12 Mayıs 2015 Salı

St. Pauli: Cehennemin Cennete Dönüştüğü Yer

arıyorum ve haftaları saymaya devam ettiğim sürece aramaya devam edeceğim. hayatımın en büyük geçiş sürecindeyim. bir viraj ki altı haftadır dön dön bitmedi. bitmeyecek de zaten. bazen gardım düşecek gibi oluyor. lise sonda matematik hocasına sinirlenip kağıtları dağıtmayı bitirmesiyle beraber boş kağıdı verdiğim günlerdeki gibi her şeyi bu evde bırakıp gitmeyi düşünüyorum. sonra kendi kendime gülüyorum. kendi kendime gülüyor, kendi kendime konuşuyor - hem türkçe hem ingilizce -, kendi kendime sarılıyor, kendi kendime yaşıyorum. 

bugüne kadar aradığım ne varsa cumartesi günü onunla tanıştım. 

kararını yoldayken verip, biletini havalimanında aldığım uçaktan inip, trenle şehir merkezine geldim. bir defter, bir kalem, bir de filtre kahve alıp göl kenarındaki kafeye oturdum. valide görse bu tutumlu davranışımdan ötürü çok sevinirdi diye düşündüm kasiyere 2.4 euro verirken aldıklarımın hepsine. oturdum ve sabahın onbirinde beni oraya getirenleri döktüm. sonra kalktım ve maps’e Reeperbahn yazdım. yürüyerek yirmi dakika. yirmi adet mermi der gibi. hepinizi geberteceğim. 

yirmilerinin başında bir zenciyle otuzlarının başında bir beyaz erkeğin birbirlerine diklendiklerini gördüm öğlenin onikisinde. geldim herhalde dedim kendi kendime. aralarında bir de kadın vardı otuzlarına yakın. zenci beyaza dikleniyordu ama adam çok sesini çıkartmıyordu. kadın da beyazın arkadaşıydı ve zencinin gitmesini istiyordu. sonra beyaz adam cebinden biber gazı çıkartıp zenci çocuğa sıktı.

zenci çocuğun gözleri yanmaya başladı ve delirdi. beyaz adamın kafasına yerde bulduğu şişeyi geçirdi ve yere yığılan beyaz adama saydırmaya başladı. sonra kadın girdi araya. zenci çocuğu yumruklama başladı. zor tutuyordum kendimi. zenci cocuğa arkadan birisi uçan tekmeyle girerek yere yapıştırdı. sonra film bitti. bu mu lan punklar diyarı st.pauli’nin adalet anlayışı dedim kendi kendime. burada da aradığımı bulamadım diyip tur atmaya başladım. 

telefonu kapattım. yer yön bilmem ben. kaybola kaybola yolumu bulurum. bulamazsam da umrumda değil diye düşünür yürür dururum. yarım saat sonra aynı yerde buldum kendimi. zenci çocuğu polisler sakinleştirmeye çalışıyordu. bu hikaye nasıl buraya döndü diye düşündüm. zenci çocuğun yanında ona az önce biber gazı sıkan beyaz adam, yumruklayan beyaz kadın ve arkadan uçan tekme atan sarı çiyan da vardı. hepsi bir olmuş polise kafa tutuyordu. polis zenci çocuğu kelepçelemeye çalışırken, yarım saat önce birbirine giren ekip polise karşı birlik olmuştu. o sırada aklıma düşmesi en saçma olan şey düştü ve sanki bir fıkranın ortasındaymışız da üçüncü karakter olarak türk eksikmiş gibi ben de dahil oldum olaya. zenciyi tutan kadın polisin koluna girip, bir buçuk aydır biriktirdiğim libidomla "bu festival günü, daha öğlen olmamışken, bu tatsızlığa bir son vermeniz gerekirken neden böyle yapıyorsunuz dedim" gülümseyerek. o sırada zenci çocuk kaçtı, beyazlar bara girdi, kalabalık gülüşmeye başladı. bana sordukları almanca sorulara cevap alamadıklarını fark ettiklerinde polisler de pes edip gitti. bir sigara yaktım, st.pauli güzel yermiş diye düşündüm. gücün “yoksullarda" olduğu her şey çok güzel. 

store’a girdim. iki t-shirt ve seneler sonra ilk kez bir anahtarlık alıp çıktım. maç başlamak üzereydi. bundesliga’ya çıkmaya çalışan ikinci sıradaki kaiserslauten deplasmanında küme düşmemesi için galibiyet alması gerekiyordu st.pauli’nin. benim gördüğüm hayatta imkansızdı bu. ilk yarı dolanırım, ikinci yarı maçı izlerim diye düşündüm. biraz dolandıktan sonra rastgele bir pub’ın önünden geçerken ikinci yarının başlamak üzere olduğunu gördüm. içeri girip bir bira aldım. 47.dakikada öne geçti st.pauli, on dakika sonra penaltı ve 0-2. geçirdiğim son bir saatte, üç senedir yaşayamadığım gerçeklikleri yaşamıştım. ikinci gole Doctor Mabuse gibi sevindim. herkes bana bakıyordu. herkese benden bira dememek için kendimi zor tuttum. zaten almanca nasıl diyeceğimi de bilmiyordum ama olsun. 

maç bitti, festival alanına indim. içmeye devam ediyordum. dönüş uçağım akşam yedideydi. ertelesem olurdu ama gözümde büyüyordu bütün gece.  kararsızdım. eski atina anfi tiyatrolarının, belirli bir ölçekle küçültülmüş hissini veren yarım bir dairenin tepesine kurulan balkonumsu yerde çok güzel elektronik müzik çalıyordu öğlenin dördünde. kadınlar, erkekler gözlüklü kendi kendilerine dans ediyor, içiyor, dönüyor, sarıyor, patlıyor ve hatta çiziyorlardı. bunu yapan toplulukta yaş sınırı ise hiç yoktu. atmış yaşındaki amca, sardığı cigarayı yirmi yaşındaki kıza döndürüyordu ve onun elinden ellilerinde başka bir kadına dönüyordu. 1 haziran taksim’i ne kadar ürkütücü mad max ise 9 mayıs st.pauli’si ise o kadar samimi bir mad max’e büründü gözlerimde. kalayım bari bir akşam daha diyip uçağı pazar öğlen 12’ye erteledim. 

st.pauli’de geçirecek daha çok saatim olduğun farkına varınca rahatladım. etrafı gözlemlemeye başladım. kafamın en güzel olduğunu sandığım anların birinde şunu yazdım sabah aldığım deftere. 

“bu insanların bu saatte bu kadar sarhoş olmaları için alkolü ve uyuşturucuyu parayla değil yürekle tüketmeleri gerekiyor - ki sanırım öyle - . yok olmanın var olmak anlamına geldiği, insanca değil komün olarak yaşamanın şart koşulduğu yer burası. insanlar değil de st.pauli nefes alıyor gibi. milyarlarca hücrenin nefes alıp verdiği bir kuru kafa burası. resmi ten renginin mor, kadınların sert, erkeklerin et olduğu yer. korkunun insanın rahatlattığı yer. cinsiyetsizliğin en güzel hali. kaybedenin olmadığı, kazananın ayıplandığı yer. vazgeçmenin yasaklandığı, sokakların kabe olduğu, kendin ve kendin gibilerden başka kimseye tapmanın gerek olmadığını yaşatan yer.”

güneş batarken ben doğuyor gibiydim cumartesi st.pauli’de. vitrinlerdeki kadınları izledim. insanların o kadınlarla bir orospuymuş gibi değil de mahalle arkadaşlarıymış gibi uzun uzun sohbet etmelerini izledim. herkesin birbiriyle sarmaş dolaş oluşuna tanıklık ettim. dünya düzeninin, görse tükürüp atacağı yerin nasıl da mutluluk dolu olduğunu anladım. herkesten tekrar nefret ettim. o an, hayatta salyangoz gibi kabuğuma çekildiğimi hissettim. kapıları kilitledim. dönsem mi acaba dedim. ilk uçağa bakmaya çalıştım. sarjım bitti. yine kendi kendime güldüm. 

arasını çok hatırlamıyorum. sonra sorarak öğrendim. her katında on civarı kişinin takıldığı dört katlı bir apartmanın terasında ayıldım. yanımda sabah gördüğüm o zenci çocuk vardı. arka arkaya sorular sordum ona. saat kaç, adın ne, burası neresi, nereye gidebilirim, daha var mı, kaç para. bazılarına cevap verdi, bazılarına vermedi diye hatırlıyorum. ya da verdi de ben anlamadım. ayıldığımı kendisi de kabul ettikten sonra beni insanlarla tanıştırdı. kurduğu cümlelerden anladığım tek kelime “polizei” idi o da yeterliydi zaten. cümlenin devamını ben tamamlıyordum. londra’ya göre istanbul’a bir saat daha yakın olduğum için mutluluğumu paylaşmak için elim telefona gitti. sonra hasssiktir lan dedim kendime dolu dolu. iç, zıbar işte. 

henrik scwarz’ın bir remix’ini shazam’lamışım. çok eğlendik o kulüpte. sonra diğerinde de, bir diğerinde de. Ronaldo, Bebeto, Maradona, Müller diye büyüyen yelpazenin yanına bir de Doctor Mabuse koydum o gece. Doctor Mabuse o gece hepimize olmasa bile bana insanın doğumuyla ölümünü hatırlattı. sabahın yedisinde saatler önce ayıldığım eve tekrar girdiğimde bir köşeye çekilip yazdıklarımın bir kısmında şunlar var:

“artık bütün klişeleri kabul ediyorum ama reddetmeye devam edeceğim. ırak’ın başkenti neresi diye sorarlarsa bana bir gün, gönül diye cevap vereceğim. başkentinin kendisine bu kadar ırak olduğu başka bir yer var mı. keşke bizim soyadımız da çaylayık değil de çaylayırak olsaymış. birbirine bu kadar ırak başka bir topluluk olamaz. mayısın kaçıncı pazarı bu ya da kaçıncı haftayı bitiriyoruz. ”

on gibi son sigarayı içtikten sonra trene bıraktı beni Deon, zenci çocuk. güzel sarıldık birbirimize. haftaya bochum maçına gelmem için rica etti. harbiden rica etti. doğru kelime o. tabi gideceğim. 

st.pauli: cehennemin cennete dönüştüğü deliler kampı. 










Hiç yorum yok: