4 Nisan 2015 Cumartesi

londra'da ilk hafta

daha oncesinde de yazmaktan kaçtığım zamanlarım olmuştu. o günlerin sonunda da daha fazla kaçamayıp bir gece yazmaya oturmuştum. zor geçiyor böyle geceler. 

ilk haftayı geçirdim sayılır. tahmin ettiğimden daha farklı diyemeyeceğim çünkü istanbul’daki 2015 o kadar dolu geçti ki londra’ya dair hiçbir şey tahmin etmedim. soruların hepsini “bir yolu bulunur” diye gelişi güzel uzaklaştırdım. valideyi bir gün, pederi iki gün - o da kendisi geldiği için - gördüm, şirketten çıkış işlemlerimi tamamlamadım, tl’yi pound’a uçağa binmeden havalimanında çevirdim, kulüp ali’ye gidemedim, doyamadım, doya doya ağlayamadım. 

ama dedim ya çok dolu geçti 2015’in istanbul’da kalan kısmı. 

yeni insanlarla tanıştım. dostum oldu, sevdim. yapamadıklarımı tamamlayabileceğim bütün süre zarfını kendi isteğimle başka insanlarla, başka paylaşımlarla doldurdum. çok güzel rakılar içtik. hiçbir rakıdan eksik kalkmadım. hepsinden ne güzel insanlarla tanışmışım diye kalktım. kendimi olduğu gibi gösterebilmişim dedim. iyiydi yani. 

ama gitmeden - hatta aslında “yolun da başındayken” - cihangir’de ne idüğü belirsiz bir kafenin dışarıdaki masasında “neden gidiyorsun” sorusunu duyunca cevap vermekte zorlandığımı hatırlıyorum. aynı anda havanın soğuğuyla içimin yandığını da. soğuktan içi yanabiliyor insanın. zaten buğday ten de var. 

ben seneler boyu gitmek istedim. önce izmir’den giderek başladım işe. aile denen kavramın yıktığı ihaleye girmeyip ihaleye girenleri de batırmayı tercih ettim. benim hayalini kurduğum aile ya el almazcı olmalı ya da dörtlüde dışarıya birer tane verip oyunu bitirmeli. arası yok. bir yerden sonra istanbul da yetmedi. zaten istanbul yenilmiş sayılınca türkiye de yenilmiş sayılıyor. futbolda da böyle, dünya savaşlarında da. biraz para kazanmaya başlayınca da dünyayı gezmeye başladım. bu sürede ada denen kara parçasının ne kadar kudretli olduğunu hissettim ve çok sevdim. bir gün elif key’e ada olmaya dair şunu yazdım. "Ben tam bir kara parçasından ziyade adayı kendime daha yakın görüyorum. Onu fark ettim. Münferit, etrafındaki denizler onu yutabilir ama o orada duruyor. Hem suyun kaldırma kuvvetine, hem tabiat ananın kendisine hem de insanlara ragmen. Ada olmak güzel iş.” bir haftadır dünyanın en güzel adasında yaşıyorum. buraya kadar da her şey yolunda gözüküyor. fikirlerin asla eyleme dönüştürülemediği büyükşehir hayatında kendimi olduğu kadar - neyse o - koruyabilip, icraata geçebilmiş olmaktan son derece mutluyum. 

ama işte “neden gidiyorsun” sorusuna verilen cevabın -di’li geçmiş zaman kipiyle çekilen haliyle, şimdiki zaman kipiyle çekilen hali arasında sadece bir hece yok. hayat dediğimiz şey böyle tanımlanıyor. 

gitmeden önce kendimde değiştiğini düşündüğüm en büyük hissediş ve davranış iletişim. bencilin güven diyerek saman altı yaptığı, korkağın paylaşmak diyerek açık ettiği, “allahsız’ın" da beni ilgilendirmez diyerek yok saymaya çalıştığı insanlararası iletişimden bahsediyorum. toplumdan ziyade bireyci bir insan olduğumdan tabi ki konformistlerden bahsetmiyorum çünkü iletişim kurabilmek günümüz türkiyesinde zaman ve emek isteyen bir davranış olduğu kadar aynı zamanda bir şeylerden de vazgeçebilmeyi göze almayı gerektiriyor. feda, veda, heba ve hatta veba aynı şeyi anlatabiliyor kimi zaman. nereden baktığına bağlı. 

yazı nereden nereye geldi amına koyayım. 
yazının geldiği yer de benim geldiğim yer de gittiğim yer de aynı gerçi. 

bir kere yalnız kalmak, yapayalnız kalmak öyle uzaktan gözüktüğü kadar da romantik bir davranış değil. karşılaştığımda ağız dolusu küfür edebildiğim bir insan yok. "ya sikerim anasını" demek istiyorum ama burada “fuck” her şeyin yerine geçmiş durumda. japonca gibi biraz. fuck’ın tonlamasından alıyorsun işin ciddiyetini. tanıdığın birisiyle rakıya oturmanın yerini tanımadığın herkesle bira içmek almış. bunların hepsiyle karşılaşmayı bekliyordum ama yaşayınca enteresan. artık ayaklarım, sarhoş beynimi ve kalbimi otuz metrekarelik bir stüdyoya taşıyor geceleri. hem de tek başına. çok ağır.

bunun dışında güzel şeyler de var tabi. londra’ya değil de bişkek'e gelmişim gibi yazmama gerek yok. bugün waitrose’dan alışveriş yaparken bile ağzımın suyu aktı, hackney’de gördüklerimden mutluluktan suratım uyuştu. her gün instagram’a foto vuracak ya da twitter’da bio kısmına londoner yazacak halim yok. ben daha ziyade içimden gelenlerle iletişimde olmayı tercih ediyorum. bugüne dek galler dışında herhangi bir şarampolün londra’ya kırılmadığının ben de farkındayım. benim içimden gelenler de bu yazı gibi dediğim o işte. burada hem yazmayı hem de yaşamayı öğreneceğim. 

neden gidiyorsun sorusunun cevabını da hala içimden geldiği gibi verebilmiş değilim. 

2 yorum:

bora dedi ki...

baba, oturup bir gün bira içemedik ama oturup bir gün bira içip, paylaşmış, konuşmuş gibi hissediyorum. bir gün illa ki denk gelir, problem yok onda. senin için her şeyin keyiflisi olur umarım orada. en iyi gitmenin amına koyayım demek geliyor içimden hep ama, biliyorum ki, gitmeler gitme de değil. sevgiler...

hiç dedi ki...

sunun surasinda bloga yorum birakan kac kisi kaldik bora:) tesekkurler kardesim.