30 Aralık 2011 Cuma

hosgeldin 2012

durdum, düşünemeden. kaybederken gülebiliyordum. hadi gelin üstüme demeden, ne varsa alaşağı ediyordum. günler sona eriyordu ve ben her yataga uzandığımda bana karanlığı yaşattığı için geceye şükrediyordum. hayatımda şükrettiğim başka bir şey olmadı. şükür, daha beterinden korudu bizi.

bu seneye güzel, bıçaklı bir hikayeyle başlamıştım, daha kanlı bir dostluk ilişkisiyle bitiriyorum. hayatta inandığım ne varsa hepsini ahval ve şeraitlere yenik bıraktım. ben hiç olamadım ya da hep hiç oldum. ben olmaya çalışırken, onlar hep benim odamda birer yer sahibi oldu. asmalının yuksek tavanları benim evimdi, dört duvar arasında metroya jeton atar oldum, taksimetreden gözlerimi kaçırırken.

bu seneyi kapatırken, bugüne dair kimsenin günahı yok. olmak istemediğim ne varsa o oldum, tek bedende. tek bedende üç kişi, yeri geldiginde dört kişi. aynı aklı paylaşan, aynaya bakamayan, birinci çoğul şahsı üçüncü tekil şahsa bozdurmuş zavallı yalnızlar. yokluktan beslenen, birliktelikten aç kalan yalnızlar.

yazdığım kitabı basamayan da benim
evlenmeden nafaka ödeyen de
uyumadan rüyayı gören de
tek varlığının muhabbeti oldugunu
hayatının müebbet oldugunu
bilen de
her sabah mucizeye uyanan da
benim.

çift ya da tek haneli olması farketmiyor yılların yeni umutlar beslemek için. dünüm yok, yarınım sır. öbür günü gören en şanslımız. herşey kimin ne gördüğüne bağlı. neresinden bakarsan. ben dört duvar içerisindeyim. önüm, arkam, sağım, solum hepsi ebe. ebenizi sikeyim. paradoks. aynalar. hepinizi kalbime gördüm orospu çocukları.
hoşgeldin 2012.

8 Aralık 2011 Perşembe

taxi driver


Travis Bickle/Taxi Driver

Twelve hours of work and I still can't sleep. Damn. Days go on and on. They don't end.

All my life needed was a sense of someplace to go. I don't believe that one should devote his life to morbid self-attention. I believe that someone should become a person like other people.

Loneliness has followed me my whole life. Everywhere. In bars, in cars, sidewalks, stores, everywhere. There's no escape. I'm God's lonely man.

Now I see it clearly. My whole life is pointed in one direction. I see that now. There never has been any choice for me.

the story of our lives

we keep turning the pages, hoping for something,
something like mercy or change,
a black line that would bind us
or keep us apart.
the way it is, it would seem
the book of our lives is empty.
the furniture in the room is never shifted,
and the rugs become darker each time
our shadows pass over them.
it is almost as if the room were the world.
we sit beside each other on the couch,
reading about the couch.
we say it is ideal.
it is ideal

Mark Strand

5 Aralık 2011 Pazartesi

1966'dan 2010'a Dünya Kupası Maskotları



98'den sonrasını çöpe at.
ya da logoyu büyüt, hayvanı öldür ama birşey yap.

1 Aralık 2011 Perşembe

nowadays #17

yalnız kalmaktı tek dileğim. çok çabaladım. kalabalıklar arasında "dokunan yanar" kıvamıyla yaşadım yıllarca. hiç üzülmedim, hep sevindim. kargalar sürüyle kartallar yalnız uçar yazıyordu bir gün bir arabanın arkasında oysa ben kuşlardan sadece minik serçe'ye inanmıştım.

eskiden geriye dönüp bakardım geçmişi hatırlamak için, artık her gün karşımda geçmişim. belki de geleceğim. özellikle de hiç gelmek istemeyeceğim.

verilen sözlerin ve edilen yeminlerin hiç bir zaman gerçek olmadığına inanmıştım, on sene kadar önce iki tekerlekli bir bavul üstüne yüklediğim hayallerimin içerisinde. her zaman yalnızdı insan. en yalnızıyla yaşıyorum artık. hayaliyle de yalnızdı hayali olarak da. hayal adı üstünde idealden oldukça yumuşak, gerçekten olabildigince uzak.

tüm hikayenin özeti aslında rakının kültüründe gizli.
sonrasında çıkan yeşil efesini, atasını, yeşil üzümünü, altın sarısını reddedip en eski 70'lik yeniden vazgeçmeyecek kadar geleneklerine bağlı,
soğukların en soğuğu tekmil favayla altlık yapacak kadar soğuk, ara sıcağın en fiyakalısı ahtapot kadar doyurucu, ana yemeksiz bir rakı masası kadar boştu bizim hayatımız. çünkü hiç bir zaman o masaya yemek yemek için oturmadık. her seferinde aramızda yeni 70'liklere yer açmak, bolca sigara içmek için oturduk o masalara dumanında kahırları oflarken. yanan her sigaranın ucunda tütünden ziyade o aralar canımızı en çok sıkan gerçeklik vardı ve o sigara, o gerçekliğin kendisiyle doluydu. o sigara zaten boş gitmiyor.

her mekandan en son kalkan biz oluyorduk çünkü kimse bizim kadar masayı güzel dolduramıyordu. masada bolca hak vardı. hak ve adalet. hayatın kendisinde olmadığı kadar çünkü biz o masaya her seferinde o yüzden o kadar severek oturuyorduk. gün içerisinde göremediğimiz hakkı ve adaleti orada birbirimize teslim ediyorduk. bir Ömür, Hakkı'mızı teslim etmekle geçiyordu ve biz bundan son derece memnunduk kendi kendimize kurduğumuz gizli özneli hayatlarımızda.

ben hiç bir rakı masasında hesabı isteyen olmadım çünkü benim hiç bir rakı masasından kalkasım olmadığı kadar hiç bir masanın hakkını verecek kadar ömrüm de olmadı.

patron bize birer yolluk verir misin, rica etsem...

23 Kasım 2011 Çarşamba

the head & the heart - ghosts

grubun adı öncelikle efsane. the head and the heart. ikisi de aynı şeyi söylüyor: "gidelim gidelim". kar topu büyüyor, çığ oluyor. beraberimde götürmek istediklerim var. yazmak istediğim de çok şey var.
hepsine vakit yaratacağım.

"one day we'll all be found
no longer lost, we're just hangin' around"

2 Kasım 2011 Çarşamba

sela'mım aleykum



yapmamam lazım ama yapacağım. yazmamam lazım ama bunu da yazacağım.

kendi canını alma hakkını sonuna kadar savunan biri olarak kendi canını almak isteyen birinin karşısında durmak... imkansız, şövalyelik.

bunların yanında geçen yıllar, seneler, tükenmeyen umutlar, her gece başını yastığa koyduğunda ertesi sabah gerçekleşecek mucizeyi beklemek, o çok sevdigin filmin bitmemesini istemek kadar amatör, her gün ölmek kadar gerçek. kitap olurdu bu hikaye.

kollarımı açıyorum. burnum yukarıda, çenem dik. cemaat ile beraberiz. nasıl bilirdiniz diye soruyor, araya giriyorum. "siyah beyazdı onun rengi. hayatının gerçeği.o yüzden hep beraber son kez: bü-yük al-tay"

herşey iç içe.
baba, oğul, altay, aşk, hayat, para, yokluk.
o yüzden olmadı. o yüzden olmuyor.

işte bu yüzden hepinizi kalbime gömdüm orospu çocukları.

1 Kasım 2011 Salı

23 Ekim 2011 Pazar

Keeping Things Whole


in a field
i am the absence
of field.
this is
always the case.
wherever I am
i am what is missing.

when I walk
i part the air
and always
the air moves in
to fill the spaces
where my body’s been.

we all have reasons
for moving.
i move
to keep things whole.

- Mark Strand / Keeping Things Whole

19 Ekim 2011 Çarşamba

bugüne dair

Günümüz sosyal medyasının en büyük artısı insanlara manevi masturbasyon saglaması. Futbol, siyaset, terör farketmeden sevmediğine karşı sallama hakkını veriyor yalandan demokrasi altında. Resimler değişiyor, status’ler update ediliyor, alayına veryansın. Bugün de bunu görüyor ve yaşıyorum. Sıcak evinde uyuyanı, sabah yedide kalkıp işine gideni, parasını kazananı, kendini elit sananı hiçbir zaman meydanlarda ya da isyanlarda göremedik. Onların hiçbirisi kolkola girip devlet mercisine dayanmanın sıcaklığının, biber gazının ciğerlerine işleyen acısının, jopun yakıcılığının, küfürün tadının hakkını veremediler, vermekten korktular. Korkunun en saf halinin karaterli duruş olarak kabul edildiği, maskelendiği insanların hem ölüsü hem dirisi için üzülmüyorum.

10 Ekim 2011 Pazartesi

Rekor Peşinde

Lise'de herhangi bir dönemdi, hangisi olduğunu tam olarak hatırlamıyorum. Tek hatırladığım walkman'imle çok seviştiğim bir dönemdi. Geveze'nin programını kapatırken on buçuğa doğru okuduğu hikayeleri ve hikayenin peşine çaldığı şarkıları çok severdim. O zamanlar hayatımın tamamını ikinci tenefüse denk gelen, onu yirmi geçe ile on buçuk arasındaki zaman dilimi gibi geçirebilirdim. Bir ara bir şarkıya sardım onu hatırlıyorum. Yıllarca melodisi kulağımda tınladı ama ne olduğunu bir türlü öğrenemedim. Bugüne gelene kadar, o şarkı da geride bıraktığım birçok hatıra gibi zamana karşı catenaccio taktiğiyle kapansa da sahadan yenik ayrıldı.

Aradan geçen yıllar içerisinde hafif kambur kaldım. Kimi arkadaşlarım fotograflarımı gördüğünde "biraz dik dur lan" derlerdi, kulak asmazdım. Sonraları bu yaşta kambur kalmanın psikolojik açıklamaları olduğunu öğrendim. İnanmadım çünkü beni eğen nedenin altında yatanlar her daim inkar ettiğim gerçeklerdi. Her gece yattığımda kütlettiğim omurlarımla omuzlarımın dikleştiğine, gün içerisinde sırtımda taşıdıklarımdan arındığıma inanırdım. Ertesi gün yine yüklenir yola çıkar, akşamına yine omurları kütletip, küfemi kenara bırakır, günlük yevmiyemi uyku olarak alırdım.

Taşıdığın ağırlığın üstüne çıkman gerekiyor bir yerden sonra. Hayatın her dalında böyle. Çocukken izlediğimiz naim süleymanoğlu da öyle değil miydi? Koparmada 150 kaldırıp, rakiplerine fark atınca silkmede 195'i denerdi. Kaldıramayacağını bile bile denerdi. Günün birinde 190 kaldırdı ve adını tarihe yazdı. Kimse kaldıramadığı 195'ten bahsetmedi. Hayat öyle degil.

Modern zaman haltercisi olarak kendimi konumlandırdığım bu yazıda benim rekor denemelerimin ne yazıkki arkası kesilmedi. Her başarısız rekor denemesinden sonra tekrar sıfırdan başlayıp, o başarısız üçüncü denemeyi yapmaktan korkmadım. Aslında ikinci denemede istediğimi aldıktan sonra üçüncü deneme için podyuma çıkmamak kadar gururlu bir hareket olmazdı. Herkesin yüzüne tükürmek gibi bir duygu bu. Yarabbi şükür'ün garanti nasıl olsa. Hepsine rağmen her sabah uyanmaktan vazgeçmedim.

Walkman'imin yerini ipod aldı. Walkman'im nerede bilmiyorum bile. Walkman'den ziyade içinden gelen sese inanmıştım ben. İnsandan ziyade içindeki yüreğe, ofise gidip gelmekten ziyade çıkarttığım işe, karşımdakinin elini sıkıp adını öğrenmekten ziyade ağzından çıkanlara, şaraptan ziyade rakıya, futboldan ziyade altay'a, konuşmaktan ziyade susmaya, iltifattan ziyade küfüre, ailemden ziyade kendime, rekordan ziyade sıradanlığa inandığım gibi.

Radioeksen geçen gün Babybird'den Atomic Soda diye bir şarkı çalıyordu, bayıldım. Eve gidip Babybird'un diskografisini indirdim. İkinci ya da üçüncü şarkıda lise yıllarıma döndüm. Sanki geveze hikayesini az önce bitirmişti de o muhteşem şarkı çalıyordu. Birazdan matematik hocası sınıfa girecek, herkes ayağa kalkacak, ben de o şarkı bitmeden kulaklığımı çıkartmayacağım için sıranın altına saklanacakmışım gibi hissettim. Hepsini iliklerimde yaşadım. İçime çekildim, inanamadım. Zamana yenik düşen o melodiyi duyuyordum. Babybird'un 98 çıkışlı There's Something Going On albümündendi şarkı; "I was Never Here". İlk kez sözlerine baktım.

and i won't say goodbye
because i was never here
and i won't say hello
because it wouldn't be true

Yavşak gibi mutlu oldum. Şarkıyı bulduğum için değil. Oniki, onüç sene öncesiyle aynı kaldığım için. O zamanlar aklımın ermediği varoluş, yokoluş padakosunda aslında sadece varolmayış'ın peşinden yola çıkmışım zamanında. Aynı yolda yürüyorum var olmamaya çalışarak. Her gün ayrı bir rekor peşindeyim.


25 Eylül 2011 Pazar

evet homoseksuelim

homoseksuel kelimesi kendi anlamlandırmalarımla hayatımda çokça yer etmiştir. homofobik degilimdir, sadece hayatıma ender şekilde kattığım mizansenlerin tek kelimelik karşılığıdır. kimi zaman giyilen rengarenk bir tshirt'te, kimi zaman okunan bir elif şafak kitabında, kimi zaman da öğle yemeginde yenen salatada. bu örnekler artar durur.

kendi homoseksuel haraketlerimden biri de astrocenter'a üye olup, mailime her sabah düşen astrolojik yorumları okumaktır.

dün sabah girdigim ofisten haftasonu olmasına ragmen henüz çıkmadım. çıkacak gibi de durmuyorum. sabah astrocenter'dan gelen maili okudum. aynen yapıştırıyorum aşağıya. en homoseksuelinden bir yorumla da şunu diyorum "hayat, beni neden yoruyorsun"...

"This is going to be a day when you have doubts, or at least questions, about your professional life, Ogan. Is your career going in the way that you want it to? Is it, in fact, a career? Are you satisfied with the kind of life that you have right now? Try not to run away from these kinds of questions. You will find answers to them in the near future, and will be changing things in your life more than you ever imagined!"

23 Ağustos 2011 Salı

tahterevalli



çatalla bıçağa daha önce davranmadığı kadar özenle davrandı yemekte. etin üstüne deydirdiği bıçağı, az pişmişin kanıyla karşılaştığında şiddet tatmini yaşamak için bıçağı sıyırıp çatalı daha da sert sapladı ete. piyano çalar gibi yemek yiyordu o akşam. bir yandan da konuşarak yanındakilerin kendisinde görmek istediği güler yüzünü sergiliyordu etrafına. piyano solosundan sonra orkestra şefliğine de soyunmuştu.

tabağını bulaşığa sokmayacak kadar temiz bıraktı. etin sosunun bıyıklarının dudağına temas ettiği yerde eser bırakmayacağına emin olacak bir şiddetle peçeteyi ağzına götürüp, bastırdı. dişlerinin arasında herhangi bir parça kalmadığından emindi.

her yemekten sonra ağzındaki tuzu ve karnındaki açlığı bastırmak için tatlı yerdi. ağır olmaması tercihiydi. önüne sunulan tatlıyı bu kez reddetti, oysa en sevdiği kalburabastıya daha önce hiç karşı koyamamıştı.

yıllardır kaybetmediği tek aksesuarı olan gri zipposuyla sarma sigarasını yaktı ve koltuğuna yaslandı. karşısında iki çift göz vardı. tek bir cümle kurdu. gün içerisinde bu anı çok düşünmüş, cevap şansı bırakmayacak bir senaryo tasarlamıştı. kitapları çok severdi. yazar olmak istiyordu. olabilirdi de ama henüz buna vakıf değildi. çok sevdiği bir yazarın, çok sevdiği bir kitabından, en çok sevdiği cümleyi kurdu...
24 yaşındaydı ve artık özgürdü.

.....
aradan seneler geçmesine ragmen kurduğu o son cümle asla aklından çıkmadı.

hayat; kimilerinin gezegenlere, kimilerinin öbür dünyaya, kimilerinin kadere bağladığı, dengeyle salınan bir tahterevalli. karşına senden ağır ya da hafif biri oturunca denge bozuluyor. kimi zaman dengeni bozmak için karşına birden fazla güç çıkıyor. hem de dengeyi kurduguna en fazla inandığın anda. artık oldu diyorsun, rayına girdi bazı şeyler. ama olmuyor. işin içine insan girince sonuç sonsuz bilinmeyenli bir denkleme dönüşüyor.

o bu denklemi çözmek istemedi. matemetiği çok iyiydi ama hep eşitiğin tek tarafında kalmayı tercih etti. yanına eklenenle sonuç çıksın ortaya istedi. ya da kimse eklenmesin tek başına değeri olsun. onun yanına hep bir çarpı işareti ve yanına da sıfır geldi. her türlü yutan eleman.

çok denedi sıfırdan kurtulmayı ama olmadı. işte sonunda o sofraya oturdu. karşısındaki iki çift gözü toplasa da sıfır ediyordu, çarpsa da, çıkarsa da, bölse de, hatta karelerini alsa bile... daha geç kalmadan yola çıkıp sıfırdan başlamayı göze aldı. sıfır kalacaksa da çarpmanın etkisiyle değil kendi elleriyle sıfır kalmayı kafasına koymuştu...
"hiç bir şey yok"



altay deplasman haritası


harita altay'ın bu seneki deplasmanlarını gösteriyor. istanbul ve cevresinde dört maç var. bilecik ile balıkesir'i de eklersem altı ediyor. iskenderun eylül sonu, o zaten garanti. urfa ilk maç, sezon açılışı. of maçına gidip deniz kenarında hamsi, rakı da keyifli olur. ankara her zaman soru işareti. bir kere yüzüm gülerek donmedim o gri şehirden. malatya plase. diyarbakır, çorum, konya ve tokat'a gitmeyi de aklımdan bile geçirmeyeyim bir zahmet o kadar aklım kaldı.

son on yılda yerel derbiler hariç hiç bir gün yüzümüz gülmediyse de,
her sene hüsranla sona erdiğinde bu kez son desem de,
o hüsranların son dakikalarını içimde bitmek bilmeyen bir umutla hayata isyan ederek izlesem de,
alemin kralı her sahaya çıkışında, sahadaki isimleri gözetmeksizin o çubuklu formayı her gördüğümde gözlerim dolsa da,
iki rengin arasında bana hayatın anlamını saklama hissini verirken, bana sadece o siyahın kederini yaşatsan da,
seni yönetenler, senin adını ağzına alamayacak adamların, takımların diline düşürse de,
sen bizi her sene aldatsan da, her sene üzsen de,
bırak süper lige çıkmayı, üçüncü lige düşsen de,
ALTAY'ım...

sensiz geçen günlerin amına koyayım...





üçüncü lig topçusu



saçları, favorileri, renkli çakma dolce gabanna tshirtleri, ucuz aynalı gözlükleri, beyaz ayakkabıları ve yırtık kotlarıyla böyle bir eküri var. yılda ikiyüz bin civarı kazanıp anadolunun türlü şehirlerinde dolaşıyorlar. peşinatla cebini doldurabilen de modifiye arabayı çakıyor altına.

turgutluspor ise bu seneki kadrosundaki oyuncularıyla bu iğrençliği belgelemiş. bari adamların lisansındaki fotoları almak yerine formayla birer poz çektirseydiniz. bu evliyalar da ileride 2011 sezonuna hangi takımda başladıklarını hatırlarlardı.

caner celep'e bir sorum var.
tshirt'unde yazan vintage senin için ne ifade ediyor?

teşekkürler

11 Ağustos 2011 Perşembe

box#2



önemli spor!

ergen


britney spears iyi ki silinmiş müzik sahnesinden. ne güzel de belli etmiş 17'den 19'a geçişini ergen kız.

8 Ağustos 2011 Pazartesi

paying taxes





That day, that letter brought me back to earth.
This part of my life is called "Paying Taxes."
If you didn't pay them; the government could stick their hands into your bank account...


aynen de öyle işte.
alırlar.
herşeyini.

get drunk


daha önce de yazmıştım. charles baudelaire 2009 seneme damgasını vurmuştur. daha içelim hey hey!!!

1 Ağustos 2011 Pazartesi

yoldas

nowadays #16



you will become known for doing what you do.
etiketin oluyor bu hayatta. perception is everything deniyor kimi mecralarda buna. arasında ince bir çizgi var. geç kalan, çok içen, riyakar, gerçek, yumruk, çığlık. farketmez.

the personal is powerful.
omurgadır, vücudu dik tutan. sürüngen kaynıyor bizim buraları.

do your own thing.
götüne güvenebilirsen, yalnız da olsan. sen olursun. yeterlidir. zor olanıdır. peşkeş çekilmesini istiyorsan erkek erkeğe bir rakı sofrası kurarsın, o masanın tanrısı olursun. en büyük sensin, başka büyük yok. sabah baş ağrısıyla uyanana kadar.

ideas are all that survive.
bir duruşun, düşüncen yoksa sen de yoksundur.

experience is the only way to learn.
tecrübe insan ile kazanılır derim. insandan yediğin tokat, gördüğün samimiyet, yaptığın yamuk, kırdığın kalp kadar. bunların hepsi de zaman torbası içerisindedir. ama zaman öğretmez, üstünü örter. sen öğrenirsin, öteki öğrenir. birbirinize öğretirsiniz.

only fools get trapped by tools.
herşeyin bir shortcut'ı vardır. excel hariç.

go outside.
sokakta hayat var!

once you have learned to speak, what will you say?
ilk söylediğin kelimelerden bahsetmiyor. bana kalsa ağzımdan çıkan ilk iki kelimenin yerine başkalarını koymak isterdim. olmadı. insanlar arasında anlatabilecek hikayen var mı, konuşabilecek özgüvenin var mı, yalnız olsan bile.

29 Temmuz 2011 Cuma

Kolleksiyon'un Devamı



Juan Sebastian Veron her zaman sevgimi, saygımı kazanmıştır.
Dövmesi de cabası.
Viva América del Sur!

21 Mucizesi

22 Temmuz 2011 Cuma

gecmis olsun



güzel kayıt.
festival, orasını pek bilemem.
saat gece üç.
sarma sigara.
tankta son bahar esintisini yaşatan bir vantilatör.
adam-asmalı.
kaçamadım,sadece o benim hatam.

21 Temmuz 2011 Perşembe

the ghost inside


savur hepsini okyanusa

sahiplendiğin ne varsa sat!



sonra da okyanus kenarında yat!

nowadays #15



sen hissetmesen de gececek bu zamanlar.
anın içine gömüldüğünde, nefes alamıyorken, hep aynı derken fark edeceksin zamanın gectigini. geriye sen kalacaksın. o her zaman vazgeçmek istediğin kendin. aynada çukurlaşmış göz altlarınla, açılmış şakaklarınla karşılaştığında farkına varacaksın elinde kalanın sen oldugunu. o zaman sor. kimin için, ne için?

20 Temmuz 2011 Çarşamba

fight me in the club



biz aslında kendimizin pezevenginiyiz...

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Anahtar Şıngırtısı



Anahtar şıngırtısı küçükken benim için hayati bir tılsımdı. Babamın apartmana girişinin habercisi olur, o ses yaklaştıkça ben de babamın kucağına atlamak için geri sayıma geçerdim. Küçüktüm o zamanlar, şimdi dışarıya çizdiğim agresif, beton kalpli, insanlığa düşman adamın birinin kucağına atladığını düşünmek de yeterince ironik.

O şıngırtı benim için o zamanların şartlarında hayati bir değere sahipken, onun için gündelik, önemsiz bir refleksti belki de. Yıllar sonra muhabbetimizin alt başlığı olan bu şıngırtı hakkında konuşurken, benim o sese olan ilgimi farkettiğini ve kucağına atlamamı çok sevdiği için sokak kapısını açtıktan sonra anahtarı cebine sokmayıp, tırmandığı beş kat boyunca duyduğumdan emin olana kadar anahtarını şıngırdattığını söyledi.

O zamanlar onunla geçirdiğimiz bitmek tükenmek bilmeyen akşamların bir sonu olacağını düşünmezdim. Balkonda annemle babamın birbirlerinin içine düştüklerini fark etmeden onları dinler, her gece içilmesine şaşırır, yemek seçerdim. Tüm bunların yanında karanlıktan da çok korkardım.

Aradan geçen yıllar bu toprakların üstündeki insanlara ekonomik dar boğazlar, doğa üstü felaketler yaşatırken, bastığı toprakların altına gömdüklerini hatırlayacak kadar insan olanlara bir de duygusal tramvalar ekledi hayat abaküslerinde.

Zamanın uçucu olduğuna inanan bizler, yaşadığımız en güzel duyguların -miş'li geçmiş zamanlar yerine -di'li geçmiş zamanlardan ibaret olduğunun farkına vardığımızda içimiz burkulur. -di'li geçmiş zaman, insanın gururunu okşatan, oradaydım hissi verir. Bundan yirmi sene önce ben annemleydim, babamlaydım.

Birbirimiz hakkında -miş'li geçmiş zamanlarla haberdar olduğumuz son onbeş yılın sonunda, ben ilk kez deplasmana çıkmaya karar verdim. Bundan bir kaç sene sonrasına konu olacak belki de son -di'li geçmiş zamanlarımızı yaşamak ve yaşatmak adına en ruhlu, çubuklu formayı giyip sahaya çıktım.

Dolu dolu geçen üç günün bu son gecesinde gördüklerim, küçükken karanlığın içerisinde korktuklarımdan daha ürkütücü ve gerçekti. Zaman şiddetli bir rüzgarmışcasına uçmuş, eserken etrafında ne varsa alıp götürmüş, yüzleri ve elleri kırıştırmış, saçları dökmüş, karşısında dik durmak da güç gerektirdiğinden fazlasıyla yormuştu.

Birbirine aşkla bakan ikili, sarmal bir yapı halinde birbirlerini aynı konularda zorlamaya başlamış, hayatlarını kendilerine özgü bir alan kalmadan dört duvar içerisinde yaşamak üzere sıkışmış, içilen rakının yerini bol demli çaylar, kavunun ve peynirin yerini astım, kalp ve tansiyon hapları almış,incir çekirdeğini doldurmayacak konular zamanla beraber bulut yüklü kar toplarına dönüşmüş, mutlu olmak basit bir takas yoluyla sinir olmak ile değiştirilmiş, çift kişilik yatak iki ayrı tek kişilik yatağa bozdurulmuş, karşıyaka ve alsancak'ın yerini karaktersiz bir altınkum almış, otuzlar ikiyle çarpılıp atmışa merdiven dayanmış, birinci çoğul geniş zaman kipleri de yerlerini ikinci tekil emir kiplerine bırakmış.

Babam artık evden çıkarken anahtarını yanına almıyor, masanın üstünde bırakıyor. En önemlisi de bu...

7 Temmuz 2011 Perşembe

pause artık


üç sene aradan sonra bir haftalık tatile çıkıyorum.

bu süre içerisinde de telefonumu kapatıp hiç bir şeyden haberdar olmayacağım. out of office mesajıma da "yıllık izinde olacağım saygınıza sığınıp beni aramamanızı rica ediyorum" yazdım. evet bu lüksüm var.

döndüğümde altay'ın bank asya'ya çıkmasını temenni ediyorum. bu süre içerisinde herhangi bir şans oyunundan para kazanırsam da tadından yenmez çünkü dönünce ihtiyacım olacak.

yavşak gibi okuyup, adice yazmayı da ihmal etmeyeceğim bu günlerde. çok doluyum.

şu anda en sevdiğim insanla leeds'te, morrissey konserinde gözlerim yaşlı biçimde there's a light that it never goes out'u da haykırabilirdim. olsun, bu hayatta elimde ne varsa onunla mutlu olmayı öğrendim ben, dert değil.

yarının öğleninde, yüzümde denizin kurumuş tuzuyla, kumlu ayaklarımla, o güneş kokan saçlı insanla hayata nanik yaparak, hala yaşadığımı ispatlayacağım.

tatil boyunca da sıradan bir yazlıkçı gibi neler yediğimi, neler içtiğimi status'lerimde belirtmeyip, döndüğümde masturbasyon yaparcasına fotolar yüklemeyeceğim bir yere de çünkü ben zaten denizin, ege'nin çocuğuyum.

işte tüm bunlar yüzünden dolce vita amk!

4 Temmuz 2011 Pazartesi

mumford&sons - home

mumford&sons'ın son şarkısı.
bugün temmuz'un ilk pazartesisi.
son olmasını istediğim o kadar çok şey varki hayatımda.



i ran away in floods of shame
i'll never tell how close I came...


Mumford & Sons - "Home/Untitled" (Live on KBCO) by TwentyFourBit.com

3 Temmuz 2011 Pazar

box


önemli spor. nakavt ederim.

80 kilo adam

bir aralar çok kullanırdık "seksen kilo adamım ben, kırkı yürek, kırkı taşak". kavganın birinde mi duyulmuştu neydi. tam olarak bilmiyorum. kendi hatırladığımı söyleyince ve gerçek başka olunca sonrasında adım yalancı, sahtekar, düzenbaza çıkıyor. hoş, insanın adı çıkınca dokuza, sekize zaten inemiyor. inerse ekime kadar zaten.

aşağıdaki görsel daha güzel ifade ediyor bütünü. 51-49 dengesi de son derece önemli. hepsi neresinden baktığına bağlı. külliyen kabullenme söz konusu burada. ne dersen de, dert değil. yeterki 51-49 dengesini bozmayalım.

photo #1

fil dişi üstünde suda gezmek > at sikinde kelebek

kolleksiyon

bizim hadem'in pul kolleksiyonu vardı küçükken. PTT sokağındaki kırtasiyeden futbolcu pulları almaya bayılırdı. o zamanlar çarşının diğer tarafına geçmek benim için son derece soğuk geliyordu, bir türlü sevemedim oraları. beni de zorla götürüdü o kırtasiyeye. sonra eve gelirdik, bana şov yapardı. küçükken, şova yönelik çok hareketimiz vardı. maddeler en büyük oyuncağımızdı.

bunlar da hademin pulları kadar olmasa da çok güzel ve anlamlılar. ben en sevdiğim adamları seçtim Maradona, Baggio, Gullit.

Baggio'nun kaçırdığı penaltıya o kadar üzüldümki, yıllar sonra Johnnie Walker reklamında oynayınca viskiye başladım. o reklamda Baggio oynamasa viskiye başlamazdım gerçekten.

Maradona zaten benim tanrım.

Gullit saçlarıyla sevgimi kazandığından, çocukluktan belliymiş benim ne aykırı olacağım. Gullit'in Lotto ayakkabıları türkiyeye gelsin diye kafayı yerdim.



nowadays #14



sonuna kadar mücadele de edebilirsin. bırakıp da gidebilirsin. sevenlerin de olur, nefret edenlerin de. ben bu sıralı, bağlı cümlelerin hep ikinci kısmında yer aldım. gizli öznelerden nefret ettim. kulaklarımı ayrı ayrı kullandım. birini giriş için, diğerini çıkış için. beynime kazıdım o köprü arasından geçenler arasından gerekli olanlarını.
2011'in de yarısını bitirdim. 2012'nin yarısı kaldı da diyebilirim aynı zaman dilimini ifade etmek için. ben yine ikinciyi tercih ediyorum. ikinciyi geçen kaçıncı oluyordu biz çocukken.

if or then.
ben yine ikinciyi tercih ediyorum.

morrissey setlist



25 haziran'da Barbica-York'taki setlist.
7 temmuz'da leeds'te konser biter çağırırız, this charming man'i söyler üstüne de. ne de güzel olurda aslında. "will nature make a man of me yet?" dostum.

27 Haziran 2011 Pazartesi

nowadays #13



"köpekler istedi diye atlar ölmez" demişti Luce.
kusura bakmayın ama orospu çocuğu olunacaksa benden daha iyi olamazsınız.

kentmen - menzil



bu ne savaş, ne ödüllü yarış,
akla mukayyet menzile akış.

çobansız koyunlarız gecede,
gereriz çobanı çarmıha yine de

sesleri anla, faydası yol,
çıkınca, sonun önemi yitiyor.

uyanmak değilse ölümler,
uykulara teslim ömürler.

zamansız gidenlerin anısı,
düşünce akla bir gece yarısı.

ölümleri anlat, hoş oluyor.
sonunu bilince ürkütmüyor.

kim sesiydi çetin yavuz'un gecede?
dönerken geri moda'dan evine
bir şarkı söyler, dilinde umut
yürür üstüne, gerçeği unutup...

24 Haziran 2011 Cuma

Behzat Komserim Sezon Finali



bir mevsimin pazarları da böyle geçti işte

nowadays #12



sahne1:
reel hayattan çalınmış, sürreel olup kendi realitemize hizmet eden iki gün. hangi rakı bu kadar tatlıydı, kimin gözlerinde tatmin duygusunu bu kadar gördüm, hangi mezeyi seçerken bu kadar şımarıktım, hangi dalga sesine sarıldım bu kadar ya da hangi hardest part bu kadar anlamlıydı gerçekten hatırlamıyorum. ama gerçekten. masaya vurulamayan yumruktan, atılamayan çığlıktan, türükülemeyen surattan sonra gidilemeyen ayvalık'a da gitmiştik. tüm bunlar bir gece otururken oldu. dönmeseydik, harbiden dönmezdik. devrim yapılacaksa bunu yapabilecek insanlarız biz, hala idda ediyorum. hayata dair tüm sakin nefretimle, yalnız çığlığımla. belki de kendi devrimimizi tek gidiş gelişli yolda o dört arabayı sollarken yapabilirdik. bilmiyorum. sadece hissedebiliyorum. yaşadığım hafifleme hissinin karşılığını anca karşıdan gelen arabaya çarptıktan sonra arabanın ön camından fırlayıp, havada süzüldükten sonra bir kuş tüyü gibi hafifçe yere düşerek verebilirdim. yerle bütünleştiğim anki hissimi hayal ediyorum da. anca bu kadar anlamlı olabilirdi herşey. mü-kem-mel bir atlayış. çünkü senede iki günlüğüne yapılan kaçamağın bedeli bu kadar ağır olmamalı.

sahne2:
rakı masasındayız.
ensemde bir el. rüya kadar sıcak, yeni serilmiş beyaz çarşaflar kadar pürüssüz, deniz börülcesi kadar leziz, rakı kadar ağır, paragraf kadar içli.
tüylerim.
ikinci sınıf berberin jölesiyle tanışmışcasına asla çözülmeyecek kadar diken diken, kırkayak gibi bütün vücudumu taşıyabilecek kadar inançlı ama bir o kadar yorgun.
bir yudum daha alıyorum rakımdan. bir çatal da deniz börülcesinden...

sahne3:

beş erkek toplanmışız. altıncısı yolda. oktay'ın hayatını anlatan ferhat uludere'nin dediğine benzer şekilde pas atacak kimseyi bulamamıştık çünkü aramamıştık da. savunmada derinliğin kaybolduğu anda bulduk birbirimizi. oysa aynı formayı giyen insanlardık biz, sadece kafamızı kaldırıp sahadaki dizilişe göz atamamıştık. hazırlık paslarıyla başladık geceye, ağırlığımızı hissettirdik rakibe karşı. muhabbetle akıyordu dar alandaki kısa paslaşmalar ve sonra oyunu kanatlara yaydık. arkadan bindirmelerle destek verdik birbirimize. boşa çıktık, top istedik. beş kişi, top 5'lerimizi saydık en duygusal anlarımızla. kiminin hayatına hagi'nin bilbao'ya attığı gol yön vermişti, kimininkine popescu'nun penaltısı, kiminkine ankara'daki playoff finali, kimininkine de koray'ın golü. hayat futbolun ta kendisi. futbl duygusal bir oyun. sevmesini bilmek lazım top oynamak için. topsuz futbol oynadık biz. bu muhabbetler insanı ayakta tutuyor. hayattaki en güzel sözlerden biridir. iyi orta gel getirir.


tabiki de...
and i had a feeling
that you were very far away
but then a little voice inside me said
"you'll never get away from here"

17 Haziran 2011 Cuma

the laughing heart



Your life is your life
Don’t let it be clubbed into dank submission.
Be on the watch.
There are ways out.
There is a light somewhere.
It may not be much light but
It beats the darkness.
Be on the watch.
The gods will offer you chances.
Know them.
Take them.
You can’t beat death but
You can beat death in life, sometimes.
And the more often you learn to do it,
The more light there will be.
Your life is your life.
Know it while you have it.
You are marvelous
The gods wait to delight
In you.

pazar akşamları dinamo'da the patchwork her seferinde kalbimden vurmayı biliyor beni. behzat ç'nin bile önüne geçtiği oldu kimi zaman. son haftaki soliloquy playlist'inin girişinde tom waits, bukowski'nin "the laughing heart" adlı şiirini okuyor.


soliloquy: A soliloquy is a device often used in drama whereby a character relates his or her thoughts and feelings to him/herself and to the audience without addressing any of the other characters, and is delivered often when they are alone or think they are alone. (via wikipedia)

16 Haziran 2011 Perşembe

son perde



T: bizim oğlan seni rahatsız etmiş
Ma: hem de çok ama dersini almıştır
T: almış. sen de onu rahatsız etmişsin ama
Ma: sınırı aşmıştı
T: sen sınırın nasıl aşıldığını görmemişsin. tanımıyor musun beni. mustafa, yakışıyor mu bu hareketler söylesene. biz alsancak'ta gücümüzün yettiğini mi indiriyorduk
Mu: Turgay siz farklıydınız
T: biz senin babana saygı duyardık Ma. o yüzden sana birşey demiyorum daha fazla
Ma: ....
Ma: zaten kapandı herşey
T: orasını bırak da ben bileyim

14 Haziran 2011 Salı

vitrin




bir tek kendimi vitrinde görmediğim kalmıştı. o da oldu. neyseki manken olarak boy göstermiyorum.

13 Haziran 2011 Pazartesi

nereden baktığına bağlı

sizi temin ediyorum, başlangıç yoktur ve biz korkmuyoruz, duygusal degiliz. Yıkımın, yangının, çürümenin büyük gösterisine hazırlanan bulutlar ve yakarışlarıyla örtülerini yırtan öfkeli rüzgar gibiyiz. yasa son verme aşamasındayız ve gözyaşları yerine bir kıtadan diğerine yayılan sirenler yerleştiriyoruz. zehrin mutsuzlugundan yoksun yogun sevincin sesiyiz.

beynin çekmecelerini de, onların sosyal örgütlenmelerini de yıkıyorum. ahlaki çöküşü her yerde yaratmak, cennetin elini cehenneme, cehennemin gözlerini cennete atmak, evrensel bir sirkin doğurgan çarkını, gerçeğin gücüne ve bireyin düşlemine yerleştirmek.

biz sadece buna varız, tam da buradan bakıyoruz. gerisi umrumuzda degil.

12 Haziran 2011 Pazar

11 Haziran 2011 Cumartesi

10 Haziran 2011 Cuma

8 Haziran 2011 Çarşamba

fault in advertising



target group: Christopher McCandless.
reach: %100
affinity: 0

7 Haziran 2011 Salı

risk



hasbro'nun risk KV'leri. obama ve putin'li versiyonları da var.

benim oyum belli

6 Haziran 2011 Pazartesi

pazarın biri



günlerden pazar.
olabildigince sakin bir haftasonu. hala dilim dönmüyor bazı konularda. kahvaltıya gelmesini ne kadar istediysem o kadar dile getiremedim sanırım. belki de hissetti. halen kelimelerin ötesinde bir hissediş olabildigine inanıyorsam bunun tek nedenidir kendisi. tek dilegim hayalini kurdugum o güzel kahvaltıya, bizim kahvaltımıza, aksoy kahvaltısına bir sandalyeyle ortak olmasıydı. cihangirde tabagına otuz lira verdigimiz, ana yüreğiyle kurulanına ise asla paha biçemeyeceğimiz bir kahvaltı. bize para kazandıran iş dünyası bazen o çok anlam yükledigimiz pazar sabahlarını da elimizden alabiliyor ya bu da öyle bir pazardı işte. tüm derdimizde bunun içinden kurtulmak ya zaten.

konu sapıyor.
yarın, bugüne dek beraber geldigim insanın dogum günü. bugüne dek hayatımda taşıdığım tek varlık. envanter hesabı tutulmaz bizde. ne yersen, ne içersen, gelirsin, gidersin. kimseye de niye böyle yaptın demeyiz. herkesin doğruları vardır. bizim dogrularımızın ise ucu keskindir. ona dokundukları zaman tereyağıyla kıl ilişkisi gibi kayboluruz. kıl olan her zaman bizizdir.
bugüne dek çok kez ortak paydada buluştuk. bir gün o bölen oldu, ben bölünen. ertesi gün tam tersi. genelde eşitliğin diğer tarafına olduğumuz gibi çıkmayı tercih ettik biz. dört işlemi bile umursamadık yeri geldiğinde. yirmi metrekareye basketbolu sığdırabildiğimizden beri karşımıza çıkan hiçbir engeli umursamamıştık.

eser sahibinin burada oluşuna istinaden bu pazarı kahvaltıya taçlandırdık. bir aydır burada kadın, ben ilk kez görebiliyorum. biz otuza yaklaştıkça onlar da daha başka onlu basamaklara yaklaşıyorlar. bugün, yarın bilemedin öbür gün onları kaybedeceğiz. sonra ölüm aniden geldi olacak. ölüm perdesine anlamlar yükleyeceğiz. sonra perde kapanacak. biz yine onları ihmal ettiğimizdeki döneme geri döneceğiz. arada elbette gözlerimiz dolacak, kadehleri kıracağız, sessiz kalacağız. ama hiç bir şey değişmeyecek.

bu cümleleri yazan bilinç altım şişli'de taksiden inince harekete geçmiş olacakki çiçekçi aramaya başladım. eser sahibinin papatyaları ve sümbülleri sevdiği kalmış aklımın bir yerlerinde. papatyaları alıp, içine bir not yazdım. yirmi yedi sene önce yarını ve 2011'in bugününü anlatan. arasını tek bir cümleyle özet geçtim. çok şey yazmak istedim ona. herşeyi anlatayım diye. vaktim yoktu. vaktim olsa da kağıt yetmezdi. çok isterdim ona oniki, onüç sene önce odama geldiğinde radyoda yine mi güzeliz yine mi çiçek çalarken bana sarılıp "aile içerisinde bu kavgalar, gürültüler olacak gelecekte bunlar seni ayakta tutacak" dediğinde geleceğin ne kadar uzak geldiğini anlatabilmeyi. oysa gelecek de bir gün gelecek sloganıyla büyüyen bir jenerasyonduk biz. gelecek bugündü, belki de yarın. ama çok uzak değil bugünden, onu biliyorum. ayrıca şiddetli geçimsizliğe takılan aklımı bir anda dağıtıvermişti o şarkıyı çok sevdiğini söyleyerek. öyle girmişti konuya. sonraları ben çok kez gittim madam despinanın yerine. çok içtim kirli beyaz muşabba örtülerin üstünde, o asmanın altında. ve hep suyumla rakımı aynı kareye tokuşturdum.

yumurtalı ekmek, menemen (ölene kadar böyle yazacağım bu kelimeyi), sucuk, izmir tulum, özetle beni yıllar öncesindeki o pazar kahvaltılarına götürecek ne varsa serilmişti masaya. eski pazar kahvaltıları. geleceğin bir gün gelmeyeceğini düşündüğüm o zamanlardan bile uzak o pazar günleri.

çok özlemişiz ayni dili konuşabilmeyi. hasret giderdik. bugünlere gelene kadarki periyoddan bahsettik. hepimiz ayrı yollardan gelmiştik buraya. karşımdaki iki adamdan biri sıfırdan hayatı kurmaya çalışıyordu, diğeriyse tüm varlığıyla hayata meydan okuyordu. bundan sonrasının kapısında durduk. bir ara içeride birileri var mı diye baktık, sonra hemen çıktık. onların otuzlu yaşlarını hatırlıyorduk çünkü biz. yaklaşmıştık artık o uzak geleceğe. bugüne kadar eleştirdiğimiz düzenle ortak olabileceğimiz ilk raya girmişti artık yolumuz. o günün de bir anlamı olacaktı belki biz normal hayatlar yaşasaydık ama bugün aradan dokuz sene geçtiğini anca anımsadığımız istanbul pitstop'u, dünyamızı çevreleyen demirağların hepsini eritmiş, köprülerin altına dinamit koyup patlatmış, sadece yürüyerek keşfedebildigimiz ve bununla mutlu olmayı öğreten bir dünya yaratmıştı.

kahvaltının sonrasını süregelen yılların sonlarına dogru edindiginimiz bir alışkanlıkla, borghetti'yle süsledik. türkün kahvesinin dibindeki telveye yenik düşmesin diye italyan kahve likörüyle çaba sarfettik. shot'lar yuvarlandı, biralar açıldı, ben yine bir sonraki birayı aradım.

Bazen zaman tüm varoluşları silip, süpürse de kimi hissedişlere dokunamıyor. Fosil gibi. Binlerce yıl sonra bile bulduğun bazı kalıntılar ile yıllar öncesine geri dönebiliyorsun. Çok inandıysan, saf inandıysan. Zaten bunlar bir elin parmaklarını bile geçmeyecek kadar kareler ya da karenin köşe sayısı kadarlar, bilemedin bir üçgenin iç acıları kadar.

arkadaş

arkadaş,
ben o tabutta röveşatayı çok önce çekmiştim ve tekrar o pozisyonu yakalayamam. şu anda son düdük çalmadan önce arka direkte top bekliyorum. rakip tüm hatlarıyla kapanmış. bir mucize gerekiyor golü bulmak adına. üstelik golü atsak kazanamayacağız da. uzatmalara anca götürebilecegiz maçı.

arkadaş,
benim futbola girmem de hataydı. aynı forma altında 11 kişiyiz. karşımızda başka aynı formalı 11 kişi daha. neresinden bakarsan bak sıkıcı. hakemler, teknik direktörler, yöneticiler derken yine istedigin açıdan görebilecegin en az elli kişi var hikayede. kollektiviteden uzağım. masa başı oyunlara isyanım var. dilin kemiği yok.

arkadaş,
oysa herşey çok basitti küçükken. orta, kafa, golden ibaretti hayatımız. dokuz aylık'ta apıştan geçirdin mi beş aylık sayılırdı. beş ayın muadili röveşatayı beton zeminde çekebilecek kıvraklık hiç birimizde yoktu. sonrasında oryantal ezgiler sergilemek zorunda kaldık hayat sahasında. herkes onun bunun babası oluyordu. büyüdükçe de apışıp kaldık.

arkadaş,
aradan çok vakit geçti. orta hakem saatini kontrol ediyor. düdüğü ağzına götürmek üzere.

arkadaş,
galiba gitme vakti geldi.

arkadaş,
bu da giderken son bir not olsun.