13 Nisan 2015 Pazartesi

we have never lived, we will never die.

göçmen'in moda'daki evinde duvarın bir kısmını kara tahta yaptığını görünce çok beğenmiştim. hem fikir olarak hem de eylem olarak. kara tahta hem nostaljikti hem de tebeşir gibi orta öğretimden beri kullanmadığın bir aparatı tekrardan hatırlama şansı veriyordu. yazmak ve silmek eylemlerini tekrar tekrar gerçekleştirme hakkı veriyordu. güzeldi. 

ikinci tayland seferinden döndüğüm gün bavulu bırakıp nalbura gittim. salondaki duvarın bir kısmını siyah mat boyayla boyadım. 74 hafta geçmiş üstünden, instagram sağolsun. altına da bazen kara bir tahtadır dışa açılan pencere yazmışım. 



boya kuruduktan sonra tahtanın üstüne "we have never lived, we will never die." yazdım ve altına bir çizgi çektim. tahtaya her şey yazılıp silinebilirdi ama o yazı gittiği yere kadar orada kalacaktı.



ilk cümle yaşanmış bütün sıkıntıların, dertlerin, mutlulukların, zevklerin bir başka deyişle yaşanmış hanesine yazılan ne kadar hissiyat varsa - katsayısı sorgulamaksınız - hepsini reddeden bir yaklaşım. yaşanmışlıkların hiçbirisi insanın kendisini garanti altına almasını sağlamamalı ve her yaşanmışlığın acısıyla ya da tatlısıyla bir beden büyüğünü giyebileceğini bilmeli. öyle bir beden büyük alayım, ileride de giyerim vesveseleri çocukluktan kalma alışkanlar. bizim ürünler 18 yaşından büyükler için uygun. burada insanın kendisini acının da bir beden büyüğünü giyeceğine kendisini hazırlaması zor. insan, yapısı itibariyle acıdan kaçtığı için kendisini daha da acı olana alıştırmak için refleks geliştirmek istemez, geliştirmemeli de. ama acıların insanı daha güçlü kıldığı romantizmine asla girmeden acıyla karşılaştığında kendisinin ne tepki vere-bile-ceğini bilmesi yeterlidir. acılar kadar zevklerin de birer beden büyüğü mevcut. yalnız ürünlerimiz stoklarımızla sınırlıdır. 

ikinci cümlenin asla ölümle bir alakası yok. parasızlık, başarısızlık, mutsuzluk, beklenen sevginin karşılığının alınamaması, adaletsizlik, yokluk gibi beşeri eksiklikler insanı en saf duyguyla umutsuzluğa sürükler. umut fakirin ekmeğidir'den, kayahan'ın çoktan yıkıldırdık biz çoktan umut olmasa'sına dokunup,  hayat varsa umut vardır'a kadar uzanan yelpazede insan kendisine en yakın çıkış noktasını bulabilir ve daha da ileriye gidip bulacağının farkında olmalıdır. amiyane tabiriyle "bize karada ölüm yok" en ayakları yere basan tanımdır. insan fiziki ölümünün dışındaki - o da tercih meselesi - tüm ölümlere karşı koyabilecek donanıma sahip olduğunun farkında olmalı. en çıkmaz sokakta dahi içeri girmek için çalınacak bir kapı vardır.

bu iki cümlede i yerine we olması insanın kendisiyle yüzleşerek çözmesi gereken bir konudur çünkü hem bu acıların ve zevklerin birer beden büyüklerine hazır hale gelebilmek için hem de umutsuzluk anında kendisine çıkış yolu bulabilmek için alter egosunu kontrolü altında tutmayı öğrenmiş donanıma sahip olmalıdır. ben diyen insanın yaşadıklarını yanına kar sayıp ölmeyi tercih etmesi hepimiz için en tercih edilen eylemdir. 

kara tahtayı, bu minvalde düşünerek yazdığım o cümlenin altında çok doldurduk biz. en az elli farklı kişinin el yazısı var o kara tahtada. toplamda 88 tane fotograf var o kara tahtada yazılanlara dair. bir gün o kara tahtada yazılanları bir kompozisyonda birleştireceğim ama daha var. 29 mart sabaha karşı havalimanına gitmeden kara tahtada yazan o cümleyi silip de gittim. 

cumartesi günü Londra'ya alışma çabalarım içerisinde Museum of London'a gittim. sapıtmışlar. 1730 yılından itibaren gelişen Londra'yı anlattıkları bir sergi var. Türkiye'nin tarihi sağ olsun hepimizin üç kuşak öncesine beton döktükleri için insan şu an yaşayan bir yere ait üç yüz sene öncesine dair somut belgeler ve objeler görünce şaşırıyor, ağzının suyu akıyor. Aynı yerde Sherlock Holmes sergisi de vardı.  Sherlock Holmes'a dair ne bir Conan Doyle kitabı okudum ne de dizisini filmini izledim, alakam yok ama serginin açıklamasını görünce şaşkına döndüm. Sherlock Holmes - The Man Who Never Lived and Will Never Die. insan gerçekten hayret ediyor bazen. serginin girişinde bu cümlenin yazdığı on beş ya da yirmi metre karelik bir ayna var. aklımı yitirecektim ilk gördüğümde. ilk ayna karşısındaki inception selfie'mi çektim. bence mükemmel bir foto. serginin kalan parçalarını Sherlock Holmes'u tanımak için en ince detayına kadar okudum. bir yandan dışarı çıkıp arka arkaya sigara yakmamak için de kendimi zor tutuyordum. bir saate yakın dayanabildim. sonra çıktım. 

shoreditch'e gittim. ona da bayıldım. burada insanın kendisine ayırdığı zamanı maksimum mutlulukta geçirebilmesi için tüm imkanlar seferber edilmiş. bunun keyfini sürmeye alıştırmaya çalışıyorum kendimi. shoreditch'de bir pubda grand national yarışını izlerken gördüklerime inanamadım. yirmili otuzlu yaşlarında kendi doğal güzelliklerinden ötürü hispter'lığa adım atmalarına gerek kalmayan kadınların ve erkeklerin heyecan içerisinde yarıştan on beş dakika önce pub'a doluşup, ellerinde kuponlarla o yarışı izlediklerini görünce, ona da inanamadım tabi. attan inip eşşşşşşeğe binme terimiyle yetiştirilen ve hatta o eşşşşşşşşeğin de ırzına geçecek kadar ileriye gidip gomar diye allahın belası bir terimi bile var eden bir ülkeden geldiğimden, atın bu kadar değerli olduğunun farkında değildim. 

yarıştan sonra pubdan çıktım. köşeyi dönüp brick lane'de yürümeye başladım. köşede bir dövmeci gördüm. içeri girdim. daha önce kara tahtaya yazdığımız ve instagrama koyduğum bir fotografı gösterip bunu yapabilir miyiz dedim. yarım saat sonra dövmeciden ensemin altında iki omuz kemiğimin hizasında kendi ellerimle yazdığım "we have never lived, we will never die" yazan bir dövmeyle çıktım. 

yeni başlıyoruz. 



Hiç yorum yok: