima. geri donmemi bekledi. ben de geri donmemi bekliyordum.

saatlerce oturdum. arada eve ciktim. iki film izledim, biri kisa. uyudum. uyumak istedim. zamanin en kolay gecebilecegi dilim diye dusunuyordum. fiziksel olarak uyuyup, aklimin turuna devam edebilecegini dusundum. saatlerce uyudugumu dusunerek uyandim, cok mutluydum. saate baktim sadece yirmi dakika gecmisti.

asagiya indim. ictigim onlarca biradan sikilmis olmaliyimki tekilayi da kattim icsel muhabbetime. seyahat devam ediyordu. kafamin icinde yuruyen beynimin kilcallari bile soluklanmak istercesine basim agriyordu. yasli kilcallarin ayaklari sismisti ve kafam aklima dar geliyordu. aklim almiyordu daha fazlasini.

karsi masaya bir adam oturdu. cumartesi gecesi yalnizdi. hem de bu kalabaligin icerisinde. ne kadar yazik diye dusundum. uzuldum adama sadece. kendince haklidir elbette diye dusundum. adamin ayakkabilari beyazdi ve nike'ti, mavi bagciklari vardi ama baglanmamisti. bakkala cikma ayakkabilari bunlar diye dusundum. kisa coraplari vardi, ayaklari usuyordur diye de ekledim. gri yirtik kadife pantolonu, uzerinde gri kapisonlusu ve ustunde yelegi vardi. bir yerlerden taniyorum diye dusundum. hafizam iyi degildir, hatirlayamadim. adami irite etmemek adina gozlerimi kacirmaya calistim. en nihayetinde ben buyuk bir deneyi ispatlama asamasindaydim bu gece.

muzikler degisti. jazz'la baslamisti, indie'ye donmustu. kapanisi 90'lar turkce ile yapacak gibilerdi. orkun'u cagirdim. "bu sarkiyi unutma hic" dedim. bos bakti yuzume. karsidaki adam da orkun'u cagirdi sarki bitmeden. bunu kapanirken tekrar calin demis. ben sonradan ogreniyorum. orkun bos bakisindan uyanmaliydim aslinda.

aklimin donmek uzere oldugunu hissediyordum. ya da cok eskilerde oldugu gibi ibadet gecesinin sonuna geldigimi duyuran israfil sura ufluyordu. ickinin kopegi olunan genc gunler. eve gidip, sizmak uzere calinacak sarkilarin listesini yapiyordum aklimda.

son yudumumu aldim. aklim yorgun, argin, bahtsiz dondu. istanbul'da yapamadim bugun dedi utangac, cekingen, anlamli. ondan bu kadar uzun surdu seyahatim. siktiret ben de yapamadim zaten dedim.

karsimdaki adam, ben ondan nasil gozlerimi kaciriyorsam tam tersine dik dik bana bakiyordu. kotu niyetli ya da siddet amacli degil. tanimaya calircasina, belki o da beni bir yerden taniyordur diye dusundum. bakti, bakti... sanki uzaklardan birine benzetircesine ama karar verememiscesine, sanki bana ait birseyi verecekmis de nasil verecegini bilemezmis gibi. cebinden kucucuk mavi bir defter cikartti. birseyler yazmaya basladi. deftere yazilan ilk cumlelerdi belliki.

Gece, gunduz sizinle gezer; yalnizlik.
Gunduz, gece sizinle gecer; yalnizlik.



Defteri cebime koydum.
Eve gittim. Elbow'dan the night will always win listenin ilk sirasindaydi. Bes dakika gecmeden uyumusum.

7 Mart 2011 Pazartesi

my past haunts me here

ne kadar degistirebilirsinki yasanmislari. gecmisi. cogu zaman geriye donup, eski sayfalari okudugunda tebessumle anarsin di'li gecmis zamani. ozne sensindir. ozne yuklem uyumunu da saglayabildiysen turk dil kurumu tarihine gececek bir hayat surmussundur. ama ne yazikki bu kurumun insanlarin yasantisini takip etmek gibi bir gorevi olmadigi icin kurumsal bir yapinin takdirini goremezsin. plaket vermezler ama kompradorsundur. etrafindaki insanlar tarafindan iyi bir hayat surdugunun kulagina fisildanmasi hosuna gider. boyle devam eder hikaye. herkesin tatmin duygulari farklidir. duymak isterler, kalabalikta onore edilmek.

ben hep devrik cumleler kurdum. uc noktayla bitirdim cumlelerimi. ozne yuklem uyumunu yasamayi gectim, genelde gizli ozne oldum. saklandim. ismin yerine gecen zamir oldum. hic oldum. kimilerinin atamadigi ciglik oldum, kimilerinin masaya vuramadigi yumruk, kimilerinin kiramadigi bardak, kimilerinin yasayamadigi hayatlar oldum.

koluma hic yazdirmak ilk hedefimdi. uzun zaman dusundum. tanriyi bile o kadar sorgulamamistim. halen unutmam galatasaray'dan cikip da house cafe'ye gidip ictigim o long island'in tadini 2008 agustosunun son gunundeki. kimilerinin insanlarla, kalabaliklarda yasadigi tatmin duygusunu ben dovme yaptirarak hissediyorum. arada bir sag kolumun icine bakip derinlere daliyorum. gecmisin yuklemelerini omuzlarimda hissettikce, yurudugum yolun bir hic oldugunu bilmek hosuma gidiyor. hayata tutunuyorum. o zaman ozne yuklem uyumu saglaniyor iste en dogalindan. hic birsey yok!

cok dusundum kacip gitmeyi. yirmiyedi yili bitirdim, son onsekiz yildir gitmeyi dusunuyorum. once aksoy'u, ucgen potayi terk ettim. sonra ilki kadar siddetli olmasa da ortakoy'u, en sonunda da etiler'i terk ettim. terk ettim, terk edildim, durmadim devam ettim, cikmaz yolun sonunda kendime kendim yettim misali hepsi.



cumartesi gunu ayriydi. kopruden onceki son sikisi gordum birkac ay once. once istifa ettim, sonra devam ettim. cok trafik vardi. kopruden karsiya gecmeye kalkanlar dort yildir koprude mahsur kalmislardi. ayrica kopru trafigi de oyle herkesin yol acilsin diye bekledigi bir yer degil. dev kamyonlarin hurda arabalari ezip gectigi bir show dunyasi, benim cocukken star'da izledigim gibi. benim daha ehliyetim yokken altimdaki tek kapili, sifir kilometre arabayla o kopruye girmemin bir manasi yok diye dusundum.

arabada yanimda yirmi yilin mimari vardi. tum gecmisimin sahidi. benim ne zamandir bu yolda oldugumu bilen en iyi co-pilot o. haritayi her zaman cok iyi okuyan ve bana en samimi bicimde kestirme yollari anlatan adam. gecmisin en aydinlik, belirtili isim tamlamasi. tamlamanin tamlayani. ben oznelige layik goruldugumdeki en iyi gizli ozne. dunum, bugunum, yarinim.

kopruye girmeyip, sahil yolundan gidelim konusunda hemfikir olmustuk. gittigimiz yolu degil haritalar, herhangi bir gps sistemi bile tanimlayamiyordu. gecmis, geride kalmisti. geriye donup bakmak yoktu. onumde sadece karanlik bir yol vardi...

yoldan birini alacagimizi soyledigimde, "onunu bile goremiyorsun kimi nereden alacaksin" dedi bana. "rahat ol" dedim en rahat halimle. dusunmedim hic. acaba demedim. yoldan misafirimizi aldik. arabada tanistilar. abartilar yok, kendileri tanissin istedim. yol muhabbeti guzeldir, samimiyet varsa kac saat gidildigi dert edilmez. guzel bir playlist de varsa eger, buradan dunyanin obur ucuna bile gidilir dogru insanlarla. dogru insan vardir, dogru da insana baglidir.

galatasaray'da bulustuk. once ben oturdum koltuga. muhabbet, sohbet. gidiyoruz dedim, ona gore bir dovme yaptiracagiz. my past dedim, haunts me here. bugune dek yasanan, yasatilan, ne varsa geride birakiyorum. hormonlu cilek yiyip de kuyrugu cikmis bir adam gibi yasamak istemiyorum artik gecmisimi dedim. kimse anlamadi dedigimi, ben dahil. yeni bir yolculuga cikiyorum en nihayetinde. eve donuyorum ben. hep aradigim o evi buldum.

tam bir saat surdu yirmiyedi yillik hayatimi silmem. atmis dakika. once cok acidi canim. bicaklandigimda bile bu kadar acimamisti. her harfin icinin doldurulusunda bir sene daha atiyordu. tam onsekiz harf. my past haunts me here. her harf icin bir sene. her harfin etrafinin cizilmesi 12'ser ay, her harfin icinin doldurulmasi 30'ar gun. hepsini yasadim tek tek. bitti dedi en sonunda. kalktim, aynaya baktim. kendimi gordum. soluma baktim, en sevdigim gecmisimi gordum. sagima baktim, gelecegimi gordum. bir bira actim. herhangi bir yere vurmadan kendi kendime serefe dedim. buyuk bir yudum aldim. soluk borum bombostu. akti gitti butun bira. bebek gibi nefes aliyordum. transformal nefes ise yaramisti. transforme olmustum. en sevdigim cizgi filmlerden biriydi transformers. transformers: more than meets the eye!

sonra cocuksu bir neseyle gecmisi ve gelecegi izledim. gecmisin, koluna mulk sahibini, en dogruyu, en sevileni kazimasini izledim. gelecegin, en buyuk rakibi zamanla olan duellosuna taniklik ettim. gecmis, gelecek ve hic gelmeyecek olanin bir odada ne kadar mutlu olduklarini izledim. sonra taclandirdik o gunu bir istanbul manzarasinda. guzel muzikler eslik etti bize. abartidan kactik.

akreple yelkovan kizaga alinmis. turk dil kurumu ozne ve yuklemin siddetli gecimsizlikten oturu ayrilmasina karar vermis, meger yillardir onlari takip ediyorlarmis. zaman dilimleri kaldirilmis. haritalar bastan cizilecekmis tum dunyada. oyle diyorlar. bizi bozmaz...

ama yazilsin bir kenara. 5 mart...

dear karen


videosu zaten vurmuştu. arkada çalan nothingman. tekrar tekrar izliyorum bugünlerde. mektup aşağıda. bazen hiç birşey dile gelmiyor, dil düğümleniyor, dişler barikat kuruyor, bazen dilin düğümü çözülüp barikatı aşıyor. dile geliyorsun. dile getiriyorsun. aslında dili getiriyorsun. bazen de bunların hiçbirisi olmuyor. susuyorsun. dişler ağır basıyor. bembeyaz. hem onlar 32 tane. dil 1 tane. o zaman dili, dişi, damağı bir kenara bırakıp parmaklara sığınıyorsun, o sıcak parmaklara, yazıyorsun.

Dear Karen,

If you're reading this, it means I actually worked up the courage to mail it so good for me. You don’t know me very well, but if you get me started I tend to go on and on about how hard the writing is for me. This is the hardest thing I ever had to write. There no easy way to say this so I’ll just say it, I met someone. It was an accident, I wasn’t looking for it, I wasn’t one the make it was a perfect storm. She said one thing and I said another and the next thing I knew I wanted to spend the rest of my life in the middle of that conversation. Now there this feeling in my gut that she might be the one. She completely nuts in a way that makes me smile highly neurotic, a great deal of maintenance acquired. She is you Karen, that’s the good news. The bad news is that I don't know how to be with you right now, and that scares the shit out of me. Because if I am not with you right now I have this feeling we will get lost out there. It’s a big bad world full or twist and turns and people have a way of blinking and missing the moment. The moment that could of changed everything. I don’t know what’s going on with us and I can’t tell you should waste a leap of faith on the likes of me. But damn you smell good, like home and you make excellent coffee that has to count for something. Call me!

Unfaithfully yours,

3 Mart 2011 Perşembe

cografya

yurudugum butun yollari bastan yuruyorum. yasamimda iz birakan tum hikayeleri o zamanki kendimi hatirladigim kadariyla dile getirmeye calisiyorum. ego yok, abarti yok, arsizlik yok. karbon kagidini, puruzsuz bir A4'un ustune koymusum da uzerindeki dolambacli, birbirinin icinden gecen cizgilere ozen gosterip, tekrar ustlerinden gecmeden cizmeye calisiyorum hayat cografyami. sonra kalemi sana veriyorum, sen basliyorsun kendi puslu cografyani cizmeye. kalem bir o elden bir bu ele iki ayri insan arasinda dolasip duruyor. eller farkli, avuclarindaki cizgilerin desenleri benzer. ellerim uzun zamandir dijital dunyaya yenik dustugu icin kalemi ilk tuttugunda biraz titrek, tedirgin davraniyorlar. ya iyi cizemezsem korkusu var. kalem hemen diger ele geciyor. biraz yol gostererek, biraz sakinlestirerek ama en cok da huzur vererek kendi kitasini cizerken benim kitama yer aciyor, biliyor orayi doldurabilecegimi. kalem tekrar el degistiriyor. bu kez guven doluyum. titremeden, kendi kita sahanligimi ciziyorum. komsu iki ulke. ic islerinde bagimsiz, dis islerinde biraz birbirine biraz da dis guclere bagli. bir nevi azerbaycan, nahcivan iliskisi. kim azerbaycan, kim nahcivan belli degil, zaten onemi de yok. kitalararasi bir guc olmak degil hayalimiz. bagimsizligimizi ilan edelim yeterli. hani su meshur revolution is resolution misali hersey.

kalem son turda bana geliyor. bir cikis cizmem ya da bos yeri kalmayan A4'un uyumuna yakisir bir bitiris yapmam gerekiyor. cok uzatmiyorum. daha oncesinde yazdiklarimi cizerek anlatmam yetiyor. sol alt kosesinin ben oldugum dar acili bir ucgen ciziyorum. butunleyeniyle 180 olup uzanip, ustumden gececek sonsuz sayidaki dogruyu izlemek istiyorum sirtustu.