2 Şubat 2011 Çarşamba

işte neyse o şey

ölememiş olmamız büyük bir şans. üstelik ölüm üstüne bu kadar konuşurken. en son neyi düşünerek yaptıkki, kendi ölümümüzün sonrası bize sıkıntı versin. sanırım hala daha onurlu ölümlerin peşinde koşuyoruz. ama yine de aynada yüzüme bakmak istemiyorum çoğu zaman. üşeniyorum.

geçtiğimiz yazı düşünüyorum da ne kadar gururla bahsediyordum. olmadı, basamadık üçgenin iç acılarını. yetmedi bazı şeyler. atatürkçüyüz ama teoride. cebimizde çok taşıyamıyoruz kendisini. ağırlık yapıyor. oysa ben, bir cumartesi akşamüstüsünde, alsancak'ta iskele tarafından esen rüzgarın kapısının önünü inceden serinlettiği altay kahvesinde, mesut abi'nin yerinde, hayat fotografımın karesine bir şekilde sığdırabildiğim elli kişiyi toplayıp kendimce konuşmalar yapıp, içimdeki zehri döktüğüm sayfalardan iki paragraf okuyacaktım. olmadı, yapamadım.

sonrasında da bir d&r rafında kendi kendime bakıp gülme hayallerim vardı. o zaman nokta rahatlıkla konulabilirdi işte. o gün bugün de olabilirdi. kim bilir. son bir rakı içerdik, mutlu bir şekilde kadehlerimizi vururduk ama kimsenin kadehini bir kez de masasına vurmasına izin vermezdim çünkü nasılsa o masaya kadehlerini vurabilecekleri uzun günler olacaktı. o gün belki de aynaya bile ihtiyacım olmadan kendimle, kendi adımla, kendi adıma, kendi adımlarımla yüz yüze gelebilirdim. ama olmadı.

madalyonun bir yüzü lütuf diye parlıyor, diğer yüzüyse zulüm diye. nefis diyor bira-der... ne güzel türkçe'miz var diyorum. nefistir, nefsine hakim olmak.

bir oda burası. kapısı olmayan. girişinde kimlik sorulmayan. bir arkadaşa bakıp çıkacağım ben diye geldim. 27 sene bitiyor. içerisi sardığından değil bu kadar takılmam, aradığımı bulamadım hala.

Hiç yorum yok: