bir haziran gecesi bir kadını dudağından öptüğümü hatırlıyorum. ilk kez bir kadını dudağından öptüğümü. hazırlıkta - bizim zamanımızda ilköğretim beş yıllıktı - mezuniyet töreni öncesinde sırf şişe çevirmede üç kere denk geldik diye. çok heyecanlandığımı ama yine de kimseye söyleyemediğimi hatırlıyorum. herkes duyana kadar hazirandı. sonra ocak geldi. beş saat sonra. o zamanlar izmirin havasına orospu diyorlardı da ben anlamıyordum. meğer orospu çocuğunun dik alasıymış.
bir haziran gündüzü hatırlıyorum. hayatını etkileyecek sınav diye korkuttukları sınavın öğleninde üstümdeki t-shirt’ü koşarken çıkartacak kadar kendini kaybetmiş şekilde - bunu daha dört gün önce gördüm - uzaklaşırken aslında hayatımı etkileyen, hayatımdaki her şeyden kurtulmaya koşarken.
bir haziran anısı dinliyorum 64 yılından kalma, başka bir haziran akşamında hep bir ağızdan. altay’ın kuvvetiyle ve kudretiyle şen olduğu yıllar anlatılırken. rest çekmiş galatasaray’a kupa finalinde. altay, o zamanlar yolculuklar uzun sürdüğü için bir gün önce doğu almanya’ya karşı vatani görevini yapmış gibi görünüp ordunun milli takımında - nasıl saçma bir organizasyon - oynayan üç as oyuncusunu, izmir’de 0-0 biten ilk maçın ardındaki 28 haziran kupa finali rövanşında oynatmak için maçın bir gün sonra oynanmasını talep etmiş federasyon da reddetmiş. santraya çıkan galatasaray ve romen hakem nicolae mihailescu altay’ı 15 dakika bekledikten sonra altay başkanı rıdvan burteçin alsancak’tan şu açıklamayı yapmış: “kupayı kaybettik ama sporda ahlak mücadelesinin meşalesini yaktık. onu söndürmemeye çalışacağız”. haziran gibi haziran.
bir haziran gecesi hatırlıyorum etiler’in izmir donanımlı balkonunda. aynı kıtaya sığamayacak kadar büyük kitleler var iç organlarımızın birinde. ikimize dair ortak olan tek şeyi içinde barındiran o organ, şimdi gecenin bir köşesinde yeni başladığım sigaramı üflüyor dışarıya, dolunayın önünü bulutlar kesiyor. biliyorum bu gece hep orada kalacaklar. o yavşak bulutlar.
bir haziran gecesi hatırlıyorum. savaştığımız. haziran gibi sıcak, umut dolu. on beş gün iyi savaşıyoruz - rakamla mı yazıyla mı - sonra kaybediyoruz. bu kez bizimle beraber almanya, uruguay, yunanistan, goa, yeni salihli, yeni yetmeler, yeni gelenekseller, yine yenilikçiler, çiftçiler, berduşlar, ev kadınları, öğretmenler, alkolikler, sahil güvenlikler, bisikletçiler, simitçiler, hemşireler, sanatçılar, belki biraz da karışık sandöviççiler kaybediyor. ama anlamıyorlar. zaten haziran’ı da anlamadılar.
bir haziran sabahı hatırlıyorum. deniz kenarında, dalgalar arasında, rüzgarın uğultusunda. hafif üşümeli ama kolları kapatırsan da tatlı ürpermeli. temmuz’a yaklaşmamış haziran. kumsala çıkmayalım diyorum, çıkıyoruz.
bir haziran yaşadım. bu kez haziran’a cumartesi birinden değil, cumartesi 01’inden başladım. üstelik haziran bile gelmemişti biriyle. bazıları rakamla, bazıları yazıyla. matematik mi daha güzel edebiyat mı çözemedim hala. sanırım haziran en güzeli. ben haziranın 1’i geldiğinde haziran’ın birine gelmeden önce şuna benzer tasvir etmiştim görmediğim haziran’ı.
hayalini kuramayacağım kadar güzel bir şeyin içine gidiyorum. şey çünkü bu tanımı yok. şey’i hayatımda ilk kez bu kadar manalı kullanıyorum. zamanında hayalini sarhoşken, tanrılarlayken kurduğum, tanımadan özlediğim ve tanıdıkça sevdiğim, bana gösterişsiz güzelliğin en saf halini yaşlatan haz, hayatta en acısıyla en tatlısını düşünmeden yaşadığım, o kendisine izin verirse daha da yaşayacağımız karşılıklı en büyük sigortam irin, ben ona ir diyorum ve hayatıma girerken benden daha gözü kara birisinin daha olduğunu hatırlatan, hani aynı yolda değiliz şimdilik ama ileride bunların hepsi bizim hissini veren an. biri eksikti haziran’ın. o biri de geldi. birileri geliyor birileri gidiyor. (anlayana bilet bedava).
2015’in haziran’ı geldiğinde uzun zamandır üzerine çalıştığımız kareografiyi sergilemenin zamanı gelmişti. biz de farkında değildik o kadar zamandır çalıştığımızın ya da zamanın geldiğinin çünkü zaman asla gelmez. ama bir şeyler gelmişti işte. çatalla üstünü hafiften tutup, bıçağı vurduğunda cordon blue’dan yayılan kaşar ve ham'den bahsediyorum. içinde dünyanın en güzel adami cam göbeği mavi takim elbisesi ve bisikletiyle parlayan nick cave’in olduğu, o nick cave’in varlığını hissetmek yerine kendini kabul edip yoluna dünyanın en çirkin kadiniyla devam eden fason üretim dünyanın en güzel kadınının olduğu, kapisinda kuyruk yapmadan herkesi iceriye buyur eden günah çıkartma kabininden kahkahaların çinladığı, ıslata ıslata dövmeni hobiye dönüştürecek kadar sözde aşağılık bacanakların volta attığı, türklerin en iyi rolünün alman rolü oynamak olduğunu hatirlatan, bizim gibi “yabancıların" kendilerini bulabildiği, müziğin catwalk’a şark ettiği, catwalk’un kürsüye çıktığı, kürsülerin kuma dönüştüğü, kumun suya döküldüğü, suyun çoraptan içildiği, çorapların pantolonların üstüne giyildiği, haziranın cüce şubat rolü yaptığı, bir de long island’ın yeniden bulunduğu yer. aslında bir cordon blue’dan bahsediyorum. ya da bir haziran'dan.
bu haziran da diğer haziranlara benziyor ama bir haziran 1 haziran’a benzemiyor. bu haziranlarin baska hicbir mevsimde olmayan bir havasi var. o en saf duygularla yasanan 89 haziran'ini hatirlatan, sakadan baska izahi olmayan bir kalp agrisi gibi bir haziran. yazın habercisi haziran. o çok sevdiğimiz ama hiç söyleyemediğimiz haziran.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder