10 Ekim 2011 Pazartesi

Rekor Peşinde

Lise'de herhangi bir dönemdi, hangisi olduğunu tam olarak hatırlamıyorum. Tek hatırladığım walkman'imle çok seviştiğim bir dönemdi. Geveze'nin programını kapatırken on buçuğa doğru okuduğu hikayeleri ve hikayenin peşine çaldığı şarkıları çok severdim. O zamanlar hayatımın tamamını ikinci tenefüse denk gelen, onu yirmi geçe ile on buçuk arasındaki zaman dilimi gibi geçirebilirdim. Bir ara bir şarkıya sardım onu hatırlıyorum. Yıllarca melodisi kulağımda tınladı ama ne olduğunu bir türlü öğrenemedim. Bugüne gelene kadar, o şarkı da geride bıraktığım birçok hatıra gibi zamana karşı catenaccio taktiğiyle kapansa da sahadan yenik ayrıldı.

Aradan geçen yıllar içerisinde hafif kambur kaldım. Kimi arkadaşlarım fotograflarımı gördüğünde "biraz dik dur lan" derlerdi, kulak asmazdım. Sonraları bu yaşta kambur kalmanın psikolojik açıklamaları olduğunu öğrendim. İnanmadım çünkü beni eğen nedenin altında yatanlar her daim inkar ettiğim gerçeklerdi. Her gece yattığımda kütlettiğim omurlarımla omuzlarımın dikleştiğine, gün içerisinde sırtımda taşıdıklarımdan arındığıma inanırdım. Ertesi gün yine yüklenir yola çıkar, akşamına yine omurları kütletip, küfemi kenara bırakır, günlük yevmiyemi uyku olarak alırdım.

Taşıdığın ağırlığın üstüne çıkman gerekiyor bir yerden sonra. Hayatın her dalında böyle. Çocukken izlediğimiz naim süleymanoğlu da öyle değil miydi? Koparmada 150 kaldırıp, rakiplerine fark atınca silkmede 195'i denerdi. Kaldıramayacağını bile bile denerdi. Günün birinde 190 kaldırdı ve adını tarihe yazdı. Kimse kaldıramadığı 195'ten bahsetmedi. Hayat öyle degil.

Modern zaman haltercisi olarak kendimi konumlandırdığım bu yazıda benim rekor denemelerimin ne yazıkki arkası kesilmedi. Her başarısız rekor denemesinden sonra tekrar sıfırdan başlayıp, o başarısız üçüncü denemeyi yapmaktan korkmadım. Aslında ikinci denemede istediğimi aldıktan sonra üçüncü deneme için podyuma çıkmamak kadar gururlu bir hareket olmazdı. Herkesin yüzüne tükürmek gibi bir duygu bu. Yarabbi şükür'ün garanti nasıl olsa. Hepsine rağmen her sabah uyanmaktan vazgeçmedim.

Walkman'imin yerini ipod aldı. Walkman'im nerede bilmiyorum bile. Walkman'den ziyade içinden gelen sese inanmıştım ben. İnsandan ziyade içindeki yüreğe, ofise gidip gelmekten ziyade çıkarttığım işe, karşımdakinin elini sıkıp adını öğrenmekten ziyade ağzından çıkanlara, şaraptan ziyade rakıya, futboldan ziyade altay'a, konuşmaktan ziyade susmaya, iltifattan ziyade küfüre, ailemden ziyade kendime, rekordan ziyade sıradanlığa inandığım gibi.

Radioeksen geçen gün Babybird'den Atomic Soda diye bir şarkı çalıyordu, bayıldım. Eve gidip Babybird'un diskografisini indirdim. İkinci ya da üçüncü şarkıda lise yıllarıma döndüm. Sanki geveze hikayesini az önce bitirmişti de o muhteşem şarkı çalıyordu. Birazdan matematik hocası sınıfa girecek, herkes ayağa kalkacak, ben de o şarkı bitmeden kulaklığımı çıkartmayacağım için sıranın altına saklanacakmışım gibi hissettim. Hepsini iliklerimde yaşadım. İçime çekildim, inanamadım. Zamana yenik düşen o melodiyi duyuyordum. Babybird'un 98 çıkışlı There's Something Going On albümündendi şarkı; "I was Never Here". İlk kez sözlerine baktım.

and i won't say goodbye
because i was never here
and i won't say hello
because it wouldn't be true

Yavşak gibi mutlu oldum. Şarkıyı bulduğum için değil. Oniki, onüç sene öncesiyle aynı kaldığım için. O zamanlar aklımın ermediği varoluş, yokoluş padakosunda aslında sadece varolmayış'ın peşinden yola çıkmışım zamanında. Aynı yolda yürüyorum var olmamaya çalışarak. Her gün ayrı bir rekor peşindeyim.


Hiç yorum yok: