28 Şubat 2011 Pazartesi

nowadays#9

"para bir baston gibidir, insanin dik durmasini saglar." yillar once istanbul'da bir taksi soforunden duyup icerdigi bilgeligi ancak Rio'da kavradigi bu cumleyi her allahin gunu animsiyordu. her egilip bukulusunde, yag cekisinde, alttan alisinda..."iyi yetistirilmis" insanlarin en temel ilkelerini cigneyisinde.

cezaevinden kacmis biri gibi sokaklarda dolandi bir sure. ilk gordugu italyan lokantasina daldi ve butun parasini, bedeli cok agir yirmi uc real, kirk cevantoyu tek bir aksam yemegi icin harcadi. erdemlerden de vazgecilmez seyler vardir. caydaki limon gibi, pazar gazetesi ya da italyan mozerallasi gibi.

26 Şubat 2011 Cumartesi

heaven only knows

nowadays #8



gün olur alır başımı giderim. gün olur önümde bir karanlık yol, benimle yürür müsün derim. gün, gece olur. herkes ortaya çıkar. alkol bardağa dolar, şişeden boşalır. yerine yenileri gelir. herkesin yerine başkaları gelir. sen gidersen ama yerin dolmaz. tüm bu merkez kaç aktiviteleri bir yerde son bulur. hayatın sonu gelmiyor, cennetin kapıları da aralanmıyor. sadece önüne kırmızı bir hali seriliyor. kapıda kimlik soran kimse yok. geçmişin önemi yok. oldugun gibi varsın. bundan sonrası senin ellerinde. her gece kaçak girdigin eve ilk kez anahtarla girmek gibi. her gün yaşadığın hayata gülen gözlerle bakmak. rengini bulmak. kendini bulmak. kabugu kırmak. kafayı kırmadan.

22 Şubat 2011 Salı

From Above

Nick Hornby yazdı, Kemalito kulağıma fısıldadı. From above.
Tesadüf diye birşey yoktur, hepsini biz çağırıyoruz dedi geçenlerde. Katılıyorum dedim, ama o kadar da değil kimi zaman. Etrafımda dönen dünyanın beni bu kadar sevdigini ve hayatıma yön verebilecegine inanmıyorum. Bir tılsım olduguna inanmaya çalışıyorum hayatta. Biraz daha yaşayabileyim diye. Revolution is resolution demiştik. There's a light that never goes out neyse bu şarkı da O'dur.


They even looked at each other once across a crowded bar
He was with Martha, she was with Tom
Neither of them really knew what was going on
Strange feeling of never
Heartbeats becoming synchronized
and staying that way forever

Most of the time it was just near misses
Air kisses, once at a bookstore, once at a party
She came in as he was leaving
And years ago at the movies, she sat behind him
A 6:30 showing of 'While You Were Sleeping'
He never once looked around

It's so easy from above
You can really see it all
People who belong together
Lost and sad and small
But there's nothing to be done for them
It doesn't work that way
Sure we all have soulmates but we walk past them every day, oh no

And it's not like they were ever actually unhappy in the lives they lived
He married Martha, she married Tom
Just this vague notion that something was wrong
A naked absence, a phantom limb
An itch that could never be scratched

Neither of them knew what was going on
A strange feeling of never
Heartbeats becoming synchronized
And staying that way forever

Who knows whether that's how it should be
Maybe our ghosts live in that vacancy

Maybe that's how books get written
Maybe that's why songs get sung
Maybe we are the unlucky ones

21 Şubat 2011 Pazartesi

behzat ç. #21

ben çocukkluğumda şehnaz tango'yla, süper baba'yla büyüyüp, universitede 13 bölüm biz size aşık olduk izleyip başka da birşey izlemediysem bugüne dek bunun nedeni sensin behzat ç.

...

savcı: bahar, şu evlenme teklif ettiğin kadın mı?
behzat: teklif denemez tabii.
savcı: rica mı ettin?
behzat: niyet ettim!

...

şule yaklaştı, behzat ç.’nin boynundaki cam kırığına dokundu. “umutsuz durumda olmayan hiçbir şeye ilgi duyamıyorum” dedi. “paul auster, şans müziği, sayfa 29”. sevdiği yazarların kitaplarını ezberlemek gibi bir huyu vardı. hala böyle insanlar vardı yani. muadili olmayan insanlar. yaptığı iyiliği karşı tarafın gözüne sokmaya çalışmayan insanlar."

...

"her zaman bi seyin dogrusunu söylemek icin ugrasiyorsun!"

bir sene

doktor'a sordum bir gün "bu tren nereye gidiyordu" diye. ben unuttum ne zaman yola çıktık, vagondakiler hangi durakta indi, herkes bilet parasını verdi mi, kaçak yolcu var mıydı, herkes aktarma yapmak için bir önceki durakta mı indi, kaç kişiydik, napardık biz? noldu bizim yarınlarımıza, umut dolu vagonları nerede bıraktık? yakasına yapışmışım doktorun, ellerim boğazında, burnu çenesine kaymış, yerde tekmeliyorum.

sonra uyandım.
olanları anlattılar. bir sene uyumuşum. bir tek o kapıdan içeri girişimi hatırlıyorum. sonrası kayıp. trendeki soyut, somut ne varsa herşey terketmiş vagonları o arada. vagonlar bile diğer vagonları terk etmişler. can bedenden ayrılmış. ben uyanamamışım. uyurken dişlerimi gıcırdatmayı bırakmışım, artık insanları ısırmaya başlamışım. deli deli uyumayı bırakıp, delirme yoluna girmişim. herşeyi yakıp, yıkmışım. kendine gel demişler, cevap vermeden saldırmışım. diyaliz makinasına bağlı bir böbrek hastası gibi laptop'ıma bağlı yaşamışım. gece, gündüz, pazartesi, salı, çarşamba, perşembe, cuma, cumartesi, pazar, pazartesi, salı, çarşamba... eskiden cuma akşamı içmeye başlardık, pazartesi sabahı ayılırdık. cumayı, pazartesiye bağlayan gece diye makara yapardık. ben marttan, şubat sonuna kadar bir gün yaşadım. tek bir gün. ama hiç bir gün yaşamadım da aslında. bitkisel hayattaydım, gülmeyi unuttum, ağlamayı, yazmayı anımsar gibi oldum bir ara sadece. uyumadım, uyanmadım da.

en sonunda çarkın düzenini bozan bir dişli olmaya karar verdim. en iyi yaptığım işi yaptım. durdum. kendimi karşıma aldım. aynaya baktım. içimi gördüm. uyan dedim kendime. kendi bildigini yap. uyandım, gökdelenin tepesine çıktım. yarattığım ne varsa bir senede hepsini tespit ettim. yaklaş, yaklaş dedim. bir ikisi kaçar gibi oldu, onları da geri getirdim. derin bir nefes aldım, hepsinin üzerine tükürdüm. tek celsede. kocaman bir ağzın içerisinden çıkan bir ben dolusu şarapnel parçaları dağıldı etrafa. hepsi ağzımdan çıkmıştı. şaşırmamıştım, nefes nefese kalmıştım. nefes almayı unutmuştum, hatırladım. şarapnel parçaları hiç kimsede yara açmadı. kan dökülmemişti. aşağıya baktığımda tepkisiz onlarca yüz gördüm. kimisi yakasını düzeltti, kimisi kapişonunu indirdi. bunun için mi bizi topladın buraya der gibi bakıyorlardı. herkes kaybettigi on dakikayı nasıl kompanse edecegini düşünüyordu. sustum. ben bir sene kaybettim diye düşündüm ama onların onar dakikasından daha değersizdi. aslında o dünyada herşey çok değersiz. o dünyanın cumhuriyeti henüz ilan edilmediği için değer birimleri halen tanımlanmadı.


kendimi uçabilecegini sanan hazerfan gibi hissettim. o gökdelenin tepesinde biraz daha kalsam belki de hazerfan gibi uçmayı deneyecektim. asansörü çağırdım. herkes yukarı çıktığı için asansörde tek başımaydım. sıfıra bastım. bir sene önce o kapıdan girdigim kata döndüm. herkes yukarı çıkmak için asansör bekliyordu, kendimi metallica'nın i disappear klibindeki kalabalığı yarmaya çalışan adam gibi hissettim. ama adam gibi hissettim.

bir sigara yaktım. ipod'un play'ine bastım. shuffle'a yenik düştüm.
eyvallah.

rutin hayat bu en büyük girdap
dikkat et sempatik başlar
antipatik ama enteresan alakam yok
bunlar-LAN
vazgeçmediğim herşeyimi
çöpe attım üstüne bastım
anlatmakla olmuyor
yaşaman lazım

17 Şubat 2011 Perşembe

daltonların ilk firesi

16 yaşında bir kadeh rakı koydu önüne babası. kitaplara konu olacak bir rum evinin terasında, meşhur alsancak esintisinin gölgesinde. o günden sonra vedalaşmadı rakıyla. artık azalttı diyorlardı. günde bir 70'liğe düşürmüş. çok sessizdi, hiç konuşmazdı. belki en başından tepkisini koymuştu. çok yakışıklıydı o eski dar paçalı, kesik kollu fotograflarda. siz gidin, ben arkadan geliyorum der gibiydi her seferinde. kızı hande'yi kaptan çok severdi. kendi kızı gibi çoğu zaman, belki de ilk kez amca olduğu için. arada öyle oldugunu idda ederdi.

mustafa denizli'yle sıra arkadaşı, takım arkadaşı, hayat arkadaşı. denizli'nin galatasaray'a transferi için istanbul'a beraber gitmişler. görüşmeyi yapıp beraber dönmüşler. uçakta bir şişe viskiden sonra kemal zorlu almış ikisini. denizli gitmem diye tutturmuş, alsancak'ı bırakamam. tayyip tabiki de gazı vermiş. sonrasında zorlu döve döve denizli'yi yolluyor. tayyip, alsancak çukuruna hapsoluyor. çıkamıyor, çıkmak da istemiyor.

daltonların en büyüğüydü. ben onu gördüğümden daha çok gördüm daltonları. ama yine de sevmiştim. kaptan çok severdi. sonra araya eşler, evler, mülkler, ölümler girdi. iyice koptular.

dün huzursursuzlandı kaptan. gideyim artık, son kez göreyim dedi. gitti, görememiş.
klubün resmi sitesinde haber yapmışlar ölümünü. gurur verici.

13 Şubat 2011 Pazar

yırtar / parçalar

4 şubat 2009 pastasından bu görüntü.
Ölümsüz Phantom'un tonlaması her zaman kulağımdadır.
Altay Yırtarrrrrr, Genç Altay Parçalarrrrr!!!



Bu akşamki maç için sofra kuruyoruz babamla. Bir kadeh de Phantom için koyacağız masaya. Öyle karar verdik. Yarın da 14 Şubat. Eskiden İzmir'de maça gitmeden önce babaneme giderdik. Yarın o da olmayacak.
Yarın ben de olmayacağım.

12 Şubat 2011 Cumartesi

11 Şubat 2011 Cuma

manchester


the smiths'in suffer little children diye bir şarkısı var. the smiths'i betimleyen sakin, hüzünlü, isyankar bir şarkı. arada birkaç söz dizisi varki hayatın aynası. var olma savaşının son cephesinde, yok olmaya en yakınken yakılan bir ağıt gibi. çaresizlikle iç içe geçmiş bir serzeniş. savaş alanında tüm yandaşlarını kaybetmişken karşı tarafın halen sayıca fazla, eli kılıç tutan, zırhlı şövalyelerine yumruk sallamak gibi. insanoğlu bir umut diye yaşıyor hep.

"Oh, find me ... find me, nothing more
We are on a sullen misty moor
We may be dead and we may be gone
But we will be, we will be, we will be, right by your side
Until the day you die
This is no easy ride
We will haunt you when you laugh
Yes, you could say we're a team
You might sleep
You might sleep
You might sleep
but you will never dream !
Oh, you might sleep
but you will never dream !
You might sleep
but you will never dream !

Oh Manchester, so much to answer for
Oh Manchester, so much to answer for

Oh, find me, find me !
Find me !
I'll haunt you when you laugh
Oh, I'll haunt you when you laugh
You might sleep
but you will never dream !
Oh ...
Over the moors, I'm on the moor
Oh, over the moor
Oh, the child is on the moor

şarkının altında manchester'li bir kardeşimin yorumu var. nereye gidersen git, içindeki sen her yerde olacak. yine mi sen diyemeyeceksin, göremeyecek, duyamayacak, sadece hissedebileceksin. adını koyamadığın bu hastalığınla yokken var olmaya çalışacaksın. iki gözüm eminim sen yoksun.

England is the same as any other country, if you are rich/good looking/lucky/successful England is a brilliant place. But for the rest of us, its just one enormous grave. And we shall wait til its full, but the grave will never fill, theres always room for more

10 Şubat 2011 Perşembe

tekinsiz

Unheimlich/Uncanny Valley'nin türkçeye en yakın hali tekinsiz'dir. Freud'un hayatı özetleyen makalesidir. Palahniuk'un son kitabı haunted'ın türkçe meali aynı zamanda. Bu sefer nereden vuracak acaba diyordum içimden. Akşam üzeri telefonuma gelen mesaj:

"ortadan kaybolun. sizi başyapıtınızı yaratmaktan alıkoyan herseyi geride bırakın. işinizi, ailenizi, evinizi ve tüm bu sorumluluklarınızı ve dikkatinizi dağıtan şeyleri üç aylığına askıya alın. işinize tam anlamıyla odaklanmanızı sağlayacak bir ortamda, kafadengi insanlarla birlikte yaşayın. profosyonel bir şair, romancı veya senarist olarak yeni bir gelecek kurma şansı için hayatınızın küçük bir bölümüyle kumar oynayın. çok geç olmadan, hayalini kurduğunuz hayatı yaşayın. yer sınırlıdır."

Tekinsiz'in arka kapağından. Doğru yerde, doğru zamanda olabilen dostlarım var hala. O mesajı atan da onlardan biri. Bugün hem de. Doğru insan işin içerisine girince diğer doğrular anlamını yitiriyor diye konuşuyorduk dün. Bence o kadar doğruya gerek yok, hayat matematikten ibarettir ve iki nokta arasından sadece tek bir doğru geçer.

İnsan hayata bir kez geliyor ve o günlerin hepsini tek bir kez yaşıyor. Yaşamaya başlamadan önce nokta koyuyor. Zaman dilimi büyüyor; günler yaşlara, yaşlar da kuşaklara doluyor. Gitmeden önce bir nokta daha koyuyor. Bu iki noktadan herşey geçiyor... İnsanlar üstünden geçiyor, zaman içinden geçiyor, hayat ırzına geçiyor... En nihayetinde bir doğru sen geçiyorsun. Eğriyi ne kadar doğru görebildiginle alakalı herşey.

Ne işim var burada sorusunu kendime çok sormuştum ama bugün sabahki seansta oldugu kadar net soramamıştım kendime. Ne işim var burada gerçekten? İki haftadır konuşuyoruz hayallerimizden. Ne kadar varız, var olanların içerisinde ne kadar yokuz diye. Var olmak tamamen bir hayal, aslen olmayan bir dünyada.

kaç mıyım, göç müyüm
hiç miyim, suç muyum
ben kimim
ibret miyim, cinnet miyim
gözgesizim, her gün her yerde...

6 Şubat 2011 Pazar

29-1=28



silahını kendinden yontar yalnızlık;
her şeyden koptuğu için
herşey olan kendinden.
- peki, namlunun ucunda kim var?
- kim olacak; tetikteki ben.

HAT / Yalnızlık 29.

2 Şubat 2011 Çarşamba

işte neyse o şey

ölememiş olmamız büyük bir şans. üstelik ölüm üstüne bu kadar konuşurken. en son neyi düşünerek yaptıkki, kendi ölümümüzün sonrası bize sıkıntı versin. sanırım hala daha onurlu ölümlerin peşinde koşuyoruz. ama yine de aynada yüzüme bakmak istemiyorum çoğu zaman. üşeniyorum.

geçtiğimiz yazı düşünüyorum da ne kadar gururla bahsediyordum. olmadı, basamadık üçgenin iç acılarını. yetmedi bazı şeyler. atatürkçüyüz ama teoride. cebimizde çok taşıyamıyoruz kendisini. ağırlık yapıyor. oysa ben, bir cumartesi akşamüstüsünde, alsancak'ta iskele tarafından esen rüzgarın kapısının önünü inceden serinlettiği altay kahvesinde, mesut abi'nin yerinde, hayat fotografımın karesine bir şekilde sığdırabildiğim elli kişiyi toplayıp kendimce konuşmalar yapıp, içimdeki zehri döktüğüm sayfalardan iki paragraf okuyacaktım. olmadı, yapamadım.

sonrasında da bir d&r rafında kendi kendime bakıp gülme hayallerim vardı. o zaman nokta rahatlıkla konulabilirdi işte. o gün bugün de olabilirdi. kim bilir. son bir rakı içerdik, mutlu bir şekilde kadehlerimizi vururduk ama kimsenin kadehini bir kez de masasına vurmasına izin vermezdim çünkü nasılsa o masaya kadehlerini vurabilecekleri uzun günler olacaktı. o gün belki de aynaya bile ihtiyacım olmadan kendimle, kendi adımla, kendi adıma, kendi adımlarımla yüz yüze gelebilirdim. ama olmadı.

madalyonun bir yüzü lütuf diye parlıyor, diğer yüzüyse zulüm diye. nefis diyor bira-der... ne güzel türkçe'miz var diyorum. nefistir, nefsine hakim olmak.

bir oda burası. kapısı olmayan. girişinde kimlik sorulmayan. bir arkadaşa bakıp çıkacağım ben diye geldim. 27 sene bitiyor. içerisi sardığından değil bu kadar takılmam, aradığımı bulamadım hala.