25 Ağustos 2015 Salı

kinyas'ın yalın hali.

geldiğimde mart bitiyordu, şimdi ağustos bitiyor. yaz bitiyor. bazen yaz yaz bitmiyor. 

bugüne dek bulunduğum halleri düşünürsem, ismin hallerine ikinci sınıftan başladım diyebilirim. yalın hali atlayarak yola çıktım sanırım. yönelerek başladım ben hayata. asla yakınlaşamadığım bitkilerin güneşe yönelişi gibi. neye yöneldiğimi bilmeden yöneldim. yöneldikten sonra kendimde belirtme hakkını gördüm çünkü insanın belirtebilmesi için bir yöne gitmesi gerekiyordu. yönelirken onu gördüm. yöneldikçe, yol aldıkça yoruldum. yorulduğum anlarda belirtmekten çekinmedim. hayatı seviyordum ama insanı sevmiyordum, gerçeği arıyordum. bütün rakıyı ben içtim. parayı yedim. belirtilebileceklerin gördüğüm kadarını belirttim. yönelerek belirtmek zor olduğu için bir yerlerde bulunmaya başladım. istanbul’da bulundum uzunca bir süre. çoğu zaman bulunamadım da. aradılar açmadım, işe gitmedim, eve gitmedim. ama tüm bunları yapmazken yine bir yerlerde bulundum. bulunma hali en zorlandığım durumdu. bulunmakta zorlanıyordum. yönelip belirttikten sonra bulunmak çok hoşuma gitmemişti. ama insanın bulunurken durulur da olabileceğini düşündüm. bulunmayı, durup dinlenmek üzerine kurdum. evet bulunuyordum ama bir yandan da bulunamıyordum. tam istediğim gibi. işte o zaman -de halini çok sevmeye başladım. ismin -de hali. zaman geçtikçe - çünkü zamanın en iyi yaptığı şey geçmek - bulunma eyleminin ne kadar edilgen olduğunu fark ettim. ben bulamıyorken nasıl bulunabilecektim ki. işte bulamadığım günlerin birinde -den haliyle tanıştım. wikipedia’ya göre hem ayrılma hem çıkma anlamına gelen -den halinden bahsediyorum. bir yerden hem ayrılmak hem çıkmak zor olsa gerek. ayrılmakla çıkmayı aynı paranteze alıp terk etmekle karesini aldım. en sevdiğim. istanbul’dan gittim. 

ikinci dalgada londra’ya geldim. bir süre alışmaya çalıştım. alışmak sevmekten daha zor geliyormuş onu anladım. alışayazma evresinde zaman yine sadece geçti. ben de her insanın bir şeylere alışmasını sağlayan süreçlerden geçtim. çok abartılacak bir durum yok yani. bir gece tam alışmaya başladığımı hissettiğimde tam londra’yı belirtmeye başlayacakken tam olarak durdum. aklım, aslında yaşamadıklarımı yaşamak için bu yönelme, belirtme, bulunma ve çıkma hallerini yaşadığımı hatırlattı bana. çok biliyormuşçasına atladığım, ben buyum dediğim, yalın olduğumu sanarak yol aldığım halimi terastaki masaya yatırdım boylu boyunca. doğduğum günden beri içim acıyarak hayalini kurduğum - doğduğumdaki o acıyı hatırlıyorum - yalınlığı yaşamak için elime aldığım neşteri gırtlağımdan taşaklarıma kadar diklemesine indirdim. içimde sevmediğim ne varsa attım. sekiz kilo verdim. bütün yükleri boşalttım. ismin yalın halinin ne demek olduğunu taşaklarıma kadar hissettim. şunu en yalın haliyle söyleyebilirim ki daha önce hiç böyle hissetmemiştim. 

londra’da yalın halimi yaşamaya başladığımda temmuz başlıyordu. yunanistan’da referandum vardı. o gün halk hayır dedi, politikacılar evet diye karar verdi. hep öyle olur. bana da hayır dediler ama evet çıktı. hem de en yalın haliyle. her işte bir hayır var. hayırlı işler. 

bir yerlerde durmak gerekecek diye düşünürdüm her zaman. londra’da bulunurken en yalın halimle, hayatıma dair en doğru yönelmeyi belirtmekten mutluluk duyuyorum. 

benimkisi kayra’dan kinyas’a dönen bir hayat. 

mutlu olunabileceğinin en büyük kanıtıyım. insanlık, ahlak ve toplum adına onu da kurtarmak istiyorum. gerçek isminin kayra olmadığını hatırlamasını istiyorum. ve artık bilmesinin zamanı geldi. gözlerini açmalı. nefsine sahip çıkmasının zamanı geldi. hayat reddedemeyeceği kadar güzel ve gerçek. bu hayatta umut, sevgi, dostluk, insanlık var. ölüm ise boş bir kağıt. kayra, yolcuğunun parçaladığı hayatını toplayıp geri dönmelisin çünkü burada her şey var. 
her şey var. her şey var. 
kinyas. 


12 Ağustos 2015 Çarşamba

bilic'in ilk londra'sı

çok kısa.
bazı geceler kendime soruyorum bu kadar yalnız kalmaya gerek var mıydı diye. sonrası zaten saatler sürüyor. bu gece kızartma yapıp, rakı içtim. hala da içiyorum. konumuz bu. en özeti,
bir o tarafta bir bu tarafta oluyorsun. kıvırır gibi değil. kendine karşı bir o tarafta bir bu tarafta oluyorsun. ama böyle mahalle maçlarında ilk yarıda bir takımda ikinci yarıda diğer takımda oynayan karaktersizler gibi değil, kaleci oyuncu gibi. neuer gibi dersin seversen. ben demiyorum. neuer hileli. kaleci oyuncu aşırtma yemenin riskini de alacaktır illa ki kademeye girmeye çalışırken. ampul gibi asacaklarını bilir. yani benimkisi biraz hem kalecinin penaltı anındaki yalnızlığı hem de kademeye girme çabası. kaleci oyuncu zaten ancak sokaktaki samimiyette olur. değil sahaya eve bile çıksan aynısını bulamazsın. 
gerek var o yüzden. 
içim bilic’in ilk londra’si. 


22 Temmuz 2015 Çarşamba

hala madrid

ilk geldigimde turist gibiydim. gibisi fazla. otelin yakininda gozume kestirdigim, yalniz basima sarhos olabilecek bir yer bulup, madrid'in en guzel yeri olduguna inanacak kadar iciyordum. o yalnizliklarin her otele donusunde "devam et aslanim, dert degil" diyordum kendime. insan yalnizliginda kudret ariyor da sabah sekizde kalktiginda sadece derinlesen goz torbalari buluyor bes metrekarelik, ihtisamli otel tuvaleti aynasinda kendisini gordugunde. bir sure boyle devam ettim haftayi asal sayilarla bolen gunler boyunca.


sonra kir ve kivircik sacli, ellilerinde bir ispanyol ile tanistim. sabahin ilk saatlerine kadar sevdigim her seyden onunla sukunetle konusup, samimiyet kurup, yolun iki ayri tarafina dogru taban cirpinca anladim, kudret'in biz cocukken mahallede top oynarken cok gurultu yapiyoruz diye ikinci kattan basimizdan asagiya kovayla su doken bunak bir orospudan farksiz oldugunu. arayarak cok sey buldum ben bu hayatta. babami, dogdugum evi, hic gormedigim dedemin dogdugu evi, airbnb'den kiraladigim evleri, cikmaz sokaklari, bes sene kaldigim asmalidaki evi, gelecegimi, sevdigim kadinlarin hepsini arayarak buldum. ama kudret varsa vardir, yoksa da anca ikinci kattan su doker.

25 haziran: madridde bar cikisi

bilincli bir sekilde mi yaptilar bilmiyorum gercekten. ekibin kalanindan farkli otelde kalmami istemediler ve bir anda eurostars - ispanyolcanin yazildigi gibi okunayazilmasi buyuk nimet - towers'da buldum kendimi. sehrin sifirinci kilometresine taksiyle 10.20 euro, hayatin sifirinci kilometresine ise koseyi donunce ulasilabilecek uzaklikta. nereden baktigina bagli. eurostars'ta kalmamla beraber sosyallesmeye basladim. alman gibi sabah yedide kalkip ve tum gun cilginlar gibi calisip, aksam saat onda ispanyola donusup bol ickili yemeklere oturur oldum israil, hindistan, ingiltere, romanya, almanya, ukrayna, singapur ve italya'dan gelip madrid'de bulustugum ortak bir hedefteki farkli insanlarla. her aksam insanliktan, ulkelerden, dunyadan, teknolojiden, azinliklardan ve hatta kobane'den, acimasizliklardan, paranin degersizliginden, ikinci dunya savasindan, kitaplardan konusurken buldum kendimi. tamamiyle sekil almiyor, biraz da sekil veriyordum ve bu tam aradigim orta yoldu. biraz senden biraz benden.

her gece odaya geldigimde tekli koltuga oturup yarim sise viskiyi tek basima icip, yirmi sekizinci kattaki odamdan, madrid'i izlerken artik icimi o yillardan beri sure gelen izdirapla dokmuyor, konustugum guzellikleri not aliyordum. bu surede gecirdigim sure zarfinda askerligin tum ulkelerde tek nedeninin insani zevkleri torpulemek olan bir ahmaklik okulundan ibaret oldugunu, israillilerin bu kadar girisimci olmalarinin uncertainity index skorlarindan ibaret oldugunu, kendisinden konusan adami sadece benim degil dunyanin her tarafindaki insanlar tarafindan sevilmedigini, churcill'in 45'te kaybettigi secimin altinda yatanin dunyanin en basit ozeti oldugunu, concorde ucaklarinin tasariminin nasil bilimsel bir hata oldugunu, TGI'in her ulkede guvenilmez sikko bir database'den ibaret oldugunu, klasik muzigin altinda yatan matematigi ve yerel takim tutan adamlarin hepsinin ozunde ne kadar iyi insanlar olduklarini - bir kez daha - ogrendim. bunlarin hepsini ve daha nicelerini ayri ayri ozneleriyle hikayelestirdim. 

bizde tabak bos geri verilmez. ben de maradona'nin hikayesini, aile hakkinda konusmak icin ebeveyn olmamak gerektigini, orwell'in nasil severek barcelona'da yasamaya geldigini ve o donemki barcelona'nin dunyada en buyuk cogunlukta komunizmi yasayabilen yegane topluluk oldugunu, keruoac'in en gercegi nasil yazabildigini ve egoyu ayaklar altina almanin ne kadar basit oldugunu anlattim. bir yol dusun ki hem gelisi hem gidisi var.

zaman dedigin nedir ki boyle bir yolda. o yuzden yol, sonsuzluk icerisinde, sonsuz+1'e kanepede gibi uzanan bir yolculuktan baska bir sey olmamalidir diye dusundugum gece butun dunyanin sukunetle ayaklarimin altindan cekildigini hissettim. 

butun bunlari yasarken, yasamadigim tarafin beni icine cekmesine bir dur demem gerektigini hissettim. senelerdir suregelen, kangrene donusmus gobekbagimi kestim. ustune sakallarimi kestim. kesecek ne kaldi derken biyiklari da kestim. londra'yi ozledim. londra'da bir arkadasimla bulusma plani yaparken "bizim oralara yaklasinca haber ver" dedi. cok yakin oturuyoruz. bizim oralar, londra'da birinci cogul cekim ekini kullanmam 16 hafta surdu.

pazartesi aksami ucak madrid'den londra'ya dogru havalandiginda, camdan disariya bakip madrid'in bozkirlarini izlerken yuzumde devasa bir tebessum vardi. geldigim noktada, icimdeki yegane kudret altay marsindaki kuvvetten ibaret. insan, kendisinin ne oldugunu ve ne olmadigini bilmek adina bence cok cabalamali. benim, kendime yeke yekte cok yenik dusmuslugum vardir. kimi zaman kendimi carmiha bile geriyorum cok iyi geliyor. geriliyorsun, esniyorsun, uzerine civi cakiyorsun, kaniyorsun, oldum saniyorsun ama bir bakmissin yasiyorsun. bir yerde karar vermek gerekiyor.

dun aksam terasta butun bunlari dusunurken iyi ki o karari vermisim dedim. iyi ki o katil, yalanci, sahtekar ulkeden siktirip gitmisim de buraya cinsiyetsizler, topraksizlar, insanliklar dunyasina gelip yeni bir hayat kurabilirim demisim. insan, onu icine ceken ve karsi koyamadigi izdirapla dolu bir vakumdan kurtulunca once bir afalliyor cunku asl kolay olmadi insan gibi yasamak. ama insan gibi yasamanin da tadi baskaymis onu anliyorsun. bir insanin kendisini tanimlayabilecegi en gercek noktasi yasayabilmesidir. surdurulebilir bir yasayabilmek. ozgurce.

3 Temmuz 2015 Cuma

kendinden korkan kendi gibi olsun

madrid’e ucuncu haftada ucuncu gelisim oldugu icin nereleri sevdigimi ve gitmezsem eksik kalacagimi biliyorum. ilk birayi telefonda iciyorum. ikincide sehirden bir vibe aldigimi hissediyorum. vibe almanin karsiligi bir turkce olup olmadigini sorgularken vibe’i nasil karsiladigimi da kelimelerle ifade edemiyorum.



goz kapaklarimin agir geldigini hissediyorum. hatta goz kapaklarima agirligi yaratanlarin kirpiklerimin oldugunu hissedebilecek kadar yalin ve yalnizim. dik duramadigim icin kirpiklerimin iki grami da agirlik yaratiyor. sol dirsegimle bar taburesine yaslaniyorum. solum agir geliyor. o an artik vucudumu tasiyamadigimi fark ediyorum. ilk kez bir seyi tasiyamadigimi, onun da bedenim olduguna uyaniyorum. bir estella daha soyluyorum. taburenin ustunde ters donup sagima yaslaniyorum dengeye gelmek icin. sagim da agir geliyor. tuvalete gidiyorum iseyeyim de estellalardan sisen gobegimi bosaltayim diye. geri donuyorum dik duramiyorum. dirseklerimle bar tezgahina yaslaniyorum. dirseklerim bir sure tasiyor bedenimi. duvara yaslanmis bir tabure gozume ilisiyor. tabureye dogru yuruyorum o derin nefesi verdikten sonra. icimin azinligini bosalttiktan sonra yerimi aliyorum. sirtimi duvara veriyorum. omuz baslarimi da duvara yaslamaya calisiyorum. bir sure oyle kaliyorum. basimi da duvara yasliyorum. vites yukselttigimden jameson’dan derin bir yudum alip tekrar ayni pozisyonu aliyorum. rahatlar gibi oluyorum ama kaburgamin solunda gogsume dogru batan bir sey var. ne oldugunu asla ogrenmeyecegim. biraz rahatsiz ediyor. sonra jameson’in kalanini vuruyorum. ne agri kaliyor ne aci ne de sizi.



bara dogru yuruyup sahibinin kizi oldugunu bildigim ve onun da beni bildigini bildigim rosa’ya kredi kartimi uzatiyorum. dokunmatik kart oldugundan sifre girmeme gerek kalmiyor. ne kadar az dialog o kadar iyi bugunlerde. her gun oldugu gibi. kartimi geri uzatirken next thursday diyor, maybe tuesday diyorum. gulumsuyor. ben de ayni sekilde karsilik veriyorum. disari cikip rosa’nin babasi gerardo’ya buenas noche diyecegim. o bana sarilmayi tercih ediyor. ispanyollarda sarilmanin ne kadar buyuk bir samimiyet oldugunu hatirliyorum gunduz yaptigimiz focus gruptan. o sormadan ben ona soyluyorum maybe next tuesday diye. no maybe diye cevapliyor. buna benzerini kefalonia’da hissetmistim gocmen ile.



otele geliyorum. dolunay var diye otelin terasina otuzuncu katindaki barina cikiyorum. hepsini aynen boyle yaziyorum. telefon aci aci caliyor. icim yaniyor. keyifle aciyorum. iki viski daha soyluyorum. biri bana biri sana. sonra iki viski daha soyluyorum. bu sefer ikisi de bana. kagidi kalemi birakiyorum. dolunayi izliyorum. usuyene kadar. temmuzda madridde usumek. neresinden baksan aymazlik. en yukseldigim anda sunu dusunuyorum.

“onceleri her seyi cozmeye calistim, oyle olmadigini anlayinca durdum. sonrasinda bir seyleri cozebilirsem mutlu olabilecegimi dusundum, cozemedim. hicbir seyi cozemeyecegimi anladigim gun, her seyi biraktim ve ona gore yasadim. her seyi biraktigim gun, bir seyi buldum. o bir seyi bulmanin da cozum olmadiginin farkina vardim. sonra butun bu sureci dusunup kalbime saglik dedim.”

dolunayin aydinliginda bir mektup yazdim. ayni mektubu, ayni mektuba bakip bakip tekrar yazdim. barmene de kirk euro verip, bunlari su ulkeye, su sehre, su semte iki ayri mektup olarak yolla diyip odaya indim. o bana bos bos bakarken ustu sende kalsin dedim turkce.


kendinden korkan kendi gibi olsun.

1 Temmuz 2015 Çarşamba

uzun yol sevilmez mi

bu zaman geciyor da
sonunda bir yola cikiyor.
yola yola.
yola cikiyor. 


Hazirani kapatirken hakkini vereyim istedim bu sabah. Havalar sicak ama hala tarih onde. Tarihi bos birakip, sirtimla kicim arasinda kalan – hatirladim kalca onun adi - , kalcama vuran gunesin yakisiyla uyandim. Eskiden kalma bir aliskanlikla “saat kac lan” diye aceleyle ayildim. 05:38. İphone yalan soylemez. Zaten yanmisim, bir de ustune kalkip kahve koydum. Dustan cikip, icilecek kivama gelen kahveden ilk yudumu aldigimda saat 05:54. Ben iphone gibi degilim, bazen geri kalabiliyorum. Oyle tercih ettim yoksa yerine kullanabilecegim cok kelime var.

Bir saat oturdum. Benim kose terastaki banktan kalkip diger teraslara dogru yururken – anlatim bozuklugu yok, gelen gorur – kuslar takildi gozume. Bunca zamandir kulagima takilan kuslar bu kez gozume yakalandi. Bir anda gece oldu. Haziran gibi. Haziran geceleri cok iyidir. Gunduzunu bilemem ama geceleri istedigin gibidir. Haziran’in son gununun sabahinda “tamam” dedim ve ekledim “Haziran’i basima acan senin gibilerden biri, o yuzden sen dinleyeceksin”. Kuslarin behzat komseri olacak ki tamam dedi. Bir kahve de ona koydum. Ben ictim, o yuzdu haziran’in son kahvesini mi kahvesinde mi?

Once berlin’den basladim. Orasi biraz surdu. Bi(‘) daldi cikti bizimkisi cik cikleyerek. Sikilmis olabilir ama eli mahkum dinleyecek. Bata cika da olsa dinleyecek. Nasil yasaniyorsa. Sonra manchester’da tek basina festivale giden adamin dramindan, ertesi sabah manchester’dan trenle londra’ya, 08:00 toplantisina giden adamin maskesini anlattim. Berlin’in ustune mi dedi. İstanbul’un altina diye agzinin ortasina vurdum smaci. LAPS.

Sonra istanbul’u anlattim. İstanbul’dan sonrasi cok uzun surdu. Bitmedi haziran. Cep herkulu subat mi bu hemen arkasindan bir de otuz birlik – bunu rakamla gormek antipatik ama aslinda iyi biri – mart’i da devirsin. Haziran bu akdeniz gibi yavas. Madrid’e gidiyorum ustune, sirf akdeniz dedim diye. Gunduzleri kaplan – biraz gec olsa da -, geceleri barda tek basina diye devam ettim kus beyinliye. Madrid’de iki gece ayni bara gittigimi, ikinci gece o konkuru kazanmanin verdigi “vay anasini nasil oldu bu” saskinligiyla zil zurna oldugumu anlattim. Geri geldim karsiyaka sampiyon oldu. Benim ki konuyla alakam yok ama sirf o bildigim baskaldiranlar – suphesiz bitisik yazilacak – ve benim de cocuklugumda cokca sokaklarinda basket oynadigim karsiyaka’nin sampiyon oldugunu gormek ulkenin her yapi tasina “ayaga kalkin kopekler” diye haykiriyordu o meshur pankartta oldugu gibi. O siddette ve saflikta bir geceydi. Bardaki o muhtesem ciftin berlin’den bahsetmeleri, oncesinde arjantinli cingenelerin candan ercetin’den bir sarki, cift taban yedikten sonra salteri indirip bindigim takside sezen aksu’dan da bir sarki caldigini anlattim. Cik cik cik cik cik cik cik cik...

Yine madrid’e gittim. Hala madrid. Arada pederi sinir disi etmisler, valideyi iki gece yatirmislar. –mis’li gecmis zamanlar. Ben de biraz kirmisim. “madrid’de de kuslar var” dedim. Ayildi. Cik cik cik.
Neyin cik cik cik’i acaba?

Cem ofset emre samimiyeti, sicakligi, guler yuzlulugunde sahibi olan bilbao’lu barda, bari sagima, kapiyi karsima almis yaslanirken bana yanasan, kirk dozuk yasinda, bembeyaz kivircik sacli, kravat, poti kareli ceket, gomlek, pantolon ile karsimda kadinlardan, orhan pamuk’tan, dinlerden, paradan, biraz da ailelerden konusabildigimi anlattim adi da Tomas olan bir adamla, ona boyle dolu dolu. Turkiye’de oyle yavsak sarhoslar vardir. Hemen masaniza salca olurlar. Oyle degil iste. Meyve yollamiyor masana. Sana bir dine inananlarin neden inanasi olduklarini anlatiyor. Bizim evde anca ramazanda raki iciliyor diye ovunuluyordu. O adamla dort saatlik med cezir sonrasi maillerimizi alip yolun iki ayri tarafina dogru yuruduk. O an en akillica yapabilecegim hareketi yapip ses kaydi aldim ve en yakin nobetci eczaneye gittim. Kus da sasirdi eczaneye, problem degil.

Sonra insanlarin cekingenliklerinden, ikinci dunya savasindan, maradona’dan, kariyerimden – sordular diye -, cihangirden, dovmelerden, kuplerden, geleceklerden, bosluklardan, yasamaktan, yasamamaktan, calinan bisiklet tekerleklerinden, calinamayan hayatlardan konustuk. Bir sene onceyle her seyin ne kadar sasilasi olduguna sastik, hoxton’dan shoreditch’e dogru yururken, birbirimizle herhangi bir mecrada arkadas olmadigimiz, tek kadinlarda Tugce’yle.

Cikledikce cikledi. Bagira bagira cikliyordu. Sanki anlayabilecekmisim gibi. 
- “turist miyim ben! Yasamaya geldim ben buraya, ozet gec pic!”dedim.
- “ben gocuyorum” dedi.
- “bibicim bin gidiyirim”.
- “tisik gicmi”
- “nereye bu mevsimde gocuyorsun” diye ters kurdum cumleyi.
- “kilimbiya"
- "yirmi gun kal beraber gidelim” dedim. “ben de kolombiya’ya geliyorum”

Cik cik cik cik cik cik cik cik cik cik cik cik cik cik cik cik cik cik cik cik cik cik cik cik.


YARIN LONDRA 34 – OTUZ DORT – DERECE!


23 Haziran 2015 Salı

coraplar

telefonda kayıtlı olmayan bir numara arıyor. 0775 ile başlayan. bizdeki 053x’i oturtamadım hala kafamda burada. 0777 55039x8 diye yazınca oturuyor mesela. benim numaram bu. ama bunu yazana kadar oturtamamıştım kafamda. iki buçuk aydır bu hat bende. ilk kez oturuyor. ilk kez oturtmaya çalışıyorum. yine de telefonu hevesle açıyorum. belki şirketten birisi aramıştır, iş hakkında bir şey bile sorsa önemli değil, o samimiyet noktasına geldiysek hoşuma gidecek çünkü. senelerce telefon açmayan adamın düştüğü durumu tecrübe etmesi de çok güzel. karen orada mı diyor ingilizce. karen burada da sen hangi karen’ı aradın kardeşim demek istiyorum. ne kardeşime ulaşabiliyorum ne de karen’a. ayrıca bu karen geçen takside şarkıyı söyleyen karen değil mi, ne alaka yani. yanlış numara diye kapatıyorum. türkçe. türkçenin tonlaması japoncaya yakın olduğu için ses tonumdan anlıyor karşı taraf. ben yan gözle telefona baksam bile asla aramayacak, biliyorum. 

çorapların diyor fransızın biri. konuya tamamen fransız, hayata daha fransız. ben onun farkındayım mesela. onu bilerek fransız gibi davranmaya çalışıyorum ama aynı fransızlık değil odağımız. ben onun uncertainty avoidance’a odaklanıyoum o benim power distance indeksime. o zaman olmuyor tabi. evet çoraplarımda cannabis desenleri olabilir, sen de bu yüzden rahatsız olabilirsin ama ben bana kurulan “çoraplarında cannabis işareti var ogan bu olmaz” diye gözlerini açarak verdiğin tepkiyi kabul edemiyorum. edermiş gibi yapıyorum. şirketin ik’sı bu post’u görse beni kovabilir de ama o da problem değil. zaten şirket beni böyle bir sebeple kovarsa tabutuma siyah beyaz çubukluyu sararız. biraz üzülürüz ama sonra rakıda çok güleriz. ben bir haftadır gülüyorum mesela. en son buna benzer bi hareketi mahmut’a yapmıştım ve bir yıl on ay yemiştim. hala pişman değilim. bu hayatta çekilecek bir şeyler illa ki vardır. 

sigaradan inince çorapları yarıya indiriyorum matem göstergesi olarak. bacak bacak üstüne bile atsam kimse çorapları göremiyor. o günü, aslında bu-günü sıkıntı olmadan geçiriyorum. ülkemin uncertainty avoidance’ına istinaden benimkisi oldukça düşük. belirsizlikten kaçmadan üstüne giden bir yapım var. ki olacak da ve olmalı da. komserimin dediği gibi "insan yaradılışı gereği bir başkaldırışın ürünü". kadın ve erkek bu yüzden var. neyse. 

eve geliyorum. pay day yakın diye cepteki para az. zaten para hiçbir zaman cepte olmadı. dünyanın en büyük zamiridir hesap numarası. ismin yerine geçer. oraya para yatırılır, oradan para başka yere yollanır. para insanın isminin yerine geçer. ne kadar yazık. parayı “baston gibidir, insanın ayakta dik durmasını sağlar” diye en güzel aslı erdoğan tarif etmiştir bence bu hayatta. geldiğimden beri biriktirdiğim bozuk paraları kullanmanın tam zamanı bugün. zaten tarih hala sıcaklıktan daha büyük rakamlarla tasvir ediliyor burada. ayın yirmi ikisi ama hava on beş derece. bozuklukların bir kısmını iki şişe şaraba çevirmek kadar güzel bir takas yok bugün. londra’nın doğusunda evin bir köşesinde duran bozuklukları iki şişe şaraba bütünleyen benden daha mutlular vardır illa ki. olacaktır ve olmalıdır da çünkü mutluluk asla bu değil. 

bunların hepsini aslında podcast için yazıyorum. çünkü yazmadığım zamanda kendi kendime konuşuyorum. bu da zaten yazdıklarımın bir kısmı. eskiden trt2’de akşam onda günün özeti diye yirmi dakikalık bir haber programı vardı. hava durumu ve spor dahil. bu da öyle biraz. pre-read yollar gibi. ben küçükken birisi "bu hayat matematikten ibaret" demişti de kimdi onu diyen bir türlü hatırlayamıyorum. peder olamaz matematikle alakası yok, valide olamaz geometriyle alakası yok. teyzem olamaz aritmetiği bilmiyor. beş kardeşi ne birbirinden ayırabildi ne de bir araya getirebildi. anca babanem olabilir, içler dışlar çarpımını yapıp eşitliği bulan oydu çünkü. rahmetli 2003’te sevgililer gününde göç etti buralardan. 

o da telefonu hep bir hevesle açar ve çorapta aykırılığı tercih ederdi. artık yetmiş olan dokuz yaşında bile. 

22 Haziran 2015 Pazartesi

21 haziran çok uzun




en uzun gündüz bugün.

batının, adını güneşin battığı yerden aldığını anımsıyorum benim doğumdan, iki saatle üç vakte kadar. oysa haziran’ın tam ortasında turgut uyar şöyle diyordu terasta artık biraz daha batıya doğru kayan somutlarım ama yine de doğuda yaşayan soyutlarımla. 


"haziran sancılı bir ülkedir kalbimize
kısa öğle vakitlerinde yaşadığımız
bir kırmızı diye kullandığımız
ve ara sıra
öyle sandığımız”


liverpool street’te trenden iniyorum. yürümeye karar veriyorum eve kadar. yarım saatlik yol. ara yollardan yürüyorum. hava durumu yerine tarihe bakarak sokağa çıktığım için tshirt’le yakalanıyorum gecenin ayazına. benim geldiğim yerde tam tersi olur. trenin sesi yarıyor ayazı. ara sokakların esmeyenlerini tercih ediyorum. köşesini döndüğüm sokağın tabelasına takılıyor gözüm. kerbela street. tesekkurler, ben de seni özlemiştim kerbela. gözümüz yollarda kaldı, bir dahakine bu kadar açmayalım arayı, kapatması zor oluyor sonra.


bloomsbury square gardens’ta boş bulduğum bankta durdum iş çıkışı. bulutlar çok hızlı hareket ediyor burada. emlak piyasası da. metrolar, ışıklar, bisikletler, mailler, toplantılar. yemekler hızlı yeniyor, insanlar bile hızlı hareket ediyorlar. ne aceleleri varsa. durarak ödüllendiriyorum kendimi ben. formumu durmaya borçluyum.


ertesi gece otele yerleşince açık tapasçı arıyorum. bar buluyorum. barı bulamayanlar da var. barın hakkını veriyorum. mini barı da es geçmiyorum. ilk geceden avrupa ayak seslerimi duymaya başlıyor. sabah yedide ayılmaya çalışırken o mail düşüyor. sabah yedide mail düştüyse önceki gün haberleri vardı diye düşünüp türkiye’de olsa ilk duyan bendim diye etrafımın boşluğunu düşünüyorum. ama yine de önce biraz seviniyorum. biz buraya üç puan için geldik. atom parçalamıyoruz. normali bu işin. normali oluşturur halde olmak da güzel. bu maçı unutup önümüzdeki maçlara bakacağız.


madrid’de çarşamba akşamı çok pis tapasa düştüm. midye, patatas bravas, kaynanamın kıçıtas ve bir de o küçük tatlı yeşil biberlerin kızarmış hallerini rica ettim. çünkü o biberler kızartma gibi kaba biberler değil aşk dolu yeşil küçük biberler ve ancak kızarmış gibi yapabilirler. o besin değeri yüksek, başlı başına bir sanat eseri olan canlıyı sapından tutup, ısırıyorsun elinde bir tek sapı kalıyor. nasıl, çok iyi değil mi. aşk dolu ama sapı kalıyor elinde. aşk yenilebilir bir şey değil ki. yiyip yutamazsın öyle. londra’ya dönerken freeshop’taki kadın da elimdeki üç kilo küçük yeşil biberleri görünce şaşırdı. ben de şaşırdım ama çok değil. 

tapası anca viskiyle taçlandırabileceğim için önceki gece alternatifsiz biçimde tapasın öncesinde yer verdiğim bara bu kez ana sahnede kapanışta görev verdim. bir hayli içmişken onur bir yazı attı, okudum. önümüzdeki ay dergide yayınlayacağı agassi yazısını yolladı. yükseldim. agassi, open’ında ilk turnuvayı kazanırken yaşadıklarını tek cümleyle şöyle özetliyordu. "Signs, signs, everywhere signs.” file önüne gelip şunu düşündüm. “ulan ogan her boku tek başına yaparak nereye kadar devam edeceksin acaba. yemek tek başına, madrid tek başına, viski tek başına, konkur bile tek başına. nasıl iyi mi böyle”. hemen cevap verdim “ingilizlerin deyimiyle: not bad”. çıktım bir sigara yaktım barın dışında. kuşlar cıvıldıyordu. biraz şaşırdım açıkçası.

otele nasıl geldim hiç hatırlamıyorum. sabah kalktım sekiz buçuk. toplantıya yarım saat geç kaldım. yani olur böyle şeyler. bizde konkur kazandıktan sonra ertesi hafta zaten otomatikman tatildi. onlar da haklı tabi sistem devam etmeli. global ekibe aldığımız çocuğun kafası iyi çalışıyor da biraz alkolle problemi var galiba algısı söz konusu olabilir. hiç şaşırmadım.

ölüm gibi hafta bitmişti sonunda. tarihin hava sıcaklığından daha büyük olduğu günler. doğum günün ne zamandı senin. hackney tarafında barın birinde arjantinli bir grup canlı müzik yapıyor. keyfim yerinde. haftanın ilk sosyalleşmesi. bloomsbury’deki o banktan kalkmayacaktım ben. grup, candan erçetin melodili bir şarkıyı bilmediğim bir dilde söylüyor. güzel de söylüyor. ayı gibi gülümsüyorum. o sırada bir kadın görüyorum "oha ne güzel kadın" diye içimden geçirirken. yanındaki adamı görüyorum "oha ne güzel adam" diye içimden geçiriyorum. ikisini bir görüp "oha bunlar ne güzel insanlarmış ya" diyorum. var öyle şeyler hayatta. onlar da beni "oha ne güzel tek başına" diye görmüş olacaklar ki "bunlar niye bana bakıyorlar böyle" diye içimden çıkarttım. bana bakıp gülümsüyorlardı. "ne eğlenceliler de benden ne istiyorlar acaba” diye düşünürken bana doğru yaklaşmaya başladılar. bana bir şeyler soruyorlardı ama anlamıyordum. soruların bir yerinde berlin kelimesini duydum. sonra soruyu tamamladım kendimce, elleriyle üç yapmaya başladılar. üç hafta önce berlin'de değil miydin diye soruyorlardı. ben de kendime aynı soruyu sordum. ben üç hafta önce berlin’de miydim. 19'dan 21 çıkarttım. haziran’ı bekliyordum berlin’de. "evet berlin’deydim" cevabını duyunca loto tutturmuşçasına sevindiler. loto totoldo. biz seni berlin’de festivalde gördük dediler. ilk tepkim “nasıl lan” oldu. festivalde iki gece, bir kater blue’da, bir de berghain'da. ben berk talu’yu o kadar görmedim berlin’de. şimdi de burada görünce inanamadık dediler. ben de inanamadım. i can't believe'ler, isim sormalar, sarılmalar, amazing'ler, what the fuck'lar havada uçuyor, "lan ben acaba öldüm de haberim mi yok bu nedir lan"lar yerlerde sürünüyordu. -lan’li, -lun’lu bir durum yani. senden de bahsettiler. on beş dakika muhabbet ettik. sonra ben dışarı çıktım bir sigara yaktım. hiçbir şey yapmadan sadece sigara içtim. tshirt üşütmüyordu cuma gecesi londra’nın doğusunu. barın, ara sokağın en kör noktasında olması da üşütmeyen bir nedendi. arkada çok hafif insan gürültüsü. uğultu değil. kelimeleri seçebiliyorsun. seçemediklerini boş bırakıyorsun. 


yapabileceğim en doğru şey bu anı ölümsüzleştirmek adına eve gidip dayanabildiğim kadar tavana bakmak olduğu için ilk gördüğüm taksiyi durdurdum. binip, posta kodunu söyleyip, sırtıma yaslanıp, başımı arkaya devireceğim. son ikisini yapamamamı sağlayan şey radyoda çalan şarkı oldu. çok eskilerden tanıdık bir ses “yok alamazsın beni deli zaman” diyordu. sezen aksu kurşuni renkler taksisi. hayır kime neyi ıspatlamaya çalışıyorsun. taksinin şoförü de peder bey. yalanım varsa kahret beni. ben seni takside gördüm diye arayıp babalar gününü kutlamadım. 


sayfalarca yazdım. bugün sabah dokuzda uyandım. altı yıldır uyuyormuş gibi uyandım. bisiklete binip açılırım diye düşündüm. bisiklete yelkenli taktım da ben. her sabah yaptığım gibi pencereden kafayı uzatıp bisiklet orada mı diye baktım. bisiklet oradaydı ama ön tekerlek yoktu. olay yerine indim. bisikletin kilitli olmayan tek yeri yani ön tekerlek çalınmıştı. bisikletin bağlı olduğu yere en yakın bahçenin olduğu evde kalan boğazına kadar dövmeli, otuzlarında bir ingiliz gece üçte yattığında bisikleti fark ettiğini ve ön tekerleğinin olduğunu söyledi. hatta sabah uyanınca da ön tekerleğin olmadığını fark edince şaşırdığını anlattı. ne kadar kolay şeylere şaşırıyorsun dedim. hiçbir şey demeden suratıma baktı. ben bisikleti sırtlayıp eve çıkardım. 


21 haziran en uzun gündüz diye güneş bugün yüzünü akşam yedide, o da hepi topu bir saatliğine gösterdi. kendisinden herhangi bir beklentim yoktu bugüne dair. yine tarihin sıcaklıktan yüksek olduğu günler. bugün terasta "londra’nın haziranı böyle oluyormuş demek" diye geçirdim içimden. tümden gelen haziran. yeşil biberleri önce kahvaltıda omletin arasına koydum, sonra akşamüstü rakının yanında tuzlayıp yedim. rakı bardaklarım var artık. biri mesaj atıyor hastanede yatmış iki gün. diğeri teşekkür ediyor hediyesine serzenişli. göçmen babalar günümü kutluyor. rakıyı dolduruyorum. haftaya cuma pay day. her ayın son cuması yatıyor maaşlar burada. insanlar her ayın ilk cumasını da güzel geçirsinler diye. 


çok uzundu bugün gündüz. haziran gibi uzun.

11 Haziran 2015 Perşembe

ne demek ben uzun yol sevmem

bu yazıları kim okuyor kim like'lıyor hiç bilmiyorum. yazarken umrumda değil de twitter'a, facebook'a koyarken düşünüyorum bazen. onur RT ederse zaten yürüyüp gidiyor, like'larda bayan ağırlıklıyız. datayı okuyorum ben. büyük datayı. ilk paragrafta nereye geldik. bu paragrafı bir daha okumak lazım.

etopya diyecektim, diyemedim. zor deniyor. mikrofonlarımız etopya'da.

etopya'ya gideceğim diye tutturdu kahve çekirdeği. anavatanım orası diye. çekirdekler yaşlılıklarını orada geçiriyormuş. güneşin altında daha da kararıyorlarmış. "zifirin üstüne zımpara çekip zifir dökmek gibi biraz" derdi göçmen bu hikayeye. kimsenin aklına zifir kelimesi gelmeyeceğinden çok şaşırırdık. hem zifir hem biraz hafif kaldı. anavatanını söylersem çözüleceğini bildiğim için yorumu okuyucuya bırakıyorum kahve çekirdeğinin kökenlerini biçeyazarak. foça, sakhalin, umman, kaskelende. ulan ne istikrarlı çekirdek benim aklıma etopya nasıl gelmedi acaba. adam bir sıcak bir soğuk seviyor. yolun kenarında, her seyin uzağında, sıcağın kurusunda, soğuğun ağırlığında, ne kadar ucu varsa orada. etopya'da yerin dibinde. ama hep daha iyisi için, hep bir kendini yenileme çabası için. çok iyi çok iyi.

2011'e gidiyorum. bir akşam biraz içmişiz. kıyamet kopuyor sonra ben tepetaklak. foça kumlarından sakhalin karlarına geçer gibi. ama öyle -de- değil.  sonra kurtardık/m. kurtaramayanlar oluyor ya da kurtarayazıp sonra ödeyenler. bazen seneler sürüyor insanın ödemesi. kimine dört sene sürüyor, kimine kırk sene, kimine iki buçuk ay, bilemedin beş sene. zaman işte sırf puştuluğuna var.  taksitin tak ve sik'ten geldiğini bilmeyen yoktur herhalde. hayatın en büyük samimiyeti burada saklı. peşin fiyatına ömür boyu taksitle. sikmeden bırakmayın (s)a(k/t)ın.

nasıl kulağım çınlıyor belli değil.

ben new sahilli'ye gittim geçen, on gün. yolda geçen sene çok sevip sonra unfollow ettiğim bir arkadaşımla karşılaştım. gerçekten unfollow gibisi yokmuş dedim kendi kendime. salihli'nin eteği meşhur bu arada. adamlar da giyiyor. kadınlar da. ben her cinse karşı aynı yakınlıktayım.

aslına bakarsan (yol=hız x zaman)'dır. matematik bunu gerektirir. ben geçen yüz kilometre yolu beş saatte ortalama yirmi kilometre hızla gittim. ne kadar basit. ehliyetim yok bisiklet sürüyorum. ama insan boş yola gitmez. yolun bir limiti vardır. bayramda istanbuldan izmire gitmeye kalkarsın ama trafikten ötürü yol altı saat değil de on saat sürer çünkü hızın düşmüştür. zaten izmir de gidilecek bir yer değildir. hız düşebilir ama yol aynıdır. gözünü bir açmışsın izmir'desin. ne yazık. ben bazen gözümü bir açıyorum izmirdeyim. hemen geri kapatıyorum gözlerimi. elemtere fiş, altay altay altay. böyle değil miydi bu?

karanlıkta gözleri kamaşanlar da var. ben mesela iki hafta önce cordon blue'ya girerken ellerime dolanan mavi kordonu fark ettim. kaşar erir, insan ölür, demir çürür, sinyal sönmez. sinyale gelmeyin sakın.

insan yaşıyor. o yüzden yolu bilen varsa önden gitsin. eğer yolu bilen yoksa bırakalım hepimiz kendi optimum hızımızda yol alalım. aynı hızda yürüyen insanlar illa ki vardır.















4 Haziran 2015 Perşembe

haziran



ilk hatırladığım haziran gecesidir. çocukluğuma dair ilk anımdan; turbo sakızı, elimi başımın üzerine kaldırarak anca alabildiğim günler kadar küçükken hatırladığım ilkbaharın ardından gelir. o haziranın ilk haftası bayram tatiliydi. ama daha da önemlisi o haziranın biri cumartesiden başlamıştı. haziranını, cumartesi günü birinden başlatıyor 89 senesi, mayıs sonuna kadarını saymıyormuşçasına. beş ay yokmuşçasına. çeşme’de kiraz pansiyondaydık. yaşları sırasıyla 37, 33 ve 5 olan üç kişi ilk kez birlikte tatile gelmiştik. ben kıçımın içine kaçan kumlardan huylanıyor, ortanca yumurtaları yaşlarla aynı dakikada kaynatarak doğaçlama ege kahvaltısını bize servis ediyor, en büyük ise köşedeki mesut’tan hürriyet, milliyet, ekmek, küçüğe yine yaşı kadar sürede kaynatılacak süt alıyor, bir de ortancaya yeni açan karanfillerden çalıyordu yan bahçelerden. o zamanlar çalmanın romantik olduğu yıllar. ilk haziranım, ilk haziranımdı. bütün haziran cumartesiydi. 

bir haziran gecesi bir kadını dudağından öptüğümü hatırlıyorum. ilk kez bir kadını dudağından öptüğümü. hazırlıkta - bizim zamanımızda ilköğretim beş yıllıktı -  mezuniyet töreni öncesinde sırf şişe çevirmede üç kere denk geldik diye. çok heyecanlandığımı ama yine de kimseye söyleyemediğimi hatırlıyorum. herkes duyana kadar hazirandı. sonra ocak geldi. beş saat sonra. o zamanlar izmirin havasına orospu diyorlardı da ben anlamıyordum. meğer orospu çocuğunun dik alasıymış. 

bir haziran gündüzü hatırlıyorum. hayatını etkileyecek sınav diye korkuttukları sınavın öğleninde üstümdeki t-shirt’ü koşarken çıkartacak kadar kendini kaybetmiş şekilde - bunu daha dört gün önce gördüm - uzaklaşırken aslında hayatımı etkileyen, hayatımdaki her şeyden kurtulmaya koşarken. 

bir haziran anısı dinliyorum 64 yılından kalma, başka bir haziran akşamında hep bir ağızdan. altay’ın kuvvetiyle ve kudretiyle şen olduğu yıllar anlatılırken. rest çekmiş galatasaray’a kupa finalinde. altay, o zamanlar yolculuklar uzun sürdüğü için bir gün önce doğu almanya’ya karşı vatani görevini yapmış gibi görünüp ordunun milli takımında - nasıl saçma bir organizasyon - oynayan üç as oyuncusunu, izmir’de 0-0 biten ilk maçın ardındaki 28 haziran kupa finali rövanşında oynatmak için maçın bir gün sonra oynanmasını talep etmiş federasyon da reddetmiş. santraya çıkan galatasaray ve romen hakem nicolae mihailescu altay’ı 15 dakika bekledikten sonra altay başkanı rıdvan burteçin alsancak’tan şu açıklamayı yapmış: “kupayı kaybettik ama sporda ahlak mücadelesinin meşalesini yaktık. onu söndürmemeye çalışacağız”. haziran gibi haziran.

bir haziran gecesi hatırlıyorum etiler’in izmir donanımlı balkonunda. aynı kıtaya sığamayacak kadar büyük kitleler var iç organlarımızın birinde. ikimize dair ortak olan tek şeyi içinde barındiran o organ, şimdi gecenin bir köşesinde yeni başladığım sigaramı üflüyor dışarıya, dolunayın önünü bulutlar kesiyor. biliyorum bu gece hep orada kalacaklar. o yavşak bulutlar. 

bir haziran gecesi hatırlıyorum. savaştığımız. haziran gibi sıcak, umut dolu. on beş gün iyi savaşıyoruz - rakamla mı yazıyla mı - sonra kaybediyoruz. bu kez bizimle beraber almanya, uruguay, yunanistan, goa, yeni salihli, yeni yetmeler, yeni gelenekseller, yine yenilikçiler, çiftçiler, berduşlar, ev kadınları, öğretmenler, alkolikler, sahil güvenlikler, bisikletçiler, simitçiler, hemşireler, sanatçılar, belki biraz da karışık sandöviççiler kaybediyor. ama anlamıyorlar. zaten haziran’ı da anlamadılar. 

bir haziran sabahı hatırlıyorum. deniz kenarında, dalgalar arasında, rüzgarın uğultusunda. hafif üşümeli ama kolları kapatırsan da tatlı ürpermeli. temmuz’a yaklaşmamış haziran. kumsala çıkmayalım diyorum, çıkıyoruz. 

bir haziran yaşadım. bu kez haziran’a cumartesi birinden değil, cumartesi 01’inden başladım. üstelik haziran bile gelmemişti biriyle.  bazıları rakamla, bazıları yazıyla. matematik mi daha güzel edebiyat mı çözemedim hala. sanırım haziran en güzeli. ben haziranın 1’i geldiğinde haziran’ın birine gelmeden önce şuna benzer tasvir etmiştim görmediğim haziran’ı. 

hayalini kuramayacağım kadar güzel bir şeyin içine gidiyorum. şey çünkü bu tanımı yok. şey’i hayatımda ilk kez bu kadar manalı kullanıyorum. zamanında hayalini sarhoşken, tanrılarlayken kurduğum, tanımadan özlediğim ve tanıdıkça sevdiğim, bana gösterişsiz güzelliğin en saf halini yaşlatan haz, hayatta en acısıyla en tatlısını düşünmeden yaşadığım, o kendisine izin verirse daha da yaşayacağımız karşılıklı en büyük sigortam irin, ben ona ir diyorum ve hayatıma girerken benden daha gözü kara birisinin daha olduğunu hatırlatan, hani aynı yolda değiliz şimdilik ama ileride bunların hepsi bizim hissini veren an. biri eksikti haziran’ın. o biri de geldi. birileri geliyor birileri gidiyor. (anlayana bilet bedava). 

2015’in haziran’ı geldiğinde uzun zamandır üzerine çalıştığımız kareografiyi sergilemenin zamanı gelmişti. biz de farkında değildik o kadar zamandır çalıştığımızın ya da zamanın geldiğinin çünkü zaman asla gelmez. ama bir şeyler gelmişti işte. çatalla üstünü hafiften tutup, bıçağı vurduğunda cordon blue’dan yayılan kaşar ve ham'den bahsediyorum. içinde dünyanın en güzel adami cam göbeği mavi takim elbisesi ve bisikletiyle parlayan nick cave’in olduğu, o nick cave’in varlığını hissetmek yerine kendini kabul edip yoluna dünyanın en çirkin kadiniyla devam eden fason üretim dünyanın en güzel kadınının olduğu, kapisinda kuyruk yapmadan herkesi iceriye buyur eden günah çıkartma kabininden kahkahaların çinladığı, ıslata ıslata dövmeni hobiye dönüştürecek kadar sözde aşağılık bacanakların volta attığı, türklerin en iyi rolünün alman rolü oynamak olduğunu hatirlatan, bizim gibi “yabancıların" kendilerini bulabildiği, müziğin catwalk’a şark ettiği, catwalk’un kürsüye çıktığı, kürsülerin kuma dönüştüğü, kumun suya döküldüğü, suyun çoraptan içildiği, çorapların pantolonların üstüne giyildiği, haziranın cüce şubat rolü yaptığı, bir de long island’ın yeniden bulunduğu yer. aslında bir cordon blue’dan bahsediyorum. ya da bir haziran'dan. 

bu haziran da diğer haziranlara benziyor ama bir haziran 1 haziran’a benzemiyor. bu haziranlarin baska hicbir mevsimde olmayan bir havasi var. o en saf duygularla yasanan 89 haziran'ini hatirlatan, sakadan baska izahi olmayan bir kalp agrisi gibi bir haziran. yazın habercisi haziran. o çok sevdiğimiz ama hiç söyleyemediğimiz haziran. 

27 Mayıs 2015 Çarşamba

bitti.

- ne arıyorsun burada?

- biraz zor cevaplaması. özellikle de böyle pat diye sorunca. samimiyetsiz bir soru. öncelikle neyi ve sonrasında bir şeyi aradığımı ve hatta aradığım şeyi burada aradığımı bilsem zaten burada olmazdım. 

- ben sana son cümleni sordum ama sen istediğin yerden başlayabilirsin. samimiyetime güvenirsen sevinirim. şöyle yapalım. neden beyaz gömlek?

- anladım. ters manyel. senin istediğin gibi olsun. azdan az çoktan çok gider. soruyu arkanda duran ve benim kendimle tam yüzleşmemi engelleyen aynayı kullanarak kendimce devşiriyorum. aslında o gün orada ne aradığımı sorman lazım ama hem sen bu soruyu sormadan hem de senin sorun havada kalmasın diye cevap vereyim. gömleği hikayeye saygımdan ötürü giydim, beyaz olma nedeniyse tek gömleğimin beyaz olmasından ibaret. 

- hep böyle kendine sorular sorar mısın?

- sence burada ne arıyorum?

- bulamadığın cevapları?

- hayır. soramadığım soruları. 

- sekiz kırmızı kart görmüşsün kariyerinde. altısı aynı takıma karşı. 

- bazen soru sormaya gerek kalmıyor değil mi?

- ….

- o gün o maça gitmeyecektim. bizim ligin bitmesine daha üç hafta vardı. ligin bizim takım için bir anlamı kalmamıştı ama profesyonellik gereği ingiltere’de her gün ulaşılabilir olman gerekiyor. çok basit kuralları var sistemin ve yaşamına devam etmek için kabul etmek zorundasın. o cumartesi maçı kazandıktan sonra pub’a gidip içtik tüm takım. burada ingilizlerin neden o kadar içtiğini anladım. o kadar çok hakkını veriyorsun ki yaptığın işin sana kalan kısıtlı zamanda da kendini kaybedene kadar alkole düşüyorsun.  o gün attığım iki golle birlikte, ikinci yarı geldiğim shoreditch united’da attığım gol sayısı sekize ulaşmıştı. adaptasyon sürecimin beş haftalık gol orucunu çıkartırsak yedi maçta sekiz gol atmıştım ki ikinci lig için çok iyi performans. neyse, özetle o zamanlar londra hayatı güzeldi ama sadece londra hayatı güzeldi işte. içince canavarı uyandıran insanlarız. o gün, o keyif ve özgüvenle o kadar da içince soluğu sabah havalimanında aldım. 

- biliyordun yani gidebileceğini. 

- insan biliyor tabi. -ebilmek aynı zamanda bir tercih. benim ömrüm o formayı terleterek geçmiş. 28 yaşına kadar o mahallede büyüdüm. evden çıkıp yürüyerek stada gider soyunma odasına girerdim. stada girmeden apo, cigo, namık ile az piyiz yapmışlığımız yoktur. hatta bir keresinde ben boş kaleye gol kaçırdığımda apo “ulan ben sana dedim o son dubleyi içme diye bak boş kaleye kaçırıyorsun amcık ağızlı” diye bağırmıştı da seksende beraberlik golünü atana kadar yemediğim küfür kalmamıştı bütün tribünden. profesyonellik yoktu bende anlayacağın. iki beden büyük geliyordu. o yüzden de biliyordum önce istanbul’a sonra da izmir’e giderek maça yetişebileceğimi. 

- soyunma odasına uğramamışsın o gün. neden?

- hepsini okumuşsun şaşırtıyorsun beni. 

- samimiyetime güven demiştim. 

- her samimiyetime güven diyene güvenseydim - ki sırf samimiyet kelimesini sevdiğimden, ağzından çıkan insanı sevmesem bile koşulsuz güvenmişliğim vardır - işte burada olmazdım. soyunma odasına uğramadım çünkü orası artık benim soyunma odam değildi. ben orada 28 sene soyundum. çırılçıplaktım. evden stada yürürken çıplaktım, üzerimde formayla alsancak stadına adım attığımda da çıplaktım, çıplak olduğum için cankuşlarımla stadın önünde piyiz yapıyordum, çıplak olduğum için o takıma karşı oynarken her maç kırmızı kart göreceğimi herkes biliyordu. ama hakkı bey, adınıza ters düşüp hakkını vermediğiniz bir şey var; o altı kırmızı kartı da iç saha maçlarında gördüm. sırf tribündekiler değerini bilir diye. 

- tribünlere oynuyordun yani. 

- evet tribünlere oynuyordum hakkı bey. senenin tüm maçlarında kendim için, forma için oynarken her sene bir maçta da tribüne oynuyordum çünkü tribün hakkı verilmesi gereken bir varlık. ben kimim ki bu tribündeki insanlar beni destekliyor diye düşündüm hep. tolstoy’u bilirsiniz büyük ihtimalle. tolstoy, insanın inançlarının mutlak karşılığı olduğunu savunur. inanç, beşer hayatının öğrenilmesidir ve o sayede insanın salt kendisini düşünmeyip yaşadığı şeydir. benim hayatım futbol. futbol kadar beşeri bir gerçekliğin içerisinden en büyük parçası olan tribünü nasıl yok sayabilirsiniz. en azından ben saymam. 

- madem bu kadar beşeri gerçeklikler peşindeydin de neden hayvani dürtülerle hareket ettin?

- yürekte açılan yaralar, bir insanın bağımsızlığı karşılığında dünyaya ödemek zorunda olduğu çok doğal bir bedeldir. o yüzden bağımsızlık peşinde koşmak sizin kitabınızda hayvaniyse eğer evet bir ayı gibi anırdığımı, bir at gibi kişnediğimi, bir fare gibi kemirdiğimi, bir arı gibi soktuğumu, bir köpek gibi havladığımı ve hepsinin hakkını verdiğimi gönül rahatlığıyla kabul ediyorum. neyse ki hayvanın önüne evcil sıfatını koymadınız, cevaplarım çok daha farklı olurdu. 

- seninle bir hayvanın evcilliği polemiğine girip vakit kaybetmeyecek kadar hayvansever olduğunun farkındayım. o maçı tribünde yaşayan biri olarak neler düşündün?

- bu mu en güzel sorun. 

- en güzel sorumu en başta sordum sen anlamadın. 

- o gün sahaya 
devrim
melih - ömür - turgay - suat
kaan - kaya - altan - niko
mustafa - metin   

dizilişiyle çıktık. o gün bizim takımda çok sakat vardı, yedek ağırlıklı kadroyla sahaya çıkmıştık. en güzel kadromuzu son maça saklayamamıştık. 

- devrim, o tek başına duran. melih, kısıtlı kapasitesiyle sürekli zorlayan, ömür ile turgay yılların dostluğu. mustafa senin partnerin, niko ikinci dalgayla gelen. onlar aslında bir takımdı.  

- sen ne arıyorsun burada hakkı bey? kalanları ölüm gibi kaybetti o gün. 

- beni ters köşeye yatırdın ogan. 

- hayat bizi hep ter köşeye yatırdı, bu da senin hakkı’na düşen beyim. 

- devam edelim. 

- bundan sonra soru sorma olur mu? siktirtme belanı. ben anlatacağım hepsini sana. 

- ...




22 Mayıs 2015 Cuma

renklerin içinde

bilemiyorsun, zaten nasıl bileceksin ki. 
içindeyken anlıyorsun da hep çözmeye çalışıyorsun kendince. insanın kendisi çözmeye programlanmış. 

insan, kendisini anlamaya başlayınca hiçbir şeyi çözemeyeceğini anlıyor. anlatmakla olmuyor yaşaman lazım’ın temeli de benzer. 

kalkamıyordum, kendimi kaldıramıyordum ve kalkmıyordum sonunda. 

biraz sararıyor önce. daha önce üzerinde görmediğin bir renk olduğu için yabancılaşıyorsun. sarıya da alışmaya hazırsın, çok fark etmiyor. sarı, inceden turuncuya kayıyor. oranj diyorlar kimi yerde. ona da alışıyorsun. portakalı sevdiğin için sadece. bir kış gecesi, aralık sonu ya da ocak başı. sadece valide televizyon karşısında, kucağının bir tarafında bir tabak dolusu portakal, diğer tarafında birazdan dilimleyip sana servis edeceği boş tabak. senin esofmani takim olarak giydigin son gunler. o portakalları şipşak kesip, sana servis edip, şapır şupur yediğin için oranjı da bir renk olarak kabul ediyorsun. rengin sicagi boyle oluyor. sırf onun güzel hatrına. yersen. yemezsen arkandan ağlar. 

sonra kırmızıya dönüyor. oranjda turuncuyu yakaladığın gerçeklik aslında alıştığın sarıyla, karşına çıkacağını fark etmediğin kırmızı arasında sıkışmış bir çaba. kırmızıda neyle karşılaşacağını çok sonra - o da çaba sarf edersen - farkına varıyorsun. 

tırnaklarımı yemeyi tamamen bıraktığım için, uzayan işaret parmağımın tırnağı orta parmağımın sağ tarafını yırtıyor sol cebimdeki iphone’u çıkartmaya çalışırken. kirmizi her an gercek. kendi parmağımdan akan kanı emerken, metroda beni izleyenleri fark ediyorum. bir anlık şaşkınlığın verdiği durgunluktan sonra bir daha kanayamayacakmiscasina emiyorum orta parmağımı. biraz da yalıyorum kenarlarını, dişlerimi hiç değdirmiyorum. artçı iki dil darbesiyle iz bile bırakmıyorum katile dair. bu hayatta her şey nereden baktığına bağlı. 

yeşil ışık yanıyor yaya geçidinde. yeşille beraber kulakları sağır edercesine bir sinyal inlemeye başlıyor, yeşilin yerinde 13’ten geri saymaya başlayan trafik lambasında. herhalde 13 saniyem var diyorum karşıya geçmek için. 9’u rakamla gördüğüm an hareket edebiliyorum. 

o 4 saniye içerisinde;
birazdan karşıya geçtiğimde eat in or take away sorusuna vereceğim cevabı bildiğim için çok düşünmüyorum, ceketimi giymeden önce attığım mailin to’sundakileri düşünüyorum - acaba norveç ekibinden doğru insanı mı ekledim - , yirmi iki dakika sonra gireceğim toplantıda söyleyeceklerime hazır mıyım, geçen sefer wooleys’den aldığım pilav çok sertti bu sefer bagete mi girsem - illa take away - , sola mı bakacağım yoksa sağa mı - amına koyayım bunu da bir türlü öğrenemedim -, pret a manger de var kenarda - bacon tavuğa girip garanti mi oynasam -, eralp nasıl oldu lan acaba, diğerleri nasıl, peki ya ecem, bi sigara yakayım bari karşıya geçince. 
hepsi sadece 4 saniye. fazlasi yok. 

aynı lambada 8 ile göz göze geldiğimizde çoktan ilk nefesi almış olup 7’nin suratına vuruyorum icimde bir tur attirdigim dumani. 
rakamlara aşığım.

maviyi arıyor kalbim. beynim değirmende bugday ogutup ekmek yapıyor ama kalbim hala ramazan pidesi kuyruğunda. o da sırf senede bir ay çıkıyor da tadalım diye. ramazan pidesini ya da maviyi aramaya devam ediyorum. ömür ya da gönül terasa çıktığında rahatlıyor. 

terasa kendimi attığımda Bingazi'den Syracuse'a cikmis libyali multeci gibi seviniyorum. mavinin tüm tonlarını geçmişim de en güzeline, karaya çıkıp onu izlemeye koyulmuşum gibi.

sarı, oranj, kırmızı. sonra da alakasız bir mavi. gökyüzünün derinliğinin içerisinde hipotenüs hesabı yaparken buluyorum kendimi. tamam diyorum, geldik. 

haftalardır londra’da her yağmur yağdığında sarı, oranj, kırmız, mavi diye gökkuşağı arayan gözlerim, bugün asıl gökkuşağının gözlerimin baktığı ya da gördüğü yerde değil de renklerin içinde olduğunu anımsatıyor. 

kör olmak istiyorum bütün bu dalaverenin içerisinde. 
gözlerimi kapatıyorum, şaraba sarılıyorum dört tarafı açık terasın bana verdiği yetkiye dayanarak. 
ne guzel diyorum sariyi, kirmiziyi, oranji ve maviyi tam karsimda bir arada gorurken.
yemin ediyorum bu kez abartmıyorum. zaten artik abartilacak bir sey de kalmadi. 
böyle geldi içimden. nedir yani. 
biraz daha alabilir miyim.
söz bu son. 
sonra hepimiz kendi renk cümbüşümüzde kendimizi bulmaya devam edeceğiz. 

kalkıyoruz.
sabah yedide kalmam lazım. 



12 Mayıs 2015 Salı

St. Pauli: Cehennemin Cennete Dönüştüğü Yer

arıyorum ve haftaları saymaya devam ettiğim sürece aramaya devam edeceğim. hayatımın en büyük geçiş sürecindeyim. bir viraj ki altı haftadır dön dön bitmedi. bitmeyecek de zaten. bazen gardım düşecek gibi oluyor. lise sonda matematik hocasına sinirlenip kağıtları dağıtmayı bitirmesiyle beraber boş kağıdı verdiğim günlerdeki gibi her şeyi bu evde bırakıp gitmeyi düşünüyorum. sonra kendi kendime gülüyorum. kendi kendime gülüyor, kendi kendime konuşuyor - hem türkçe hem ingilizce -, kendi kendime sarılıyor, kendi kendime yaşıyorum. 

bugüne kadar aradığım ne varsa cumartesi günü onunla tanıştım. 

kararını yoldayken verip, biletini havalimanında aldığım uçaktan inip, trenle şehir merkezine geldim. bir defter, bir kalem, bir de filtre kahve alıp göl kenarındaki kafeye oturdum. valide görse bu tutumlu davranışımdan ötürü çok sevinirdi diye düşündüm kasiyere 2.4 euro verirken aldıklarımın hepsine. oturdum ve sabahın onbirinde beni oraya getirenleri döktüm. sonra kalktım ve maps’e Reeperbahn yazdım. yürüyerek yirmi dakika. yirmi adet mermi der gibi. hepinizi geberteceğim. 

yirmilerinin başında bir zenciyle otuzlarının başında bir beyaz erkeğin birbirlerine diklendiklerini gördüm öğlenin onikisinde. geldim herhalde dedim kendi kendime. aralarında bir de kadın vardı otuzlarına yakın. zenci beyaza dikleniyordu ama adam çok sesini çıkartmıyordu. kadın da beyazın arkadaşıydı ve zencinin gitmesini istiyordu. sonra beyaz adam cebinden biber gazı çıkartıp zenci çocuğa sıktı.

zenci çocuğun gözleri yanmaya başladı ve delirdi. beyaz adamın kafasına yerde bulduğu şişeyi geçirdi ve yere yığılan beyaz adama saydırmaya başladı. sonra kadın girdi araya. zenci çocuğu yumruklama başladı. zor tutuyordum kendimi. zenci cocuğa arkadan birisi uçan tekmeyle girerek yere yapıştırdı. sonra film bitti. bu mu lan punklar diyarı st.pauli’nin adalet anlayışı dedim kendi kendime. burada da aradığımı bulamadım diyip tur atmaya başladım. 

telefonu kapattım. yer yön bilmem ben. kaybola kaybola yolumu bulurum. bulamazsam da umrumda değil diye düşünür yürür dururum. yarım saat sonra aynı yerde buldum kendimi. zenci çocuğu polisler sakinleştirmeye çalışıyordu. bu hikaye nasıl buraya döndü diye düşündüm. zenci çocuğun yanında ona az önce biber gazı sıkan beyaz adam, yumruklayan beyaz kadın ve arkadan uçan tekme atan sarı çiyan da vardı. hepsi bir olmuş polise kafa tutuyordu. polis zenci çocuğu kelepçelemeye çalışırken, yarım saat önce birbirine giren ekip polise karşı birlik olmuştu. o sırada aklıma düşmesi en saçma olan şey düştü ve sanki bir fıkranın ortasındaymışız da üçüncü karakter olarak türk eksikmiş gibi ben de dahil oldum olaya. zenciyi tutan kadın polisin koluna girip, bir buçuk aydır biriktirdiğim libidomla "bu festival günü, daha öğlen olmamışken, bu tatsızlığa bir son vermeniz gerekirken neden böyle yapıyorsunuz dedim" gülümseyerek. o sırada zenci çocuk kaçtı, beyazlar bara girdi, kalabalık gülüşmeye başladı. bana sordukları almanca sorulara cevap alamadıklarını fark ettiklerinde polisler de pes edip gitti. bir sigara yaktım, st.pauli güzel yermiş diye düşündüm. gücün “yoksullarda" olduğu her şey çok güzel. 

store’a girdim. iki t-shirt ve seneler sonra ilk kez bir anahtarlık alıp çıktım. maç başlamak üzereydi. bundesliga’ya çıkmaya çalışan ikinci sıradaki kaiserslauten deplasmanında küme düşmemesi için galibiyet alması gerekiyordu st.pauli’nin. benim gördüğüm hayatta imkansızdı bu. ilk yarı dolanırım, ikinci yarı maçı izlerim diye düşündüm. biraz dolandıktan sonra rastgele bir pub’ın önünden geçerken ikinci yarının başlamak üzere olduğunu gördüm. içeri girip bir bira aldım. 47.dakikada öne geçti st.pauli, on dakika sonra penaltı ve 0-2. geçirdiğim son bir saatte, üç senedir yaşayamadığım gerçeklikleri yaşamıştım. ikinci gole Doctor Mabuse gibi sevindim. herkes bana bakıyordu. herkese benden bira dememek için kendimi zor tuttum. zaten almanca nasıl diyeceğimi de bilmiyordum ama olsun. 

maç bitti, festival alanına indim. içmeye devam ediyordum. dönüş uçağım akşam yedideydi. ertelesem olurdu ama gözümde büyüyordu bütün gece.  kararsızdım. eski atina anfi tiyatrolarının, belirli bir ölçekle küçültülmüş hissini veren yarım bir dairenin tepesine kurulan balkonumsu yerde çok güzel elektronik müzik çalıyordu öğlenin dördünde. kadınlar, erkekler gözlüklü kendi kendilerine dans ediyor, içiyor, dönüyor, sarıyor, patlıyor ve hatta çiziyorlardı. bunu yapan toplulukta yaş sınırı ise hiç yoktu. atmış yaşındaki amca, sardığı cigarayı yirmi yaşındaki kıza döndürüyordu ve onun elinden ellilerinde başka bir kadına dönüyordu. 1 haziran taksim’i ne kadar ürkütücü mad max ise 9 mayıs st.pauli’si ise o kadar samimi bir mad max’e büründü gözlerimde. kalayım bari bir akşam daha diyip uçağı pazar öğlen 12’ye erteledim. 

st.pauli’de geçirecek daha çok saatim olduğun farkına varınca rahatladım. etrafı gözlemlemeye başladım. kafamın en güzel olduğunu sandığım anların birinde şunu yazdım sabah aldığım deftere. 

“bu insanların bu saatte bu kadar sarhoş olmaları için alkolü ve uyuşturucuyu parayla değil yürekle tüketmeleri gerekiyor - ki sanırım öyle - . yok olmanın var olmak anlamına geldiği, insanca değil komün olarak yaşamanın şart koşulduğu yer burası. insanlar değil de st.pauli nefes alıyor gibi. milyarlarca hücrenin nefes alıp verdiği bir kuru kafa burası. resmi ten renginin mor, kadınların sert, erkeklerin et olduğu yer. korkunun insanın rahatlattığı yer. cinsiyetsizliğin en güzel hali. kaybedenin olmadığı, kazananın ayıplandığı yer. vazgeçmenin yasaklandığı, sokakların kabe olduğu, kendin ve kendin gibilerden başka kimseye tapmanın gerek olmadığını yaşatan yer.”

güneş batarken ben doğuyor gibiydim cumartesi st.pauli’de. vitrinlerdeki kadınları izledim. insanların o kadınlarla bir orospuymuş gibi değil de mahalle arkadaşlarıymış gibi uzun uzun sohbet etmelerini izledim. herkesin birbiriyle sarmaş dolaş oluşuna tanıklık ettim. dünya düzeninin, görse tükürüp atacağı yerin nasıl da mutluluk dolu olduğunu anladım. herkesten tekrar nefret ettim. o an, hayatta salyangoz gibi kabuğuma çekildiğimi hissettim. kapıları kilitledim. dönsem mi acaba dedim. ilk uçağa bakmaya çalıştım. sarjım bitti. yine kendi kendime güldüm. 

arasını çok hatırlamıyorum. sonra sorarak öğrendim. her katında on civarı kişinin takıldığı dört katlı bir apartmanın terasında ayıldım. yanımda sabah gördüğüm o zenci çocuk vardı. arka arkaya sorular sordum ona. saat kaç, adın ne, burası neresi, nereye gidebilirim, daha var mı, kaç para. bazılarına cevap verdi, bazılarına vermedi diye hatırlıyorum. ya da verdi de ben anlamadım. ayıldığımı kendisi de kabul ettikten sonra beni insanlarla tanıştırdı. kurduğu cümlelerden anladığım tek kelime “polizei” idi o da yeterliydi zaten. cümlenin devamını ben tamamlıyordum. londra’ya göre istanbul’a bir saat daha yakın olduğum için mutluluğumu paylaşmak için elim telefona gitti. sonra hasssiktir lan dedim kendime dolu dolu. iç, zıbar işte. 

henrik scwarz’ın bir remix’ini shazam’lamışım. çok eğlendik o kulüpte. sonra diğerinde de, bir diğerinde de. Ronaldo, Bebeto, Maradona, Müller diye büyüyen yelpazenin yanına bir de Doctor Mabuse koydum o gece. Doctor Mabuse o gece hepimize olmasa bile bana insanın doğumuyla ölümünü hatırlattı. sabahın yedisinde saatler önce ayıldığım eve tekrar girdiğimde bir köşeye çekilip yazdıklarımın bir kısmında şunlar var:

“artık bütün klişeleri kabul ediyorum ama reddetmeye devam edeceğim. ırak’ın başkenti neresi diye sorarlarsa bana bir gün, gönül diye cevap vereceğim. başkentinin kendisine bu kadar ırak olduğu başka bir yer var mı. keşke bizim soyadımız da çaylayık değil de çaylayırak olsaymış. birbirine bu kadar ırak başka bir topluluk olamaz. mayısın kaçıncı pazarı bu ya da kaçıncı haftayı bitiriyoruz. ”

on gibi son sigarayı içtikten sonra trene bıraktı beni Deon, zenci çocuk. güzel sarıldık birbirimize. haftaya bochum maçına gelmem için rica etti. harbiden rica etti. doğru kelime o. tabi gideceğim. 

st.pauli: cehennemin cennete dönüştüğü deliler kampı. 










30 Nisan 2015 Perşembe

teras



resmin ustune tıkla.
sonra sağ klik.
save to desktop.
...
şarap bitti aşağıya iniyorum ben.
bir şey ister misin?
güneş batarken serin oluyor.

29 Nisan 2015 Çarşamba

27 Nisan Pazartesi - Londra'da Yerleşik Hayatın İlk Gecesi

27 nisan pazartesi sabah 6:45’te başladım Londra’daki beşinci haftama. 

şirketin geçici olarak kalmamı sağladığı yirmi metre karelik yarı açık stüdyodaki eşyalarımı pazar gecesi toplamıştım. yarılarına kadar açtığım üç tane koli, bir tane herkeste olan tekerlekli bavullardan, bir tane kimsede olmayan 50 model samsonite ahşap kaplama çanta, iki sırt çantası, iki tane de omuza asmalı çantayla cevat kelle gibiydim. mart başında platonik biçimde kolumu kırdığım için ve alçısız, alternatif tıp yoluyla iyileştirdiğim için halen üzerine yattığımda sol kolum ağrıyor. tek başıma onları indirmem imkansız olduğundan sitede belboy olarak sabah vardiyasında çalışan, geçirdiğim dört haftada her yangın alarmını öttürdüğümde gülerek telefonla beni arayan, geceleri sarhoş geldiğimde hatırladığım kadarıyla bana gülümseyen hatırlamadıklarımda ertesi sabah beni gördüğünde “yesterday pilot” diyip kollarını iki yana paralel açarak bana yine gülümseyen romen kardeşimden yardım istedim aşağıya inip. kolileri birer ucundan beraber tutup, çantaları da eşit ağırlıkta bölüşüp aşağıya indirdik. teşekkür amaçlı yirmi pound verdim çok bu diyip onunu geri uzattı. yukarı çıktım. sabahın 7:30’unda terden sırılsıklam olmuş t-shirt’umle şortumu kirli çantasına attım. duş alıp, son tarzıma yakışır biçimde önceki geceden ayırdığım kostümümü giyinip ofise doğru yürüdüm. 8:05’te ctrl+alt+del yapıp Marad0na yazdım şirket bilgisayarına.

öğlen 12:30’da ofisten çıkıp 12:50’de "inventory company’den” gelen ev sahibinden daha landlord, bizim tabirimizle jilet gibi bir adamla müstakbel evimde anahtarları almak üzere buluştuk. eve şöyle bir baktım, heyecanı ertelemeyi seven bir yapım olduğundan “okeydir” diyip bir dakikadan kısa bir sürede Shoreditch, Wilmot Street’teki 262 numaralı daire(m)den dışarı çıktım. jiletle el sıkışıp sokağın ayrı yönlerine doğru taban çırptık. 13:15’te şirket bilgisayarına ikinci kez ctrl+alt+del yapıp Marad0na yazdıktan sonra ve pret a manger’den aldığım tavuklu baconlı tostumdan bir ısırık aldım. 

akşam 7’de ofisten çıkıp 7:20’de, geldiğimden beri bana ev sahipliği yapan cartwright gardens’taki yarı açık stüdyonun lobisine uğradım. her türlü adam sikmeciliğin meşru kılındığı topraklardan geldiğim için içeri girip kolilere ve çantalara baktım. hepsi yerli yerindeydi. saha ve zemin taşınmaya çok müsaitti. mini van da gelmişti. eşyaları mini van’a yerleştirdik müslüman olduğu aşikar şoförle. taşırken eşyaların ağırlığından dert yandı. aynı eşyaları asansörsüz üç kat yukarıya çıkaracağımızı söyledim. öyle anlaşmadık dedi. tamam işte şimdi söylüyorum dedim. cevap vermeden arabaya bindi. 

yolda muhabbet etmeye çalıştım samimiyet kuralım da yardım etsin diye. afganistan’dan on sekiz sene önce gelmiş Londra’ya. iki çocuğu da burada universitede okuyormuş. ortak kullandığımız tek kelimeyi cümle içinde kullanayım diye “allah bağışlasın” dedim, gülümsedi. on saniyelik sessizliğin ardından tam zamanı diye düşünüp eşyaları yukarı çıkartmamda yardımcı olması için rica ettim ekstra ödeyeceğimi de belirterek. yok olmaz dedi. ulan 36 pound’a arabayla eşyaları taşıyorsun, 20 pound daha vereyim beraber çıkartalım, nedir yani. bir ucundan tut yeter. baktım dil döksem de olmayacak. bu motivasyonla ben tek başıma da taşırım diye düşünüp senin dinini sikeyim diyip indim wilmot sokağının 262 numaralı dairesinin yer aldığı apartmanın önünde. bir düzine parça eşyayla cezaevinden çıkmış tuncel kurtiz edasıyla bir sigara yakıp üçüncü kattaki pencereyi izledim. yedi dakika içerisinde aksoy'daki evden ilk gidişimi, yurtta uyandığım ilk sabah benim daha sakalım çıkmamışken etrafımda haşır huşur tıraş olan adamlara dair şaşkınlığımı, pederi rusya’ya ilk yolladığımda havalimanında yığılıp kaldığımı ve sırf bu yüzden iki sene otobüsle izmir’e gidip geldiğimi, istanbul’da cem ile ortaköy’de evi tuttuğumuz an yaşadığımız şaşkınlığı, ikinci eve çıkışımı, üçüncü eve çıkışımı, dördüncüde asmalı’ya yerleşişimi, valideyle pederin ikinci evliliklerinin hem yara bandı hem de yarası olan didim’deki evin balkonunu, hacı memiş’teki evin yere yapılan yataklarını, validenin daha bu yaz eski evi satıp yeni bir ev aldığını unutup eski evimize gidişimi, taşlıca apartmanını, babanemin rum evini yani ne varsa düşündüm. üzerinde otururken sigaranın sonuna geldiğim bütün eşyalarda o evlerden parçalar vardı. kendi kendime sesli biçimde "ben sana hatıralarla yaşayamazsın demedim, yaşa ama hobi olarak yaşa dedim” diyip sigarayı söndürdüm. 

bir öncelik sırası yapmam gerekiyordu. eninde sonunda geberecektim o eşyaları çıkartırken. çocukken tabakta patates kızartmasını sona sakladığım gibi bari kolileri önce çıkartayım dedim. sona çantalar kalsın kolay diye. yarım saatin sonunda son çantayı da içeri koyduğumda nabzım çenemde atıyordu. kan ter içerisinde kalmıştım. gömleğimi çıkartıp son zamanlarda edindiğim bir alışkanlık olarak sırt üstü yere bıraktım kendimi salonun ortasında. sol kolum tartışmaya yer bırakmaksızın sen kimsin de alternatif tıpa meydan okuyorsun dalyarak dercesine çoktan morarmıştı. nefesim biraz yerine gelince kol uzaklığımdaki kırmızı gauloises’dan bir tane alıp yaktım. londra’da, shoreditch’te kendi evimdeydim. 

doğrulup etrafa baktım. evin sokağa bakan georgian style sash - bunlar önemli - penceresine yaslanmış ahşap masanın üstünde bir not bir de anahtar gördüm. ev sahibi öğleden sonra eve uğrayıp kendisindeki diğer anahtarı bırakıp bana not yazmış: 

"dear ogan,
welcome to wilmot street. i hope you enjoy living here as much as i did. here is some general information about the flat to help you settle in" diye başlayıp elektrik, ısınma, kiler, çöp günleri, teras ve çiçekler hakkında bilgi veriyor. işte insan gerçekten hayret ediyor. arayıp teşekkür ettim. cumartesi sabahı da tanışmak için eve davet ettim. 

evden çıkıp ellerim cebimde şarkı söyleye söyleye tur attım. daha önceden gözüme kestirdiğim ocakbaşına selamın aleyküm diyerek girdim. “o aleyküm selam” diye samimiyetsiz bir türk karşılamasıyla içeriye buyur edildim. sanki senelerdir tanıyor beni amk. peynir, cacık, şakşuka bir de ufak alayım dedim kebaba sonra geçeriz. garson "abi bizde şişe yok tek ya da dabıl usulü" diye topu taca atmaya çalıştı. dabıl demese kabul edebilirdim çünkü takatim kalmamıştı artık ama dabıl, rakının yanında dokuz kusurlu hareketin en başında geliyor. londra’da yaşasan bile. dabıl rakı ne lan. aynı gün içerisinde iki müslümana kaybetmeyi içime sindiremeyeceğimden “kardeşim keyfim çok yerinde sen bana ufak rakıyı getir de tadım kaçmasın” dedim. tamam abi diyip iki dakika sonra rakıyı masaya koyarken yanına bir de ufak şalgam getirdi “abi bu da benden olsun” diye. bir tarafta müslümanların vermeden almayan allahı, diğer tarafta almadan vermeyen müslümanlar. bilemiyorum al(lah)tan. 

dört dublede yuvarladığım rakı iyi geldi. hem gerilen kaslarımı yumuşattı hem de eşyaları yukarıya taşımadan önce daldığım düşünceleri hatırlattı. bir de rakının benim hayatımda önemli yeri var. ben rakıyı bir içecekten ziyade aksesuar olarak görüyorum. hani takım elbise giyince kravat takmazsan olmaz derler ya - ki bence olur - onun gibi. ama rakısız olmaz. rakı bence sixth element. kadehte duruyor, elde duruyor, kanda duruyor, fonda duruyor, mezeyle dost balıkla arkadaş ömrümüz geçiyor bak yavaş yavaş. 

eve gelip kolilerin ve çantaların hepsini açtım ve basitçe yerleştirdim. sabah 6:45’te başladığım 27 nisan'ın pazartesisini terk etmiş, 28’i salının ilk iki buçuk saatini de birayla hiç etmiş, cilalı taş devrinde ilk yerleşik hayata geçen insanlık gibiydim. sen düşün artık. duş almaya yeltenirken fark ettim ki havlu getirmemiştim istanbul’dan. havlu da öyle bir aparat ki yerine koyabilecek bir şeyin yok. teyemmüm mü yapayım 2015 londra’sında. cilalı taş yerleşik hayatı romantizmini sevdiğim için temiz t-shirt’lerle kurulanırım dedim kendi kendime. nitekim öyle yaptım. bu sefer de ne yatağın üzerini örtecek bir çarşaf ne de kendi üzerimi örtecek pikevari kalın bir örtü olmadığını fark ettim. cilalı taş devrinden birinci çinko umutsuzluğuna döndüm bir anda. yatağın üzerini en büyük beden üç tane t-shirt ile kendi üzerimi de meşhur polar ropdöşambırım ile örttüm. uykuya dalmaya çalışırken saatin üç buçuğa geldiğini fark ettim. 

yirmi saatten uzun süren bir koşuşturma silsilesi sonunda eksiksiz ama gedikli bir şekilde başımı yastığa tekrar koyabilmiştim. altımdaki yatağın ve üstümdeki ropdöşambırın inceden yabancılık hissettirmesine ragmen insanın kendi yatağı gibisi yokmuşu tekrar anladım. ev insanın kalesidir.  

uyumadan önce ekibe taşınırken çok yorulduğumu ve sabah geç, on buçukta geleceğime dair mesaj attım. 
28 nisan sabah 1030’da şirket bilgisayarında ctrl+alt+del yapıp Marad0na yazdıktan sonra çay getirdiler masama. yorgunluğunu alır biraz, sen bir şey içmemişsindir, nasıl geçti evde ilk gecen mutlu musun dediler.

mutluyum dedim. 
çok. 

eskiden kalma bir alışkanlıkla kulaklığımı taktım. 
çaydan bir yudum aldım. 
en sevdiğim playlist’ten önceki gece uyumadan önce dinlediğim son şarkıyı çaldım.