29 Nisan 2015 Çarşamba

27 Nisan Pazartesi - Londra'da Yerleşik Hayatın İlk Gecesi

27 nisan pazartesi sabah 6:45’te başladım Londra’daki beşinci haftama. 

şirketin geçici olarak kalmamı sağladığı yirmi metre karelik yarı açık stüdyodaki eşyalarımı pazar gecesi toplamıştım. yarılarına kadar açtığım üç tane koli, bir tane herkeste olan tekerlekli bavullardan, bir tane kimsede olmayan 50 model samsonite ahşap kaplama çanta, iki sırt çantası, iki tane de omuza asmalı çantayla cevat kelle gibiydim. mart başında platonik biçimde kolumu kırdığım için ve alçısız, alternatif tıp yoluyla iyileştirdiğim için halen üzerine yattığımda sol kolum ağrıyor. tek başıma onları indirmem imkansız olduğundan sitede belboy olarak sabah vardiyasında çalışan, geçirdiğim dört haftada her yangın alarmını öttürdüğümde gülerek telefonla beni arayan, geceleri sarhoş geldiğimde hatırladığım kadarıyla bana gülümseyen hatırlamadıklarımda ertesi sabah beni gördüğünde “yesterday pilot” diyip kollarını iki yana paralel açarak bana yine gülümseyen romen kardeşimden yardım istedim aşağıya inip. kolileri birer ucundan beraber tutup, çantaları da eşit ağırlıkta bölüşüp aşağıya indirdik. teşekkür amaçlı yirmi pound verdim çok bu diyip onunu geri uzattı. yukarı çıktım. sabahın 7:30’unda terden sırılsıklam olmuş t-shirt’umle şortumu kirli çantasına attım. duş alıp, son tarzıma yakışır biçimde önceki geceden ayırdığım kostümümü giyinip ofise doğru yürüdüm. 8:05’te ctrl+alt+del yapıp Marad0na yazdım şirket bilgisayarına.

öğlen 12:30’da ofisten çıkıp 12:50’de "inventory company’den” gelen ev sahibinden daha landlord, bizim tabirimizle jilet gibi bir adamla müstakbel evimde anahtarları almak üzere buluştuk. eve şöyle bir baktım, heyecanı ertelemeyi seven bir yapım olduğundan “okeydir” diyip bir dakikadan kısa bir sürede Shoreditch, Wilmot Street’teki 262 numaralı daire(m)den dışarı çıktım. jiletle el sıkışıp sokağın ayrı yönlerine doğru taban çırptık. 13:15’te şirket bilgisayarına ikinci kez ctrl+alt+del yapıp Marad0na yazdıktan sonra ve pret a manger’den aldığım tavuklu baconlı tostumdan bir ısırık aldım. 

akşam 7’de ofisten çıkıp 7:20’de, geldiğimden beri bana ev sahipliği yapan cartwright gardens’taki yarı açık stüdyonun lobisine uğradım. her türlü adam sikmeciliğin meşru kılındığı topraklardan geldiğim için içeri girip kolilere ve çantalara baktım. hepsi yerli yerindeydi. saha ve zemin taşınmaya çok müsaitti. mini van da gelmişti. eşyaları mini van’a yerleştirdik müslüman olduğu aşikar şoförle. taşırken eşyaların ağırlığından dert yandı. aynı eşyaları asansörsüz üç kat yukarıya çıkaracağımızı söyledim. öyle anlaşmadık dedi. tamam işte şimdi söylüyorum dedim. cevap vermeden arabaya bindi. 

yolda muhabbet etmeye çalıştım samimiyet kuralım da yardım etsin diye. afganistan’dan on sekiz sene önce gelmiş Londra’ya. iki çocuğu da burada universitede okuyormuş. ortak kullandığımız tek kelimeyi cümle içinde kullanayım diye “allah bağışlasın” dedim, gülümsedi. on saniyelik sessizliğin ardından tam zamanı diye düşünüp eşyaları yukarı çıkartmamda yardımcı olması için rica ettim ekstra ödeyeceğimi de belirterek. yok olmaz dedi. ulan 36 pound’a arabayla eşyaları taşıyorsun, 20 pound daha vereyim beraber çıkartalım, nedir yani. bir ucundan tut yeter. baktım dil döksem de olmayacak. bu motivasyonla ben tek başıma da taşırım diye düşünüp senin dinini sikeyim diyip indim wilmot sokağının 262 numaralı dairesinin yer aldığı apartmanın önünde. bir düzine parça eşyayla cezaevinden çıkmış tuncel kurtiz edasıyla bir sigara yakıp üçüncü kattaki pencereyi izledim. yedi dakika içerisinde aksoy'daki evden ilk gidişimi, yurtta uyandığım ilk sabah benim daha sakalım çıkmamışken etrafımda haşır huşur tıraş olan adamlara dair şaşkınlığımı, pederi rusya’ya ilk yolladığımda havalimanında yığılıp kaldığımı ve sırf bu yüzden iki sene otobüsle izmir’e gidip geldiğimi, istanbul’da cem ile ortaköy’de evi tuttuğumuz an yaşadığımız şaşkınlığı, ikinci eve çıkışımı, üçüncü eve çıkışımı, dördüncüde asmalı’ya yerleşişimi, valideyle pederin ikinci evliliklerinin hem yara bandı hem de yarası olan didim’deki evin balkonunu, hacı memiş’teki evin yere yapılan yataklarını, validenin daha bu yaz eski evi satıp yeni bir ev aldığını unutup eski evimize gidişimi, taşlıca apartmanını, babanemin rum evini yani ne varsa düşündüm. üzerinde otururken sigaranın sonuna geldiğim bütün eşyalarda o evlerden parçalar vardı. kendi kendime sesli biçimde "ben sana hatıralarla yaşayamazsın demedim, yaşa ama hobi olarak yaşa dedim” diyip sigarayı söndürdüm. 

bir öncelik sırası yapmam gerekiyordu. eninde sonunda geberecektim o eşyaları çıkartırken. çocukken tabakta patates kızartmasını sona sakladığım gibi bari kolileri önce çıkartayım dedim. sona çantalar kalsın kolay diye. yarım saatin sonunda son çantayı da içeri koyduğumda nabzım çenemde atıyordu. kan ter içerisinde kalmıştım. gömleğimi çıkartıp son zamanlarda edindiğim bir alışkanlık olarak sırt üstü yere bıraktım kendimi salonun ortasında. sol kolum tartışmaya yer bırakmaksızın sen kimsin de alternatif tıpa meydan okuyorsun dalyarak dercesine çoktan morarmıştı. nefesim biraz yerine gelince kol uzaklığımdaki kırmızı gauloises’dan bir tane alıp yaktım. londra’da, shoreditch’te kendi evimdeydim. 

doğrulup etrafa baktım. evin sokağa bakan georgian style sash - bunlar önemli - penceresine yaslanmış ahşap masanın üstünde bir not bir de anahtar gördüm. ev sahibi öğleden sonra eve uğrayıp kendisindeki diğer anahtarı bırakıp bana not yazmış: 

"dear ogan,
welcome to wilmot street. i hope you enjoy living here as much as i did. here is some general information about the flat to help you settle in" diye başlayıp elektrik, ısınma, kiler, çöp günleri, teras ve çiçekler hakkında bilgi veriyor. işte insan gerçekten hayret ediyor. arayıp teşekkür ettim. cumartesi sabahı da tanışmak için eve davet ettim. 

evden çıkıp ellerim cebimde şarkı söyleye söyleye tur attım. daha önceden gözüme kestirdiğim ocakbaşına selamın aleyküm diyerek girdim. “o aleyküm selam” diye samimiyetsiz bir türk karşılamasıyla içeriye buyur edildim. sanki senelerdir tanıyor beni amk. peynir, cacık, şakşuka bir de ufak alayım dedim kebaba sonra geçeriz. garson "abi bizde şişe yok tek ya da dabıl usulü" diye topu taca atmaya çalıştı. dabıl demese kabul edebilirdim çünkü takatim kalmamıştı artık ama dabıl, rakının yanında dokuz kusurlu hareketin en başında geliyor. londra’da yaşasan bile. dabıl rakı ne lan. aynı gün içerisinde iki müslümana kaybetmeyi içime sindiremeyeceğimden “kardeşim keyfim çok yerinde sen bana ufak rakıyı getir de tadım kaçmasın” dedim. tamam abi diyip iki dakika sonra rakıyı masaya koyarken yanına bir de ufak şalgam getirdi “abi bu da benden olsun” diye. bir tarafta müslümanların vermeden almayan allahı, diğer tarafta almadan vermeyen müslümanlar. bilemiyorum al(lah)tan. 

dört dublede yuvarladığım rakı iyi geldi. hem gerilen kaslarımı yumuşattı hem de eşyaları yukarıya taşımadan önce daldığım düşünceleri hatırlattı. bir de rakının benim hayatımda önemli yeri var. ben rakıyı bir içecekten ziyade aksesuar olarak görüyorum. hani takım elbise giyince kravat takmazsan olmaz derler ya - ki bence olur - onun gibi. ama rakısız olmaz. rakı bence sixth element. kadehte duruyor, elde duruyor, kanda duruyor, fonda duruyor, mezeyle dost balıkla arkadaş ömrümüz geçiyor bak yavaş yavaş. 

eve gelip kolilerin ve çantaların hepsini açtım ve basitçe yerleştirdim. sabah 6:45’te başladığım 27 nisan'ın pazartesisini terk etmiş, 28’i salının ilk iki buçuk saatini de birayla hiç etmiş, cilalı taş devrinde ilk yerleşik hayata geçen insanlık gibiydim. sen düşün artık. duş almaya yeltenirken fark ettim ki havlu getirmemiştim istanbul’dan. havlu da öyle bir aparat ki yerine koyabilecek bir şeyin yok. teyemmüm mü yapayım 2015 londra’sında. cilalı taş yerleşik hayatı romantizmini sevdiğim için temiz t-shirt’lerle kurulanırım dedim kendi kendime. nitekim öyle yaptım. bu sefer de ne yatağın üzerini örtecek bir çarşaf ne de kendi üzerimi örtecek pikevari kalın bir örtü olmadığını fark ettim. cilalı taş devrinden birinci çinko umutsuzluğuna döndüm bir anda. yatağın üzerini en büyük beden üç tane t-shirt ile kendi üzerimi de meşhur polar ropdöşambırım ile örttüm. uykuya dalmaya çalışırken saatin üç buçuğa geldiğini fark ettim. 

yirmi saatten uzun süren bir koşuşturma silsilesi sonunda eksiksiz ama gedikli bir şekilde başımı yastığa tekrar koyabilmiştim. altımdaki yatağın ve üstümdeki ropdöşambırın inceden yabancılık hissettirmesine ragmen insanın kendi yatağı gibisi yokmuşu tekrar anladım. ev insanın kalesidir.  

uyumadan önce ekibe taşınırken çok yorulduğumu ve sabah geç, on buçukta geleceğime dair mesaj attım. 
28 nisan sabah 1030’da şirket bilgisayarında ctrl+alt+del yapıp Marad0na yazdıktan sonra çay getirdiler masama. yorgunluğunu alır biraz, sen bir şey içmemişsindir, nasıl geçti evde ilk gecen mutlu musun dediler.

mutluyum dedim. 
çok. 

eskiden kalma bir alışkanlıkla kulaklığımı taktım. 
çaydan bir yudum aldım. 
en sevdiğim playlist’ten önceki gece uyumadan önce dinlediğim son şarkıyı çaldım. 


5 yorum:

Unknown dedi ki...

ben gidemediğim ve büyük olasılıkla hiç de gidemeyeceğim için giden herkese imreniyorum, doğrudur. güzel bir adam güzel bir yere gidip gördüğü güzelliklere buradaki çirkinlikler kaynaklı irili ufaklı hayranlıklar yaşıyor ve bunları senin kadar güzel anlatabiliyorsa, o imrenmenin yanına yancı bir mutluluk ekleniyor, gidenin adına, onunla birlikte. "ben gidemedim ama güzel bi adam gitti, kıymetini bilecek ve tadını çıkaracak, bu da kâr yazsın bize yazabildiği kadar" diyerek. sen mutlu ol, yaz, biz de sanki kendimiz mutlu oluyormuşuz gibi idare edelim burada, ne kadar daha edebilirsek...

Adsız dedi ki...

Ogancım hakkında hayırlısı olsun. Anladığım kadarıyla görevli gittin.
Biraz detay verir misin? Sevgiler. C.Marmara

hiç dedi ki...

baris cok sagol yorumlarin icin. bu donemde blog'a yorum yapan adam da zor bulunuyor:) ben tesekkur ederim.

gb dedi ki...

Ogancim: bol sanslar dilerim... yorum yapmadan gecemedim, hem benzer seyler yasadigimdan, hem de sondaki "the national" postundan dolayi. Bildigin gibi kitalararasi cok tasindigimdan, hislerini cok iyi anliyorum. Gurbet garip his, ama bir o kadar da "ozgurluk". Cok guzel bir hayatin olur umarim.. ama dedigin gibi "evliya" insana en guzel verilecek ogut "ben sana hatiralarla yasama demiyorum, hobi olarak yasa ama esya olarak yaninda tasima" :) cok esya edinme, tasinmak hep dert. 3 canta tamam!!!

gb dedi ki...

Ben Gokce bu arada.. Eski Mediacom Gokce :)