27 Haziran 2011 Pazartesi

nowadays #13



"köpekler istedi diye atlar ölmez" demişti Luce.
kusura bakmayın ama orospu çocuğu olunacaksa benden daha iyi olamazsınız.

kentmen - menzil



bu ne savaş, ne ödüllü yarış,
akla mukayyet menzile akış.

çobansız koyunlarız gecede,
gereriz çobanı çarmıha yine de

sesleri anla, faydası yol,
çıkınca, sonun önemi yitiyor.

uyanmak değilse ölümler,
uykulara teslim ömürler.

zamansız gidenlerin anısı,
düşünce akla bir gece yarısı.

ölümleri anlat, hoş oluyor.
sonunu bilince ürkütmüyor.

kim sesiydi çetin yavuz'un gecede?
dönerken geri moda'dan evine
bir şarkı söyler, dilinde umut
yürür üstüne, gerçeği unutup...

24 Haziran 2011 Cuma

Behzat Komserim Sezon Finali



bir mevsimin pazarları da böyle geçti işte

nowadays #12



sahne1:
reel hayattan çalınmış, sürreel olup kendi realitemize hizmet eden iki gün. hangi rakı bu kadar tatlıydı, kimin gözlerinde tatmin duygusunu bu kadar gördüm, hangi mezeyi seçerken bu kadar şımarıktım, hangi dalga sesine sarıldım bu kadar ya da hangi hardest part bu kadar anlamlıydı gerçekten hatırlamıyorum. ama gerçekten. masaya vurulamayan yumruktan, atılamayan çığlıktan, türükülemeyen surattan sonra gidilemeyen ayvalık'a da gitmiştik. tüm bunlar bir gece otururken oldu. dönmeseydik, harbiden dönmezdik. devrim yapılacaksa bunu yapabilecek insanlarız biz, hala idda ediyorum. hayata dair tüm sakin nefretimle, yalnız çığlığımla. belki de kendi devrimimizi tek gidiş gelişli yolda o dört arabayı sollarken yapabilirdik. bilmiyorum. sadece hissedebiliyorum. yaşadığım hafifleme hissinin karşılığını anca karşıdan gelen arabaya çarptıktan sonra arabanın ön camından fırlayıp, havada süzüldükten sonra bir kuş tüyü gibi hafifçe yere düşerek verebilirdim. yerle bütünleştiğim anki hissimi hayal ediyorum da. anca bu kadar anlamlı olabilirdi herşey. mü-kem-mel bir atlayış. çünkü senede iki günlüğüne yapılan kaçamağın bedeli bu kadar ağır olmamalı.

sahne2:
rakı masasındayız.
ensemde bir el. rüya kadar sıcak, yeni serilmiş beyaz çarşaflar kadar pürüssüz, deniz börülcesi kadar leziz, rakı kadar ağır, paragraf kadar içli.
tüylerim.
ikinci sınıf berberin jölesiyle tanışmışcasına asla çözülmeyecek kadar diken diken, kırkayak gibi bütün vücudumu taşıyabilecek kadar inançlı ama bir o kadar yorgun.
bir yudum daha alıyorum rakımdan. bir çatal da deniz börülcesinden...

sahne3:

beş erkek toplanmışız. altıncısı yolda. oktay'ın hayatını anlatan ferhat uludere'nin dediğine benzer şekilde pas atacak kimseyi bulamamıştık çünkü aramamıştık da. savunmada derinliğin kaybolduğu anda bulduk birbirimizi. oysa aynı formayı giyen insanlardık biz, sadece kafamızı kaldırıp sahadaki dizilişe göz atamamıştık. hazırlık paslarıyla başladık geceye, ağırlığımızı hissettirdik rakibe karşı. muhabbetle akıyordu dar alandaki kısa paslaşmalar ve sonra oyunu kanatlara yaydık. arkadan bindirmelerle destek verdik birbirimize. boşa çıktık, top istedik. beş kişi, top 5'lerimizi saydık en duygusal anlarımızla. kiminin hayatına hagi'nin bilbao'ya attığı gol yön vermişti, kimininkine popescu'nun penaltısı, kiminkine ankara'daki playoff finali, kimininkine de koray'ın golü. hayat futbolun ta kendisi. futbl duygusal bir oyun. sevmesini bilmek lazım top oynamak için. topsuz futbol oynadık biz. bu muhabbetler insanı ayakta tutuyor. hayattaki en güzel sözlerden biridir. iyi orta gel getirir.


tabiki de...
and i had a feeling
that you were very far away
but then a little voice inside me said
"you'll never get away from here"

17 Haziran 2011 Cuma

the laughing heart



Your life is your life
Don’t let it be clubbed into dank submission.
Be on the watch.
There are ways out.
There is a light somewhere.
It may not be much light but
It beats the darkness.
Be on the watch.
The gods will offer you chances.
Know them.
Take them.
You can’t beat death but
You can beat death in life, sometimes.
And the more often you learn to do it,
The more light there will be.
Your life is your life.
Know it while you have it.
You are marvelous
The gods wait to delight
In you.

pazar akşamları dinamo'da the patchwork her seferinde kalbimden vurmayı biliyor beni. behzat ç'nin bile önüne geçtiği oldu kimi zaman. son haftaki soliloquy playlist'inin girişinde tom waits, bukowski'nin "the laughing heart" adlı şiirini okuyor.


soliloquy: A soliloquy is a device often used in drama whereby a character relates his or her thoughts and feelings to him/herself and to the audience without addressing any of the other characters, and is delivered often when they are alone or think they are alone. (via wikipedia)

16 Haziran 2011 Perşembe

son perde



T: bizim oğlan seni rahatsız etmiş
Ma: hem de çok ama dersini almıştır
T: almış. sen de onu rahatsız etmişsin ama
Ma: sınırı aşmıştı
T: sen sınırın nasıl aşıldığını görmemişsin. tanımıyor musun beni. mustafa, yakışıyor mu bu hareketler söylesene. biz alsancak'ta gücümüzün yettiğini mi indiriyorduk
Mu: Turgay siz farklıydınız
T: biz senin babana saygı duyardık Ma. o yüzden sana birşey demiyorum daha fazla
Ma: ....
Ma: zaten kapandı herşey
T: orasını bırak da ben bileyim

14 Haziran 2011 Salı

vitrin




bir tek kendimi vitrinde görmediğim kalmıştı. o da oldu. neyseki manken olarak boy göstermiyorum.

13 Haziran 2011 Pazartesi

nereden baktığına bağlı

sizi temin ediyorum, başlangıç yoktur ve biz korkmuyoruz, duygusal degiliz. Yıkımın, yangının, çürümenin büyük gösterisine hazırlanan bulutlar ve yakarışlarıyla örtülerini yırtan öfkeli rüzgar gibiyiz. yasa son verme aşamasındayız ve gözyaşları yerine bir kıtadan diğerine yayılan sirenler yerleştiriyoruz. zehrin mutsuzlugundan yoksun yogun sevincin sesiyiz.

beynin çekmecelerini de, onların sosyal örgütlenmelerini de yıkıyorum. ahlaki çöküşü her yerde yaratmak, cennetin elini cehenneme, cehennemin gözlerini cennete atmak, evrensel bir sirkin doğurgan çarkını, gerçeğin gücüne ve bireyin düşlemine yerleştirmek.

biz sadece buna varız, tam da buradan bakıyoruz. gerisi umrumuzda degil.

12 Haziran 2011 Pazar

11 Haziran 2011 Cumartesi

10 Haziran 2011 Cuma

8 Haziran 2011 Çarşamba

fault in advertising



target group: Christopher McCandless.
reach: %100
affinity: 0

7 Haziran 2011 Salı

risk



hasbro'nun risk KV'leri. obama ve putin'li versiyonları da var.

benim oyum belli

6 Haziran 2011 Pazartesi

pazarın biri



günlerden pazar.
olabildigince sakin bir haftasonu. hala dilim dönmüyor bazı konularda. kahvaltıya gelmesini ne kadar istediysem o kadar dile getiremedim sanırım. belki de hissetti. halen kelimelerin ötesinde bir hissediş olabildigine inanıyorsam bunun tek nedenidir kendisi. tek dilegim hayalini kurdugum o güzel kahvaltıya, bizim kahvaltımıza, aksoy kahvaltısına bir sandalyeyle ortak olmasıydı. cihangirde tabagına otuz lira verdigimiz, ana yüreğiyle kurulanına ise asla paha biçemeyeceğimiz bir kahvaltı. bize para kazandıran iş dünyası bazen o çok anlam yükledigimiz pazar sabahlarını da elimizden alabiliyor ya bu da öyle bir pazardı işte. tüm derdimizde bunun içinden kurtulmak ya zaten.

konu sapıyor.
yarın, bugüne dek beraber geldigim insanın dogum günü. bugüne dek hayatımda taşıdığım tek varlık. envanter hesabı tutulmaz bizde. ne yersen, ne içersen, gelirsin, gidersin. kimseye de niye böyle yaptın demeyiz. herkesin doğruları vardır. bizim dogrularımızın ise ucu keskindir. ona dokundukları zaman tereyağıyla kıl ilişkisi gibi kayboluruz. kıl olan her zaman bizizdir.
bugüne dek çok kez ortak paydada buluştuk. bir gün o bölen oldu, ben bölünen. ertesi gün tam tersi. genelde eşitliğin diğer tarafına olduğumuz gibi çıkmayı tercih ettik biz. dört işlemi bile umursamadık yeri geldiğinde. yirmi metrekareye basketbolu sığdırabildiğimizden beri karşımıza çıkan hiçbir engeli umursamamıştık.

eser sahibinin burada oluşuna istinaden bu pazarı kahvaltıya taçlandırdık. bir aydır burada kadın, ben ilk kez görebiliyorum. biz otuza yaklaştıkça onlar da daha başka onlu basamaklara yaklaşıyorlar. bugün, yarın bilemedin öbür gün onları kaybedeceğiz. sonra ölüm aniden geldi olacak. ölüm perdesine anlamlar yükleyeceğiz. sonra perde kapanacak. biz yine onları ihmal ettiğimizdeki döneme geri döneceğiz. arada elbette gözlerimiz dolacak, kadehleri kıracağız, sessiz kalacağız. ama hiç bir şey değişmeyecek.

bu cümleleri yazan bilinç altım şişli'de taksiden inince harekete geçmiş olacakki çiçekçi aramaya başladım. eser sahibinin papatyaları ve sümbülleri sevdiği kalmış aklımın bir yerlerinde. papatyaları alıp, içine bir not yazdım. yirmi yedi sene önce yarını ve 2011'in bugününü anlatan. arasını tek bir cümleyle özet geçtim. çok şey yazmak istedim ona. herşeyi anlatayım diye. vaktim yoktu. vaktim olsa da kağıt yetmezdi. çok isterdim ona oniki, onüç sene önce odama geldiğinde radyoda yine mi güzeliz yine mi çiçek çalarken bana sarılıp "aile içerisinde bu kavgalar, gürültüler olacak gelecekte bunlar seni ayakta tutacak" dediğinde geleceğin ne kadar uzak geldiğini anlatabilmeyi. oysa gelecek de bir gün gelecek sloganıyla büyüyen bir jenerasyonduk biz. gelecek bugündü, belki de yarın. ama çok uzak değil bugünden, onu biliyorum. ayrıca şiddetli geçimsizliğe takılan aklımı bir anda dağıtıvermişti o şarkıyı çok sevdiğini söyleyerek. öyle girmişti konuya. sonraları ben çok kez gittim madam despinanın yerine. çok içtim kirli beyaz muşabba örtülerin üstünde, o asmanın altında. ve hep suyumla rakımı aynı kareye tokuşturdum.

yumurtalı ekmek, menemen (ölene kadar böyle yazacağım bu kelimeyi), sucuk, izmir tulum, özetle beni yıllar öncesindeki o pazar kahvaltılarına götürecek ne varsa serilmişti masaya. eski pazar kahvaltıları. geleceğin bir gün gelmeyeceğini düşündüğüm o zamanlardan bile uzak o pazar günleri.

çok özlemişiz ayni dili konuşabilmeyi. hasret giderdik. bugünlere gelene kadarki periyoddan bahsettik. hepimiz ayrı yollardan gelmiştik buraya. karşımdaki iki adamdan biri sıfırdan hayatı kurmaya çalışıyordu, diğeriyse tüm varlığıyla hayata meydan okuyordu. bundan sonrasının kapısında durduk. bir ara içeride birileri var mı diye baktık, sonra hemen çıktık. onların otuzlu yaşlarını hatırlıyorduk çünkü biz. yaklaşmıştık artık o uzak geleceğe. bugüne kadar eleştirdiğimiz düzenle ortak olabileceğimiz ilk raya girmişti artık yolumuz. o günün de bir anlamı olacaktı belki biz normal hayatlar yaşasaydık ama bugün aradan dokuz sene geçtiğini anca anımsadığımız istanbul pitstop'u, dünyamızı çevreleyen demirağların hepsini eritmiş, köprülerin altına dinamit koyup patlatmış, sadece yürüyerek keşfedebildigimiz ve bununla mutlu olmayı öğreten bir dünya yaratmıştı.

kahvaltının sonrasını süregelen yılların sonlarına dogru edindiginimiz bir alışkanlıkla, borghetti'yle süsledik. türkün kahvesinin dibindeki telveye yenik düşmesin diye italyan kahve likörüyle çaba sarfettik. shot'lar yuvarlandı, biralar açıldı, ben yine bir sonraki birayı aradım.

Bazen zaman tüm varoluşları silip, süpürse de kimi hissedişlere dokunamıyor. Fosil gibi. Binlerce yıl sonra bile bulduğun bazı kalıntılar ile yıllar öncesine geri dönebiliyorsun. Çok inandıysan, saf inandıysan. Zaten bunlar bir elin parmaklarını bile geçmeyecek kadar kareler ya da karenin köşe sayısı kadarlar, bilemedin bir üçgenin iç acıları kadar.

arkadaş

arkadaş,
ben o tabutta röveşatayı çok önce çekmiştim ve tekrar o pozisyonu yakalayamam. şu anda son düdük çalmadan önce arka direkte top bekliyorum. rakip tüm hatlarıyla kapanmış. bir mucize gerekiyor golü bulmak adına. üstelik golü atsak kazanamayacağız da. uzatmalara anca götürebilecegiz maçı.

arkadaş,
benim futbola girmem de hataydı. aynı forma altında 11 kişiyiz. karşımızda başka aynı formalı 11 kişi daha. neresinden bakarsan bak sıkıcı. hakemler, teknik direktörler, yöneticiler derken yine istedigin açıdan görebilecegin en az elli kişi var hikayede. kollektiviteden uzağım. masa başı oyunlara isyanım var. dilin kemiği yok.

arkadaş,
oysa herşey çok basitti küçükken. orta, kafa, golden ibaretti hayatımız. dokuz aylık'ta apıştan geçirdin mi beş aylık sayılırdı. beş ayın muadili röveşatayı beton zeminde çekebilecek kıvraklık hiç birimizde yoktu. sonrasında oryantal ezgiler sergilemek zorunda kaldık hayat sahasında. herkes onun bunun babası oluyordu. büyüdükçe de apışıp kaldık.

arkadaş,
aradan çok vakit geçti. orta hakem saatini kontrol ediyor. düdüğü ağzına götürmek üzere.

arkadaş,
galiba gitme vakti geldi.

arkadaş,
bu da giderken son bir not olsun.

2 Haziran 2011 Perşembe