en uzun gündüz bugün.
batının, adını güneşin battığı yerden aldığını anımsıyorum benim doğumdan, iki saatle üç vakte kadar. oysa haziran’ın tam ortasında turgut uyar şöyle diyordu terasta artık biraz daha batıya doğru kayan somutlarım ama yine de doğuda yaşayan soyutlarımla.
"haziran sancılı bir ülkedir kalbimize
kısa öğle vakitlerinde yaşadığımız
bir kırmızı diye kullandığımız
ve ara sıra
öyle sandığımız”
liverpool street’te trenden iniyorum. yürümeye karar veriyorum eve kadar. yarım saatlik yol. ara yollardan yürüyorum. hava durumu yerine tarihe bakarak sokağa çıktığım için tshirt’le yakalanıyorum gecenin ayazına. benim geldiğim yerde tam tersi olur. trenin sesi yarıyor ayazı. ara sokakların esmeyenlerini tercih ediyorum. köşesini döndüğüm sokağın tabelasına takılıyor gözüm. kerbela street. tesekkurler, ben de seni özlemiştim kerbela. gözümüz yollarda kaldı, bir dahakine bu kadar açmayalım arayı, kapatması zor oluyor sonra.
bloomsbury square gardens’ta boş bulduğum bankta durdum iş çıkışı. bulutlar çok hızlı hareket ediyor burada. emlak piyasası da. metrolar, ışıklar, bisikletler, mailler, toplantılar. yemekler hızlı yeniyor, insanlar bile hızlı hareket ediyorlar. ne aceleleri varsa. durarak ödüllendiriyorum kendimi ben. formumu durmaya borçluyum.
ertesi gece otele yerleşince açık tapasçı arıyorum. bar buluyorum. barı bulamayanlar da var. barın hakkını veriyorum. mini barı da es geçmiyorum. ilk geceden avrupa ayak seslerimi duymaya başlıyor. sabah yedide ayılmaya çalışırken o mail düşüyor. sabah yedide mail düştüyse önceki gün haberleri vardı diye düşünüp türkiye’de olsa ilk duyan bendim diye etrafımın boşluğunu düşünüyorum. ama yine de önce biraz seviniyorum. biz buraya üç puan için geldik. atom parçalamıyoruz. normali bu işin. normali oluşturur halde olmak da güzel. bu maçı unutup önümüzdeki maçlara bakacağız.
madrid’de çarşamba akşamı çok pis tapasa düştüm. midye, patatas bravas, kaynanamın kıçıtas ve bir de o küçük tatlı yeşil biberlerin kızarmış hallerini rica ettim. çünkü o biberler kızartma gibi kaba biberler değil aşk dolu yeşil küçük biberler ve ancak kızarmış gibi yapabilirler. o besin değeri yüksek, başlı başına bir sanat eseri olan canlıyı sapından tutup, ısırıyorsun elinde bir tek sapı kalıyor. nasıl, çok iyi değil mi. aşk dolu ama sapı kalıyor elinde. aşk yenilebilir bir şey değil ki. yiyip yutamazsın öyle. londra’ya dönerken freeshop’taki kadın da elimdeki üç kilo küçük yeşil biberleri görünce şaşırdı. ben de şaşırdım ama çok değil.
tapası anca viskiyle taçlandırabileceğim için önceki gece alternatifsiz biçimde tapasın öncesinde yer verdiğim bara bu kez ana sahnede kapanışta görev verdim. bir hayli içmişken onur bir yazı attı, okudum. önümüzdeki ay dergide yayınlayacağı agassi yazısını yolladı. yükseldim. agassi, open’ında ilk turnuvayı kazanırken yaşadıklarını tek cümleyle şöyle özetliyordu. "Signs, signs, everywhere signs.” file önüne gelip şunu düşündüm. “ulan ogan her boku tek başına yaparak nereye kadar devam edeceksin acaba. yemek tek başına, madrid tek başına, viski tek başına, konkur bile tek başına. nasıl iyi mi böyle”. hemen cevap verdim “ingilizlerin deyimiyle: not bad”. çıktım bir sigara yaktım barın dışında. kuşlar cıvıldıyordu. biraz şaşırdım açıkçası.
otele nasıl geldim hiç hatırlamıyorum. sabah kalktım sekiz buçuk. toplantıya yarım saat geç kaldım. yani olur böyle şeyler. bizde konkur kazandıktan sonra ertesi hafta zaten otomatikman tatildi. onlar da haklı tabi sistem devam etmeli. global ekibe aldığımız çocuğun kafası iyi çalışıyor da biraz alkolle problemi var galiba algısı söz konusu olabilir. hiç şaşırmadım.
ölüm gibi hafta bitmişti sonunda. tarihin hava sıcaklığından daha büyük olduğu günler. doğum günün ne zamandı senin. hackney tarafında barın birinde arjantinli bir grup canlı müzik yapıyor. keyfim yerinde. haftanın ilk sosyalleşmesi. bloomsbury’deki o banktan kalkmayacaktım ben. grup, candan erçetin melodili bir şarkıyı bilmediğim bir dilde söylüyor. güzel de söylüyor. ayı gibi gülümsüyorum. o sırada bir kadın görüyorum "oha ne güzel kadın" diye içimden geçirirken. yanındaki adamı görüyorum "oha ne güzel adam" diye içimden geçiriyorum. ikisini bir görüp "oha bunlar ne güzel insanlarmış ya" diyorum. var öyle şeyler hayatta. onlar da beni "oha ne güzel tek başına" diye görmüş olacaklar ki "bunlar niye bana bakıyorlar böyle" diye içimden çıkarttım. bana bakıp gülümsüyorlardı. "ne eğlenceliler de benden ne istiyorlar acaba” diye düşünürken bana doğru yaklaşmaya başladılar. bana bir şeyler soruyorlardı ama anlamıyordum. soruların bir yerinde berlin kelimesini duydum. sonra soruyu tamamladım kendimce, elleriyle üç yapmaya başladılar. üç hafta önce berlin'de değil miydin diye soruyorlardı. ben de kendime aynı soruyu sordum. ben üç hafta önce berlin’de miydim. 19'dan 21 çıkarttım. haziran’ı bekliyordum berlin’de. "evet berlin’deydim" cevabını duyunca loto tutturmuşçasına sevindiler. loto totoldo. biz seni berlin’de festivalde gördük dediler. ilk tepkim “nasıl lan” oldu. festivalde iki gece, bir kater blue’da, bir de berghain'da. ben berk talu’yu o kadar görmedim berlin’de. şimdi de burada görünce inanamadık dediler. ben de inanamadım. i can't believe'ler, isim sormalar, sarılmalar, amazing'ler, what the fuck'lar havada uçuyor, "lan ben acaba öldüm de haberim mi yok bu nedir lan"lar yerlerde sürünüyordu. -lan’li, -lun’lu bir durum yani. senden de bahsettiler. on beş dakika muhabbet ettik. sonra ben dışarı çıktım bir sigara yaktım. hiçbir şey yapmadan sadece sigara içtim. tshirt üşütmüyordu cuma gecesi londra’nın doğusunu. barın, ara sokağın en kör noktasında olması da üşütmeyen bir nedendi. arkada çok hafif insan gürültüsü. uğultu değil. kelimeleri seçebiliyorsun. seçemediklerini boş bırakıyorsun.
yapabileceğim en doğru şey bu anı ölümsüzleştirmek adına eve gidip dayanabildiğim kadar tavana bakmak olduğu için ilk gördüğüm taksiyi durdurdum. binip, posta kodunu söyleyip, sırtıma yaslanıp, başımı arkaya devireceğim. son ikisini yapamamamı sağlayan şey radyoda çalan şarkı oldu. çok eskilerden tanıdık bir ses “yok alamazsın beni deli zaman” diyordu. sezen aksu kurşuni renkler taksisi. hayır kime neyi ıspatlamaya çalışıyorsun. taksinin şoförü de peder bey. yalanım varsa kahret beni. ben seni takside gördüm diye arayıp babalar gününü kutlamadım.
sayfalarca yazdım. bugün sabah dokuzda uyandım. altı yıldır uyuyormuş gibi uyandım. bisiklete binip açılırım diye düşündüm. bisiklete yelkenli taktım da ben. her sabah yaptığım gibi pencereden kafayı uzatıp bisiklet orada mı diye baktım. bisiklet oradaydı ama ön tekerlek yoktu. olay yerine indim. bisikletin kilitli olmayan tek yeri yani ön tekerlek çalınmıştı. bisikletin bağlı olduğu yere en yakın bahçenin olduğu evde kalan boğazına kadar dövmeli, otuzlarında bir ingiliz gece üçte yattığında bisikleti fark ettiğini ve ön tekerleğinin olduğunu söyledi. hatta sabah uyanınca da ön tekerleğin olmadığını fark edince şaşırdığını anlattı. ne kadar kolay şeylere şaşırıyorsun dedim. hiçbir şey demeden suratıma baktı. ben bisikleti sırtlayıp eve çıkardım.
21 haziran en uzun gündüz diye güneş bugün yüzünü akşam yedide, o da hepi topu bir saatliğine gösterdi. kendisinden herhangi bir beklentim yoktu bugüne dair. yine tarihin sıcaklıktan yüksek olduğu günler. bugün terasta "londra’nın haziranı böyle oluyormuş demek" diye geçirdim içimden. tümden gelen haziran. yeşil biberleri önce kahvaltıda omletin arasına koydum, sonra akşamüstü rakının yanında tuzlayıp yedim. rakı bardaklarım var artık. biri mesaj atıyor hastanede yatmış iki gün. diğeri teşekkür ediyor hediyesine serzenişli. göçmen babalar günümü kutluyor. rakıyı dolduruyorum. haftaya cuma pay day. her ayın son cuması yatıyor maaşlar burada. insanlar her ayın ilk cumasını da güzel geçirsinler diye.
çok uzundu bugün gündüz. haziran gibi uzun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder