24 Aralık 2012 Pazartesi

Altay Klubü Başkanı Sn.Hızlıok'a Açık Mektubum Var

Altay Spor Klubünün son iki dönemdir başkanlığını gerçekleştiren Ömer Hızlıok’u başarılı bulmuyorum. Bu koltuğun artık uzun vadeli planlar yapabilen, görev paylaşımını doğru delege edebilecek yönetimlere ihtiyacı olduğu açıkça görülmektedir. 2003’teki İstanbulspor maçından itibaren altı sene boyunca, o seneyi kurtaracak yönetimler geldi ancak hepsiyle maddi ve manevi anlamda aşağıya düştük. Kol kırılır yen içinde kalır dediler, iç kanamadan ölmek üzereyiz camia olarak. Tam da devre arasına denk gelen bu dönemde Altay Spor Klubü’nü düzlüğe çıkartacak bir yönetim ihtiyacında olduğumuzu düşünerek Sn.Hızlıok’a kendi sözü olan “istifa etmek de bir hizmettir” cümlesini bir kez daha hatırlatıp, aşağıda saydığım hizmet edemeyişlerinin üstüne bir hizmet bekliyorum.

1- Sn.Hızlıok yönetime girdiğinden beri cebinden, klube koyduğu parayı ibraz edebilir mi? Özellikle cebinden diyorum. Başkanlık sıfatının hakkını vermek, yönetimdeki insanlara öncü olmak adına bu para verilmeli gerekir diye düşünüyorum.

2- Eğer gerçekten biraz para koyduysa (özellikle biraz diyorum, tutar belirtmiyorum) özrümü dilerim, teşekkür ederim.

3- Gelir ve gider durumu ortada olduğu için yönetimin cebinden para çıktığını biliyoruz (bu konuda yönetimdeki herkese teşekkür ederim). İki yıldır, yönetimde cebinden para verip de dükkanlarına haciz gelenler, iflas bayrağını asanlar var mı, yok mu? Var, ben biliyorum.

4- Geçen seneki federasyon seçimleri öncesinde, anadolu birliği toplantısı izmir’de yapılacakken yapılmadı. Diğer önde gelen klup başkanlarına Ata Aksu’ya oy vereceğini belirttikten sonra, (Ata Aksu adaylıktan çekilse dahi) manevra yaparak oyunu Demirören’e vermesi kimi insanlar tarafından açıklanabilir olsa da Altay klubünü temsil eden başkanın, tüm Türkiye’ye örnek konuşmasından sonra bu hareketi yapması ayıptır, güven kırıcıdır, doğru değildir. Bugün birçok anadolu klubünün başkanı, en başta bu yüzden Sn. Hızlıok hakkında olumsuz tabirler kullanıyor. Ama Sn. Hızlıok Demirören’e sonuna kadar güveniyor
(http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.aspx?id=20021591) .

5- Geçtiğimiz sene tesislere yapılan “başkanlık odası”nın maliyeti nedir, daha da önemlisi bunu gereği var mıdır? Bu odanın maliyetiyle klupte aylardır maaş alamayan personelin maaşı karşılanamaz mıydı? (http://www.yeniasir.com.tr/Spor/2011/10/08/bir-proje-de-altaydan)

6- Tesislerdeki yemekhanenin dönmesi için çıkartılması gereken para (aylık yaklaşık 1.000TL), yönetimdeki birtakım insanlar tarafından karşılandıktan sonra muhasebede masraf kalemi olarak gösterilip neden tekrar aynı insanların cebine giriyor?

7- Son üç kamp döneminde binilen uçakların, kalınan otellerin masrafının ödenmemesiyle birlikte üç tane turizm acentasının ocağına incir ağacı diken bir klubün başkanı olmak Sn.Hızlıok’u rahatsız etmeyebilir ama benim tuttuğum takımın bu şekilde anılması benim canımı acıtıyor. (http://www.gazeteyenigun.com.tr/spor/107507/altay-siftahi-yapti )

8- Bir buçuk senedir ortak iş yapılan birçok mecraya güvensizlik ortamı yaratıldı, gelen futbolcular paralarının yarsını bile alamadan ya federasyona başvuruyor ya da bonservisi alacaklarına sayılıyor. Böyle mi yönetiliyor Altay klubü?

Yukarıda saydıklarımın hepsi klubün itibarını zedeleyen konular. Mayıs 2008’de Emin Önal’ın başkan adaylığı durumu söz konusu olduğunda da bir yazı yazmıştım, herşeyi ortaya koyarak, bilenler bilir. Özetle şunu diyorum; gencecik çocuklar aslan gibi top oynuyorlar ellerinden geldikçe, buna asla lafım yok ama Altay klubü başkanlığı hesapsız, kitapsız yönetilecek bir merci değildir. Hesapsız, kitapsız gelinip de hakkında olumsuz konuşturacak fırsatlar verilmemesi gerekir. Birçok gelir ve gider üstüne doğru iş planının oluşturulup yönetilmesi gerekir. Klüp yüzüncü yılına gelmişken bu reputasyonu değiştirmemiz gerekiyor. Bu reputasyon hem bizi lekelemeye devam edecek hem de şu anda ucunda bulunduğumuz o uçurumun derinliklerine gömecektir. Bunları bilenler yok mu, tabiki de fazlasıyla var. Daha önce de belirttim, birtakım gerçekler su yüzüne çıkana kadar, bu klüp kurtulana kadar maddi ya da manevi elimden geldiğince taşın altına elimi sokmaya hazırım. Herşeyin öncesinde bu yönetimin görevi bırakması lazım. Sn.Hızlıok, lütfen istifa.

27 Kasım 2012 Salı

kids 5-12 ABC1

aşağıdaki yazışma, canım kardeşim onur erdem'in bugünkü yazısını yayınlamadan önce bana attıktan sonra yazdığım cevap. ne farkımız var camus ve sartre'tan. benim hayalim ütopya. eşitlik istiyorum, adilik istemiyorum. samimiyet istiyorum. kuralları ben koymadım, koyulanları da çok kabul ettiğim söylenemez.


not: yazının başlığını bana bir fransız sormuştu sunumun birinde. neden 5-12 abc1 hedef kitlesi yok demişti. çocuklarda SES ölçemiyoruz dedim. bunun ailesi yok mu, onların SES grubu ne demişti. o zaman içimden kalan bir cevap: çocuğun SES grubu mu olur amına koyayım, çocuk lan bu!



.....
çalışamadığımdan bahsediyorum dostlara bu aralar. keyfimin olmadığını, içimin artık almadığını anlatıyorum. aynı sıkıntılardan mütevelli aynı isyanlar. bu kez tonu düşük, ne yapıyorsam kendime yapıyorum. hakan günday romanlarındaki kadar canlı olmasa da günümüz şartlarında kendimi öldürüyorum. most modern suicide. siktir lan, konu bu değil.

bugün bir mail düştü şirkete. içeriden biri tüm çalışanlara yollamış. yedi yaşındaki kızı resim yarışmasına girmiş, rekabet kuvvetliymiş, destek lazımmış. beynimden vurulmuşa döndüm. yedi yaşındaki çocuğun resim yarışmasındaki birinciliği için 170 kişiye mail atmak. Benim annem beni ders çalıştırırken kitabın arkasındaki cevap anahtarını yırtardı arkadan bakmayayım diye. zaman değişmiş belli ki, zafere giden her yol mubahtır mantığı plazalardan evlere de girmiş. eski bayramlar gibi eski anneler de yok. burada bence asıl üzerine düşünülmesi gereken gizli özne. yedi yaşında pastel boyayı hayatının merkezine koymuş, resim yarışmasına katılan çocuk. ama rekabet içerisinde bir çocuk. mesela ben yüzmeyi sekiz yaşında öğrendim, yedi yaşımda hala denize girdiğimde babam da benimle denize girerdi. etrafı kolaçan ederdi, beni kollardı, yüzmeyi de o öğretti bana. beni yedi yaşındayken hedefleri olimpiyatlara katılmak olan yaşıtlarımla rekabet edeyim diye havuza atmadı. hatırladığım kadarıyla yedi yaşında ayakkabılarımı da bağlamayı yeni öğrenmiştim. geceleri mahalleye inmeme izin yoktu, gerçi artık çocuklar sokakta oynamıyor sanırım. tüm bu saydıklarım bile benim için yeterince zordu. en büyük artım okuma ve yazmayı beş buçuk yaşında öğrenmekti. bu da annem ve babam için yeterli bir gurur kaynağıydı. bir ara okula ikinci sınıftan başlamam gündeme gelmişti. valide hırslıydı. "başlatalım, bizim oğlan çok zeki çocuk maşallah" diye anlatıyordu eşe dosta. babam da duydu bunu bir kez, rakı içiyordu. bizim evde çok rakı içilirdi."ogan, birinci sınıftan başlayacak okula, akranlarıyla. futbol oynayacak onlarla, futbolda fizik fark ettirir bu yaşta. oğlanı ezmesinler." diye noktayı koydu konuya. o zamanlar borusu öterdi valideye. peder bey hem validenin insanlara ukalalık yapmasından rahatsızdı çünkü çocukları çok severdi hem beni erkek gibi yetiştirip futbolu iyi oynamamı istiyordu hem de ezilmemi istemiyordu. valide de o zamanlar peder bey'in gözlerinin içini gördüğünde gözleri parıldadığından paralize olup tamam turgay derdi, her tamamda da ayrı aşık olurdu. annemin gözleri o kadar parlardı ki bana uzaylı zekiye'yi çağrıştırırdı. ben altı, yedi yaşlarımı böyle hatırlıyorum. resmim de hiç iyi olmadı bu arada.

bu arada şirkette herkes aynı ip'den giremediğinden, şirketten tek oy gitti ressam adayına. rekabet derneği kurallarına uymuyor herhalde aynı ip'den birden fazla oy vermek. bunu gören ahali yayılımı arttırmak için sosyal medyadan link paylaştı. gerçekten çok kötü bir insanım. neler düşünüyorum.

11 Kasım 2012 Pazar

Altay 10.Hafta

on haftanın özetidir bu: Sen nezir ile bora'yı motive edersen, serhat da cezadan dönünce üç transfer yapmış olursun. bu çocukları takıma kazandırmak hocanın görevidir. bizim transfere değil vizyona ihtiyacımız var. sen içeride 60.dakikada tek forvete dönersen, maç sırasında yaratıcılık getirecek iki adamı kadro dışı bırakırsan, hem 38'lik apak'ı hem de gencecik çocukların öperek tribüne koştukları armayı yere atan kuday'i 90 dakika oynatırsan, kusura bakma hoca ama biz de sana tepki gösteririz. tamam hiç birimizin antrenör lisansı yok ama biz de beyzbol izleyerek büyümedik.

6 Kasım 2012 Salı

gecmis bayraminiz kutlu olsun

susurluk'ta farkına varıyorum izmir'de birilerinin olduğunun. bir önceki gidişimde, yatacak bir ev bulamayıp kordonun çimlerinde uykuya terk ettiğim bedenim belki bu kez yatacak bir yer arzuluyordu ama beynim yine de bu eylemi ısrarla inkar ediyordu.

valide sultan dedim, "susurluk'tayım geliyorum". sevincini dile getirmesine izin vermeden kapattım, bir önceki arayışım geçen bayram olduğu için şaşkınlıkla açtığı telefonumu. telefonla olan ilişkim platform fark etmeksizin aynı frekansta. herkesin telefonu her zaman açılmaz.

on buçuk sularında kilisenin arka sokağındaki evin kapısını açmak üzere anahtarımı arar haldeydim. istanbul'da unuttuğumu fark edip zile bastım. insanın kendi evine kapıyı çalarak girmesi kadar aciz bir duygu yoktur. adamın karakteri anahtarlığından belli olur. tüm bunların üstüne zil yordamıyla açılan kapı sıkışmıştı ve omuzlayarak açmam gerekiyordu. bir iki başarısız deneme. anahtarı olmamasını geçtim, insanın evine kaba kuvvet kullanarak bile girememesindan bahsediyorum. ardından "geldim, geldim!" diye hem içtenlik, hem özlem hem de ayakların yere sürtülerek yürünmesinden ötürü bir tabansızlık ve sitem kokan annem içeriden açıyordu sokak kapısını. külliyen saçmalık.

evden içeriye geçer geçmez bir sarılma seansı, ardından validenin "iş nasıl, eda nasıl, onur nasıl, sağlığın nasıl" sorularına sırasıyla, "iyi, iyi iyi, e o da iyi işte, iyi yaa anne herkes çok iyi sıkıntı yok" cevaplarıyla karşılık verirken, kendisi file önüne doğru gelen serena williams edasıyla çiftli koltukta yerini alıyor, beni de tam karşısına almak istediğinden tekli berjeri işaret ediyordu. "paranın kıymetini biliyorsun değil mi, aman yavrum" adlı sağ köşeye bıraktığı smacını, sol bekentle onun arka köşesine "hadi gel çıkalım bir kaç bira içelim ben zaten yarın sabah gideceğim" olarak bırakıp, sayıyı kapıyordum. hem istediği soruyu ayık kafa cevaplamayacaktım hem de yarın "sabah gideceğim" adlı viralimle "nereye, kimle, nasıl" gibi sorularla dolu bir kısa film çekme ihtimali veriyordum valideye, ben sarhoş olana kadar.çok zor be anne!

valide sultan ben daha fazla içmeyeyim diye birayı gerdanına 3x hızla dökerken iki saati geçirdik biz. ben o sırada bizim altaylı yakupla karşılaşıp on dakika muhabbet ettim, yerime dönüp onun "altay'da topçu bizim" arapasıma, "altay'ı da bıraktım diyordun, nasıl durum" verkaçıyla cevap verince ben de "bir yıl on ay yedim anne mahmut davasından" diye golü yapıştırdım. validenin "baban da böyle yapardı" şeklindeki tepkisi, orta hakem ve yardımcı santraya koşarken gelen bir ofsayt itirazından farksızdı.

saat bire geliyordu. normal insan evladı gibi üstelik ertesi gün bayramın ilk günüyken eve gidip yatmak caizdir. ama bu skor bana yetmiyordu ve bir gol daha gerekiyordu. hesabı isteyip, yürümeye başladığımızda valide "eve de yürürüz şimdi, açılırız" kontra atağıyla kaleyi yoklasa da, ben iki pasta "yok buradan taksiye binelim, ben seni eve bırakayım, oradan da babama giderim bir de onu göreyim" ile gole gidiyordum ve taraftarlar çılgına dönüyordu. hangimiz çıldırmadık ki?

tenis ve futboldan sonra triatlonumuzu ağır siklette "why always me?" ünvanını korumak için boks ile tamamlayacaktık. en sevdiğim spordur.

70'lik bazooka ve 3 tane ice tea green tea alıp çiçekçi mehmet abi'nin dükkana gittim. bayramda çok iş oluyor diye peder, mehmet ve tanju kardeşlere yardım ediyordu. rakıyı, çayı, ekmeği paylaşıyorlardı. votkayı bugüne dek sek dışında sadece vişne ile tüketen bir platforma hem soğuk hem de yeşil çayı votka ile içirmek sabır ve emek istiyordu. ama eninde sonunda amaca ulaşılıyordu. saat birle, üç arası bir yetmişlik, iki sürahi çay, bolca muhabbet ettik. o iki saat içerisinde kimi muhabbetler çok hoşuma gitti, kimi anlarda "ne arıyorum lan burada" dedim kendime. en hoşuma giden anda ne işim var ulan burada deyince izin istedim.

peder beyle yürüdük. sonra bir ara oturduk tren istasyonunun orada. ortaokul son sınıfta o köşede servis beklerdim ben. "hatırlar mısın şu köşede servis bekleyeli kaç sene geçti" diye sordum yalpalaya yalpalaya. bir kaç tahminde bulundu. on dört sene olmuştu ben o köşede servis bekleyeli. hayatımın yarısı. sarhoşluğumun da etkisiyle peder beyin üstünde dolaşan hüzün bulutlarını yağmura dönüştürürcesine hayatımın herhangi bir yarısına anlatmaya yelteniyordum. hangi yarısını anlatırsam anlatayım benim daha beyaz olduğum bir yarı olacaktı. o yüzden anlatmadım. iki nefesi kalan aklım kazandı ve anlatmadım. bizim evin sokağının köşesine kadar geldi benimle peder bey. normalde tren yolunun diğer tarafına geçmez. dört yol ağzına gelince "bizim muratların kuyumcu hala açık mı yeaaa" derken ben, bazooka da etkisini gösteriyordu.

sonra sarıldık. eyvallah dedik birbirimize. anahtarı almıştım yanıma bu kez. sokak kapısına anahtarı nişan alacakken geri gelip arkama baktım. babamın doksan derece duran vücuduna, boynunu da ekleyince yüz seksen yerine yüz elli derece açı yapıyordu. göz göze geldik, karşılıklı ellerimizi kalplerimize vurduk. benim kaba kuvvet kullanarak bile giremediğim o evin sokağına bile giremiyordu babam. doksan beş yılında para biriktirerek aldıkları, evimiz dedikleri, ikinci kez bile evlendikleri yere, karısından olan çocuğunu girerken izliyordu. birazdan ışık açılacaktı ve onlar tatlı yuvalarında uyuyacaklardı. normalde öyle olurdu ama bizde öyle olmuyor. içeride büyük bir kıyamet kopacaktı ve babam bunu da biliyordu. bunları bile bile o evde olmak için can attığını da ben biliyorum. ama onun da iyi anlayacağı bir tabirle "keser döner, sap döner, gün gelir hesap döner".

evet ben eve irince ışık açıldı, valide "saat kaç" diye böbreklerime çalışmaya başladı. bense gece boyunca gördüklerimden ötürü duygusal patlamalar içerisindeydim ve alkol de başımı haylice döndürüyordu. sigara yaksam apartman havaya uçardı. ama uçsa da çok güzel olurdu. bugüne dek karşılaştığı elli altı müsabakadan elli iki nakavt ile ayrılmış, maçın mutlak favorisine karşı mücadeleyi son rounda taşımak da büyük başarıydı. köşesine kaçan bir boksör edasıyla üstümdekileri çıkartıp, yatağa girdim. maç umrumda değildi, daha fazla uzasın istemiyordum kaybetsem de olurdu. valide söylenmeye devam ediyordu. ışığı da kapattım. yorganı çektim üstüme. valide eskiden kalma bir alışkanlıkla ışığı kapattıktan sonra da belli bir süre söylenmeye programlanmıştır. onu da bildiğimden ikinci cümlesinin bitmesi için kendimi sıktım. çok kötü vuruyordu ve üçüncü cümleye başlamasını beklemem yetecekti çünkü o cümle hep yarım kalırdı. azalarak, kasedin son şarkısı gibi. öyle de oldu.

bir dakikalık sessizlik.

o bir dakika içerisinde ben tüm yaşadıklarımı hızlandırılmış versiyonuyla tekrar izledim. yattığım odada bana ait hiç bir şey olmadığı düşündüm. ne bir gömlek, ne bir pantolon, ne de bir çorap. sadece kolumdan çıkarttığım altın sarısı casio. bunların hepsi ağır geldi. başımın dönmesine de daha fazla katlanmama gerek kalmadığını düşünüp hatta tuvalete kadar gitmeme gerek bile olmadığına inandım. ne var ne yoksa kustum. simsiyahtı. içim geçmiş dedim o sırada kendime, hatırlıyorum. mutlu da oldum. rahatlıyordum. validenin karşısında hiç bu kadar aşağılık ve kendim olarak kalmamıştım. bir aparkatla bitirmiştim işi. yenilmezi yeniyordum. elli yedinci maçında ilk mağlubiyetini benden alıyordu. ne kadar önemli!

duş aldım. temizlendim. o sırada ışıklar kapanıp, üçüncü cümleler de kurulamamıştı. odada yatamıyordum, salonda ikame ediyordum bu gecelik. koltukta uyuyakalmak hoşuma gidiyor. öyle düşündüm.

ipod'u çıkardım.
gümüşlük bu kadar.
iyi bayramlar.

duman - gönül
Hepimiz bir misafiriz 
Zaman gelince göçeriz 
Ecel acı can alırken 
Her şeyimizden geçeriz gönül








15 Ekim 2012 Pazartesi

Joey Barton - Sunday Times 14102012

'The fans love me for being a rogue. They just tell me to kick people'
Joey Barton, perennial bad boy of English football, has made a fresh start in France

By Jonathan Northcroft - Sunday Times

The Mediterranean twinkles; blue and bejewelled. It's mid-October but the temperature is 70 degrees: he gazes down to Cassis harbour, with its pretty boats and pavement restaurants, where he'll have a seafood dinner in T-shirt and shorts. The villa has a Santa Monica feel and Barcelona chairs. Chic.

Sometimes he saunters out here, to the balcony, and into his head pops George Best's old ironic line: "Where did it all go wrong?"

"I've come from a council estate in Liverpool," he muses, "a little different to this place. There a spectacular sight is a burning car." Even if his "journey" had been different, being here would feel remarkable. But he's Joey Barton and this stop-off seems a miracle.

He's been in prison, battled alcoholism and problems with anger and violence, braved Newsnight, amassed more Twitter followers (1.76 million) than Paul McCartney and gone to the brink of losing his livelihood several times. Now he's in this sunny place, coffee on the balcony, partner Georgia and baby son Cassius playing indoors.

He wants to grasp this fresh start and one day — though "I'm expecting to live till about 120" — we could be chiselling on his gravestone: "He Fell From A Great Height But Landed On His Feet."

Before his season-long loan to Marseilles, Queens Park Rangers had blocked him from joining Football League newcomers Fleetwood Town. In League Two he just wanted to reconnect with his love for the game. Now, at the French League leaders, he can have greater ambitions. He hopes to "reinvent" himself as a holding player, perhaps contend for an England place again, and please 60,000 fans packing the Stade Velodrome rather than Fleetwood's average 2,500 gate.

He's "training like a demon", lean, "the fittest of my career", providing two assists on his home debut, a 5-1 Europa League win against AEL Limassol. He can't play in Ligue 1 for another month because of the 12-game ban incurred for elbowing Carlos Tevez, kicking Sergio Aguero and then confronting Vincent Kompany in a melee in the final game of the season at Manchester City.

Last season was a sudden regression for Barton: before being given red cards against Norwich and then City he'd been sent off once in six years. By presenting one of football's most active and inquiring minds — via social media — he'd shown a different side of himself. May's meltdown enabled people to stuff him back in a box marked: "Do Not Touch."

He says: "Part of me thinks, 'Is it self-sabotage?' Am I acting the villain because people think I'm a villain?" He makes no excuses. But there were circumstances.

He'd promised the Rangers owners: "You won't go down if you sign me." Trolls were tweeting about relegation.

QPR's fans "didn't particularly like me" and he was locked in a poisonous relationship with his manager, Mark Hughes.

He says: "Tevez punched me. It was the spark that lit the bonfire.

But the bonfire was already piled up and soaked in petrol. I was having a lot of problems. I'd started drinking again, which few people know, backsliding after a couple of years on the wagon. I was really struggling. Personally and professionally not all was what it seemed.

"Afterwards, you know you've done wrong, it's best to put your head in the sand, let everything settle. Of course that wasn't what I did, I continued kicking myself by going to war on Twitter. I look, now, and think, 'Idiot'. But I can't change it. All I can do is learn." He knows: "I f***ed up."

But when you watch the incident on YouTube, there's something cartoonish about the fracas. He doesn't even touch Kompany. Absolutely the worst thing to happen on an English football field? That's what his 12-match ban, the record for an English player, implies.

"The FA charged me for separate offences that took place in the same 25-second sequence," Barton says. "Yet Pablo Mills [banned for six games for brawling while with Crawley Town] threw a number of punches but was charged for one offence. Paolo di Canio [banned for 11 games in 1998 while playing for Sheffield Wednesday] fights a player, gets sent off, pushes the referee over, raises his hands to Nigel Winterburn ... "In the cold light of day, noone was dead. Aguero got a dead leg. It self-evidently didn't affect him because 20 minutes later he was scoring the winner. Tevez and Kompany were fine.

"I think the FA reckoned I'd appeal and they could make it nine games. Maybe by not appealing I won a small, perverse victory. Because it makes them look bad. John Terry got four games. Luis Suarez eight. So I'm Terry plus Suarez? "What it says is, if I'd racially abused the City players I'd have got a lot less than for 30 seconds of the red mist descending. What message does that send to kids? Where does that leave 'Kick Racism Out Of Football'?"

QPR rejected his offer to resign from the club yet Hughes made clear that he was unwanted, ordering him to train with academy players. Things further soured when Barton rejected a loan move to Sheffield Wednesday. Fleetwood got blocked. "My selfesteem was out of the window," he says. Then came a moment when life just clicked.

His representative, Willie McKay, was negotiating Stephane Mbia's move to QPR from Marseilles when he said to the French club's largerthan-life sporting director, Jose Anigo: "Fancy Joey?" Mais oui was the immediate response. Did Barton fancy Marseilles? Enough to forfeit £500,000 in wages to join for the season.

Marseilles, France's "rebel city", mother of Zinedine Zidane and Eric Cantona, seemed perfect for a bad boy — confirmed when 'L'OM' fans unfurled a banner that read: "Welcome Sweet and Tender Hooligan".

"My slate's never going to be clean but I think I've found a football club who love me for being a bit of a rogue," he says. "It's an embodiment of what the Marseilles fan is. The Marseilles fan isn't your middleclass toff. Marseilles is a gritty, dark, urban melting pot. Out and about you see a lot of symbolism, graffiti, Che Guevara stuff. Outlaw. Rebellious. Anti-Paris. I've been shown real warmth — and I've hardly played. I feel humbled by that.

"I've been dry since the summer. Focused. Living right. I want to go to war for this club and be successful. I'm very, very confident I'll pull it off."

The training ground is 20 minutes away, between Cassis, a coastal village, and the sprawl of the city. Barton tries to be first there, last to leave. He's learning French and already chatting to teammates in pidgin language. The other day he was bantering about Britain being best. "Because of all our inventions," he laughs. "Mind you, I was claiming everything. Sewage — I know that was the Romans. The best they came up with was bikinis ... and scuba equipment!" His two Europa League games suggest he'll also fit in on the pitch. Marseilles, with young, expressive talents such as Mathieu Valbuena and the Ayew brothers, Andre and Jordan, wanted a tough, experienced pro to drive others. He feels he can slot in beside Benoit Cheyrou as one of two holding players. Barton can certainly tackle, has a passing range and decent tactical brain — and has reinvented himself once before, improving his crossing and set-pieces to play wide at Newcastle.

He says: "I believe I could be a really good 'No 6'. If you look at the skills set, I've got it. In England, because I have an engine, I was brought through as a box-to-box, stereotypical midfielder. Here they don't believe in that. They believe in the 'Destroyer', the Makelele, the 'Water Carrier', the Deschamps.

We have some wonderful creative players and I can be just the player to do their dirty work. When I first came, fans were saying, 'Barton, just kick people'. I was laughing, thinking what a great position to be in. All they expect from me is hard work and getting stuck in — well, that's second nature. Wait till they realise I can play as well.

"The only place you develop is outside your comfort zone and here — new league, new dressing room, world watching — I will find out something about myself. And I'm a f***ing good player. I want to prove it. So many people underestimate how much I bring to the table as a player."

He can't imagine rejoining QPR. "The analogy is, I pulled the baseball bat out through my own stupidity. The FA took it and beat me. I thought QPR would, rightly, chastise me but they picked the bat off the ground and continued the beating. I was no longer the marquee signing. I was a commodity whose stock had dwindled. You get a gut feeling for things. I walked into QPR and straightaway thought, 'this isn't right'. I'd left a club I loved, Newcastle, and I knew I'd come for money and think I was always uneasy from that moment on. I'd sold out a bit.

"On my first captain's list was 'six plugs' because the players — at a Premier League club — were plugging up the baths with tissue paper. Tinpot stuff. They were paying people massive money but not spending on the basics."


He goes on in this vein but later asks for a lacerating torrent about Hughes to be off the record. Progress for Joey.

Things have not "all gone right", not yet, but our traveller might have found the path. He's 30 now and reflects: "As you get older, you don't want to fight the world so much. You prioritise. When I was young, I wanted to win every battle, every day. Now I think, 'You know what? Have that one'. What I need is to win the war. It's something I'm only learning now.

"I've scrapped all my life. Back me into a corner and I'm born to fight my way out. The problem is: how many times can you do that? How many times can you go to the well? When I went to jail they said I'd never play again. I did. I have fortitude. But in the summer it dawned, 'I've got enough in me this time. The fire's burning. But am I getting toward the bottom of the well here?' Next time I might not be able to fight back. So I've got to try and protect against there being a next time."

Read more from Joey Barton at joeybarton.com

BARTON SPEAKS OUT ON...

MONEY

'Sometimes I look at my son and think, "He won't have the same upbringing I had". Is that a good or a bad thing? My upbringing gave me a lot of bad traits but also a lot of life skills - and good, working-class values. Money shouldn't define you. I went from being on £70,000 a week at Newcastle to being on £7.50 a week in jail. I found I coped reasonably well. I've spent fortunes in FA fines but I look upon that as a tax I have to pay for being my own man'

ASHLEY COLE/ TWITTER/ THE SECRET FOOTBALLER

'I feel for Cole. Okay, you can't tweet the exact words he did - but if that's what he thinks, that's what he thinks. What's the harm? It got petty ... "Will he get to be captain when he wins his 100th England cap?" But that's the pettiness of the FA. People talk about regulating players on Twitter but how? Fortunately, we don't live in a totalitarian state. And as for The Secret Footballer?' Far too PC for me. If you haven't got the b******s to say it's you, what's the point?'

NIETZSCHE AND PLANS FOR UNIVERSITY

'I get criticised for quoting Nietzsche. That's strange, isn't it? I think it's a case of "Working-class footballer - know your place".

'I've got 10 GCSEs, but of course people don't want to know anything about that. My missus has a degree and I'd like to get one too, and I probably will at some stage. It's one of my regrets that because of the career I've had in professional football, I didn't get the chance to go to university'

THE 12-GAME RECORD BAN

Barton is playing Europa League? Barton is playing Europa League games but can't make his French league debut until Marseilles' 'Derby de la Cote D'Azur' v Nice on November 11, because of a 12-game ban imposed for a red card and two counts of violent conduct while playing for QPR at Manchester City, above. It is a record punishment for onfield offences by an English player - yet Barton's own union stayed away from his disciplinary hearing and he was condemned by Gordon Taylor, the PFA chief executive.

'I'd done a lot for the PFA. The PFA had done a lot for me. It's disappointing when the leader of a union turns on one of his members,' says Barton. 'The highest paid union boss in the world, isn't he? Straight away that worries you. He protects his position, a cushy position.

'Tevez? He's a mercenary. You can't really back him? Sure, I'm a hoodlum, I've got into scrapes - but Tevez is someone who within the last six months has gone on strike, gone off to Argentina to play golf, tried to get himself sacked. If that's not the epitome of what's wrong with modern players, I don't know what is. And don't forget, Tevez punched me first.

'Seeing [Taylor] pander to the media said to me maybe it's time the PFA changed. It should be about more than Gordon Taylor. Maybe he's starting to believe he's the Ayatollah.'

5 Eylül 2012 Çarşamba

bir duruşu olmalı lazım insanın bu hayatta


bir devri daha kapatıyorum.
bir devri daha kapatırken, hayatın suni anlamını dolduran ne varsa bir kez daha karşıma çıkıyor. suni diyorum çünkü benim için hayatın anlamıyla etrafımda yaşanmakta olan hayat arasında uçurumlar var. ötekileştirmek herkesin kolayına geliyor. rakı sofrasında herkes delikanlıyken, samimiyet ve beraberinde getirdiği gerçeklik mumun dibine verdiği ışık kadar kalıyor aynı hayatın içerisinde.

isyanın, başkaldırışın, ayaklanmaların geçmişte kaldığına dair sakinleştiriliyoruz. sesini yükseltmenin ayıplandığı, kralın çıplaklığının en şık sayıldığı bir düzenin içerisinde tektipleştiriyoruz. politik olmak konusunun bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın diye meşrulaştırıldığı bir maskeli baloda gibiyim. en şık kralken, en rükuş da tabiki berduş olacaktır. kaçınılmaz.

yine de sizler gibi olmayacağım. ayakta kaldığım sürece bu isyanın hakkını vereceğim. sessiz kalanın haklı sayıldığı düzende tek başıma çok sesli koro performansı sergilemem gerekse de ileride geri dönüp baktığımda bir duruşumun olduğunu bilmek herhangi bir yokluk içerisinde bile en büyük varlık olacaktır, en azından bunu biliyorum. bir duruşu olmalı insanın hayatta. kambur bile kalsan.



3 Eylül 2012 Pazartesi

The Story of the Streets

Mike Skinner, nam-ı değer the streets'in zorluklarla geçen hayatını yıllar önce Roll'da okumuştum. Çok severim kendisini. Bir gün bu işi bırakacağını söylüyordu daha ilk günlerinde, şimdilik şerit değiştirdi diyelim. Aşağıdaki linkte kitabına yazdığı önsözü var.


The Story of the Streets by Mike Skinner

31 Ağustos 2012 Cuma

toki




bu ülkenin de bir banksy'si var artık. 

30 Ağustos 2012 Perşembe

hayatımın ataturk'u hakan günday

2003'un aralık ayıydı kitabı okudugumda. zamanını, mekanını asla unutmadığım tek kitaptır. hem kendisinden, hem zamanından, hem mekanından ötürü.

ortaköy'de ısınmayan, kirişlerinden sürekli soğuk alan bir evde cem ile yaşıyordum o sene. geçen gün cem'i dubai'ye yolcu ederken konuşuyorduk "biz o evde nasıl yaşayabildik" diye. yaşanıyordu işte. bir şekilde, her yerde yaşanabiliyordu. ilk kez kendi evimizde yaşıyorduk. ben ondokuzdum, o yirmi. otuzyedi ekran televizyonumuzu kendi iki telli anteniyle izlemeye çalışıyorduk, bilgisayarımız ve internetimiz olmadığından bugünkü müzik bilgimizi borçlu olduğumuz rock fm frekansından hayatı yaşıyorduk, dia'nın etinden, sütünden ve derisinden faydalanıyorduk (bu yüzdendir private label düşmanlığım), biriken haftalık bulaşıkları yıkamak için pişti oynuyorduk ve ben tabiki de bir sene boyunca toplamda üç kez bulaşık yıkadım.

şu an yazarken hissettiğimde zor sayılabilecek bir hayattan o kadar keyif alıyorduk ki. senenin ikinci yarısında babamı rusya'ya yolladım. dönmeyeceğini sandım, dönmese de olurdu. hayatta en sevdiğim kadın olan babaannemi kaybettim sevgililer gününde, ilk sigaramı da o gece içtim. tam da bu zaman dilimi arasında tanıştım hakan günday ile, elini sıktım piç diye. sonradan yanağıma iki buse koydu; sağa kinyas, sola kayra. eve kapattım kendimi altı ay. okula hiç gitmedim. param olduğunda ucuz viski, olmadığında da dimitro kapulo içip, peynirli su böreği ile kahvaltı yapıyordum. onbeş yıldır kazıdığım saçlarımı uzattığım tek zaman dilimi de o sene.

hakan günday hayatımın atatürk'ü oldu zamanla. bir gemiye bindirip beni ortaköy'e çıkarttı. kongreler yaptık sunay apartmanının beşinci katında geceler boyu. bir kez dünyaya gelmiştik istemeden de olsa ve onun en oynak fay hattı üstüne kuruluydu hayatlarımız. temeli sağlam atmak gerekiyordu bu yıkım senesinde, gelecekteki zelzelelerde aynı yıkımı yaşamamak için.

o zamanlar aklıma yazmıştım ilk dövmemi. ilk dövme de her ilk gibi. kekremsi. hikayesi burada.

geçen onca yıl arasında hakan günday hep hayatımda oldu. evimin duvarında ziyan'ın kocaman bir posteri var "hatıralarında yaşayanlar, donarak ölürler" diyen. filmi çekilse ne güzel olur derdik kinyas ve kayra ya da piç'in. Piç, Selim Demirdelen yönetmenliğinde perdeye aktarılacak. sonuna kadar doğru insan. Hakan Günday'ın bir kitabının perdeye aktarılıp daha fazla insanla buluşmasına üzülüyorum, bu konu hakkında daha detaylı yazacağım.

filmin piyasaya sürülen ilk afişi de işe yakışır cinsten. filmin adının hiç olması ise hiç olmadı!
bir yoldu parıldayan gümüşten.
gittik.
bahs açmadık dönüşten.






24 Ağustos 2012 Cuma

çeşme'nin taksisi

"istanbullu" için çeşme yeni bodrum'dur. alaçatı öyledir, dalyan böyledir derler. bence takside gece tarifesinin işlediği tek yer olarak yerli turistin "sevgiyle" kucaklandığı bir turistik beldeden ibarettir.


Hokkabaz


Bütün insanların içinin bencillik ve ego ile dolu olduğunu gördükçe herşeyden soğuyorum. Ne kadar klişe değil mi. Ama hiçbirimiz bunun önüne geçecek insiyatifi almıyoruz, kimsenin götü yemiyor. Akdeniz ikliminin sıcaklığı da kanımı kaynattıkça kendi içimde tuz buz oluyorum. Denge kurmaya çalışmaktan bunaldığım için (bulamıyorum da zaten) hayatımın geri kalanını sirkte hokkabaz olarak geçirmeye karar verdim az önce.

Ulan herkes mi tek çocuk şımarıklığında büyüdü. Kimse mi babasıyla annesinin evdeki kavgalarında yastığa yorgana gömülüp sağır olmayı dilemedi görmediği, duymadığı, dokunamadığı tanrıdan. Kimse mi parasız kalıp geç kalacağını göze alarak, gideceği yere saatler boyu yürümedi mi.  Sarhoş olup hüngür hüngür ağlamadı mı. Ne kartvizitmiş arkadaş; zannedersin herkes açık kalp ameliyatı yapıyor da her gün insanların hayatını kurtarıyor.

Herkes mi mutluluk kelimesinin sözlük anlamını yanlış anladı. Bugüne kadar bakmayanlar için tdk’ya göre “Mutluluk: Bütün özlemlere eksiksiz ve sürekli olarak ulaşılmaktan duyulan kıvanç durumu” demektir. Hırsın ne anlama geldiğine bakan oldu mu. Niye bakalımki, hangimiz hırslıyız. En büyük hırsımız güney sahillerinde bir kafe açmak, o da yersen. TDK’ya göre “Hırs: Sonu gelmeyen istek, aşırı tutku” demektir. Herkes mutluluk ile hırsı ters düz  etmiş, muska diye boynuna asmış arasına da kartvizitini sıkıştırmış.

Cuma mı?
Bize her gün Pazartesi.

10 Temmuz 2012 Salı

hakim bey kararı siz verin

onsekiz günlük avrupa'mı hala yazıyorum ama bitmedi. bu yazı başka yazı. bu yazın yazısı, en bilemedin alın yazısı.

şimdi bütün filmi ileri sarıyorum. sonra da geri. mix yapıyorum. soundcloud'a koymaktansa bloga koyuyorum. kendi reçetemi yazıyorum. kararımı veriyorum. karar verilmiştir.

bu hayat böyle devam ettiği sürece (ki sürecek) yolun kalanına bedenimdeki beneklerle devam edeceğim. gururdan dile getirmediğim gerçekleri kalbime gömerken, gerçeklerin hiçbirisi aklıma sığmazken, ruhum da bedenime sığmıyor. kolay değil bu cihan. nefes ritmim tekrar bozuluyor gün geçtikçe. eve gitmek istemiyorum. eve gidersem de yataktan çıkmak istemiyorum. iki dubleyle başladığım gecelerin, akşamına uyanıyorum. gecelerle gündüzler birbirine girdi. bir yanım 21 haziran, diğer yanım 21 aralık. dönence, dönence.

birazdan ofisten çıkıp kendimi yola vuracağım. attığım her adımın sesini ancak sen duyacaksın kardeşim çünkü sen de aynı yolları ağır aksak yürüdün. yürüyedur dediler bir gün bize, o gün bugündür ehliyete başvurmadım.

12 eylül'ü bekliyorum ben. bugüne kadar iyi yürüdüm, artık yoruldum. durup dinlenmenin zamanı geldi. hayatımdaki en büyük gerçeği kabuğuma çekilerek yaşayacağım. hani öyle olmaz böyle olur derler ya benim hikayem de böyle olurdu zaten. bir arkadaşa bakıp çıkacağım. ne kadar sürer bilmem içeride geçireceğim vakit. kutadgu bilig gibi bir beden bırakıyorum, daha ne amk!

şikayetim var cümle yasaktan
dillerimi hakim bey, baglasan durmaz
gelsin jandarma, polis karakoldan
fikrim firarda. mapusa sığmaz.
eyva(lla)h.




15 Haziran 2012 Cuma

sorry, we are fucked:)


2011'i nasıl kapatmıştımki, 2012'den ne bekliyordum. sene-i devriyeyi de sakin bir geçişle karşılamıştık. yeni bir yıl değildi, yine bir yıldı gelen.  bizde başa gelen çekilir, şikayet olmaz.

Kendimizi kitaplara, notalara, melodilere, şarkı sözlerine kaptırıyorduk yirmili yaşların ikinci yarısının ortasında. Öyle bir seneydiki, en sevdiğimiz şarkıların sözlerini vücutlarımıza kazıdık sonra hayallere daldık. Festivallerden festival begeniyorduk. Rota belçika dedik. Onbeş dakika sonra ne yapacağı belli olmayan bizler, yüz onbeş gün sonrasının biletlerini aldık.

Yüzonbeş gün geçti. Ben yarın sabah gidiyorum, geri kalanlar haftaya geliyor. Üç hafta boyunca, hayallerini kurduğum, medeniyet dediğim altın dişli avrupa’nın türlü topraklarında varoluşlar hakkında kafa patlatıp, yokoluşlar begenecegim mimari saçmalıklarda.  Amacımız haysiyet kaybedip dönmek.

Her abeci tatilci gibi fotograflar ve check-in’lerle manevi tatmin yaşamayacağım tabiki, asla yapmadığım gibi. Ama herkesin ipod’unun şarjı bol olsun. ben güzel müzik dinlerken sizlerin tam zamanı gelen serdar ortaç’ın yeni albümüne maruz kalmasını istemem.

Şifreyi şimdiden veriyorum: portakal!

1 Haziran 2012 Cuma

çukur

zor zamanlar geçirirsin. uzaklaşmak istersin bulunduğun çukurdan. sırtındaki yükleri atmak istersin. kısa bir tatile çıkarsın. kendini kandırırsın bu kısa sürede. anca rahatlayabilirsin. eger aklın hala çalışıyorsa aynı çukura döneceğini bilirsin. yapabileceğin en doğru hareket çukurdan çıktığında, derinliğe ve aşağıdakilere bakabilmektir. zaten bunu normal zamanda yapamadığın için orasının adı çukurdur. çukur kimi adamın hayatına cuk oturur, sarıp sarmalar.

uzaktan uzaktan kendimi izliyorum. çukurun dibinden, derinliğe bakan adamı anca seçebiliyorum. bağırarak sesini anca duyurabiliyor. tek kelimelik sorularına cevap vermediğimi farkedip, ardı ardına sıralıyor. sanki elinde bir liste var da sırayla üstünden geçiyor. envanter yoklaması yapıyor. ben herkesin yerine "burda" diyorum, ilkokulun düşük hecesiyle. elini uzatıyor. street fighter'daki dhalsim gibi uzuyor dolu. 93 yazının sabahında, show tv'de izlediğim street fighter aklıma geliyor. telefonun tuşlarına basarak nasıl adam dövülür, aklım almıyor. sene 2012 aklımın almadığı hala o kadar çok şey varki.

2008'de etiler'deki evin duvarına çöküşlerdeyim'in sözlerini yazmıştım. şimdi tekrar tekrar dinliyorum. "bir iyilik et kendine, lütfen git geri dönme. kaldığım çıkmazda beni bekleme."

93 aksoy, 2008 etiler, 2012 asmalı.
kürtaj yasaklanamaz aslanım!


27 Mayıs 2012 Pazar

Hector, the first of the gang to die

Written after moving to LA 1firts of the gang to die" was Morrissey's joyful requiem to a local young Latino criminal whose wayward lifestyle led him inevitably to an early grave. "Hector" may be a scarce name in Britian - synonymous with Scottish gentry and upper classes - but commonplace in Mexican communities. As a case in point, Hector "Weasel" Marroquin was the notorious leader of LA's 18th Street Latino gang before trying to reform by founding an anti-gang violence organization called "No Guns". Marroquin was later re-arrested in 2006 for - absurdly enough - possession of an illegal firearm. Even so, there's something tangibly perverse about any pop song that dares to christen its hero "Hector", an audacious joke magnified by its supreme popularity in Morrissey's repertoire a, to date, the track he's sung in concert more than any other since first introducing in August 2002, nearly two years before its official release.

In the song, "Hector" himself is but a vehicle - Morrissey's Hitchcockian MacGuffin if you like - to contrast the extremities of life and death within a romantic world view where love is reserved of watching sunrise behind a care home for the blind. Fitting neatly into his existing canon of crime songs such as "the last of the famous international playboys", it also provided him with a chance to wallow in his own gang fantasies of life among the "pretty pretty thieves". If anything "first of the gang to die" is Morrissey's most shameless glamorisation of villainy, smitten by the memory of the lost lad who "stole our hearts away".

The song's mass appeal owes a great, great deal to Whyte's languid but loveable rosy-cheeked guitar riff, its milkman-friendly melody anchoring a lyric which otherwise lacks any obvious anthemic qualities, certainly paling in significance beside, the human gravitas of, say, "there is a light". 

Yet if it seems outrageous that several thousand people at a time bounce up and down at Morrissey gigs in beery chants "Hector was the...", then perhaps that's the whole point. Its victory of preposterous pop spirit over rational common sense is reason enough.

Mozipedia
Page 130
"First Of The Gang To Die"

25 Mayıs 2012 Cuma

babam, ben ve altay

sene 97, agustos'un onu. babam 12 numaralı 73 yılından kalan altay formasını sırtına geçirmiş, bana da kestelli'den çubuklu forma almış, elimden tutuyor "hadi artık zamanı geldi" diyor. albatros'ta yeri hazır. aziz peder'e, rahmetli phantom ömür'e, yaşa mehmet'e rakı doluyor bana da rakı bardağında bira. yaşım onüç ve o an farketmiyorum yıllar boyu peşinden koşacağım sevgilimle tanışacağımı. maça başlarken giriyoruz.

o sene altay iddialı. trabzon'dan lemi'yi almışız, romen ekolüne kapılıp üç transfer yapmışız, alaçayır daha genç yetenek sağdan bindiriyor. o zamanlar alsancak stadında balkon tribün de altaya verilirdi diye hodri meydan açığın sol tarafında. dakika atmışta başımıza taş yağıyor. en güzel aşk can yakanmış, daha onüç yaşında anlıyorum.

seneler geçiyor, ben istanbul'a yerleşiyorum. altay maçının olduğu günlerde hayatın "pause" tuşuna basıyorum, sonra aldığımız sonuca göre hayatıma devam ediyorum. istanbul'daki ilk senemde küme düşüyoruz. maç şaibeli. şimdi "kocaman" duruşu olan bir adam o zamanlar 500 milyarı cebe indiriyor, adamlarıyla paylaşıyor ama yıllar sonra aynı dertten müzdarip olduğu iddiasıyla medyanın karşısına geçiyor. özetle istanbul'a kötü bir başlangıç yapıyorum, yıkılıyorum.

aradan geçen yıllarda umutla deplasmanlara gittik. üstüne ankara'da, istanbul'da hüsranlar yaşadık. her final öncesinde babamla telefonla konuştuk. hayat boyu bana umut veren adam olduğu için, her maça girmeden önce "bu sene sizin seneniz, biz bu takımın güzel günlerini çok gördük, sıra sizde" diyordu. ben onu iki saat sonra aradığımda ise telefonun diğer ucundan gözyaşıma gözyaşı katıyordu.

geçen sene şöyle bir geriye dönüp baktım. siyahla beyazın üstüne, bir çubuklu formadan fazlasını yüklemişim. renkleriyle, deseniyle, amblemiyle, yıllar önce basına yansıyan soyunma odasında coşkuyla duymaya alışılan marşıyla iki rengin arasına bir hayatı gizlemişim. adıyla bir semti olmayıp, alsancak'ta büyüyen altay'ım, değişen tüm hayat gerçeklerine ragmen merkezde tuttuğum tek gerçek haline gelmişti. gerçek o kadar gerçektiki bir sabah kendimi gazetelerin manşetinde görüyordum eskiden altay başkanı olan federasyon başkanının çocuklarını kaçırmakla tehdit ettiğim için. oysa tek istediğim adil düzene dair bir hakem ve temiz kalplilikle; altay'ımı, ligde kalıyor olmasına ragmen kazanırken görmekti. yapamadım, sinirime yenik düştüm. yanlış iki kelimeyle kendimi devletin en büyük mercisine karşı altay'ı savunurken buldum. ama siyahımızda asilik, beyazımızda asalet vardı ve liverpool tribünlerinde yazdığı gibi de adilik gerektiğinde asil bir duygu olabiliyordu.

geçen pazar küçükçekmece'nin tepecik semtindeydik çünkü artık üçüncü ligteydik ve semt takımlarıyla oynuyorduk.iki hafta önce beraber bozüyük'e gittiğim babamı gaza getirmeye çalıştım maça gelmesi için, oralı bile olmadı. bozüyük'te gördüğü çubuklu forma ona yetmişti ve "artık ben o formayı bir daha öyle göremem" diyordu. bu arada babam artık benimle yaşıyor ve hayatta paylaştığımız en büyük gerçeklik altay.

pazar günü tepecik'te, halı sahada altay forması giyen onbir kişi izliyorduk. yönetimin amatörlüğüne, divan kurulunun rant kavgalarına, teknik heyetin beceriksizliğine, futbolcuların ruhsuzluğuna aldırmayan yaklaşık otuz sevdalı, kendi imkanlarıyla oradaydı. murat abi'ye, semih abi'ye, deniz kardeşime, meriç kardeşime, turan'a baktım hepimiz aynıydık. herkesin hayatı başkaydı ama o doksan dakika boyunca hepimiz aynı sevgiliye aşıktık.

ilk golü attık, verilmedi. sonra fatih egedik tüm bu yazdıklarımı yoksayarcasına bizi reddetti, sonra ilk golü ardından da ikinci golü yedik. altay gözlerimizin önünde eriyordu ve biz sevdalılar ancak seyirci olarak kalabiliyorduk sahadakilere. son düdükten sonra iki güftelik küfür ettik çubukluyu giyenlere. onlar çubuklu giyiyordu sadece çünkü o giydikleri altay forması değildi. ertesi gün herkes alacağının peşinde koşacaktı ve gelecek sene hangi takıma imza atacakları zaten belliydi.

bizim sadece seneye hangi ligte olacağımız belliydi. az önce saydığım isimler orada olur mu bilemem ama ben artık olmayacağım. eve döndüm. çubuklu formamın, büyük altay pankartımızın, store'dan aldığım herşeyin üstüne gazı döküp yaktım. yakarken de onüç yaşımdan itibaren yaşadığım her maçı tek bir film şeridinde gözlerimin önüne serdim. herşey kül dolu. kuzenim altay'ın telefonlarını açamadım iki gün boyunca, ona bunları anlatamazdım anca bu yazıyı okuyunca farkına varır. ben altay'ı seviyordum, sevdiğime tecavüz ettiler gözlerimin önünde seneler boyunca. artık dayanamıyorum. şu da vasiyetim olsun benim tabutumu türk bayrağıyla değil altay bayrağıyla sarsınlar, cemaat de büyük altay diye bağırsın.

ben doğumgünümde bu pastaya mum üflemiş adamdım.
saygılarım ve affım ricasıyla.

17 Nisan 2012 Salı

son söz - rest

hayatta herşeyi içimden geldigince, düzen karşıtı oldugum için en samimi halimle yapıyorum. başıma gelenlerin hiçbirinden pişmanlık duymadım. şunu bilki seninle aramızdaki ilişkinin boyutundan ötürü seni bu halde görmek beni üzüyor. sen benim en büyük dostumsun ve ne kadar öyle değil desende bu yolda beraberiz. baş tacımsın. son şans sana teklif ettiğim. önünde kalan birkaç senen ya da fazlasını mutlu yaşamanı istiyorum çünkü ben anca o zaman mutlu olabileceğim. ne yazıkki mutluluğum size ve özellikle de sana endeklenmiş durumda. eyvallah.

4 Nisan 2012 Çarşamba

Oscar Wilde & Morrissey



mekan portobello road girişindeki her daim morrissey çalan pub. karşısında da oscar wilde'ın bir dönem yaşadığı ev var.

2 Nisan 2012 Pazartesi

mevsim (son)bahar



"evet, bir orospu gibi yaşıyorum bu hayatı!"

ilkokuldaki mevsim çizelgesi geliyor gözümün önüne. mart, nisan, mayıs ilk baharın aylarıydı. takvime bakıyorum, pencereyi açıyorum hayata dair olan tüm bilgim kayıt dışı.

uykumdan uyanıyorum sırtımda soğuk terlerle nisanın ilk günleri, ilk saatleri. seneye bakıyorum 2012. telefonuma bakıyorum okumadığım mesajlar, cevapsız çağrılar. aynaya bakıyorum mor göz altları. maillere bakıyorum, altay'a bakıyorum, kendime ısrarla bakmıyorum. dolabı açıp bakıyorum. sonra kapatıp üzerindeki yazıları okuyorum, fotograflara bakıyorum. salona bakıyorum. işte o an kendime bakıyorum. bir sigara yakıyorum.

NBA'vari bir geri sayımla, geçen haftanın en iyi beş hareketi geliyor gözlerimin önüne. birinde cihangirde bir rakı sofrasında masanın kalanı tatlı yerken teşrif edebiliyor, hamsi söylüyorum. eve doğru dönerken iki saat az geldi diyorum.

diğerinde üç aydır yapamadığım konuşmayı, saatler ileri alınmasına rağmen karanlığa bürünmüş bir plazanın altında çok sessiz, bizim bile duyamayacağımız bir şekilde yapmaya çalışıyorum. çok karanlık geliyor, kimse de birşey duymuyor zaten.

üçüncüde bir evdeyim. dünyanın en güçlü gözüken kadınının, savaş alanında kan revan içerisindeyken halen kılıcını sallamaya çalışan gururlu şövalyeymişcesine, hıçkırıklarını tutuşuna tanıklık ediyorum.

dördüncüde deniz gören bir yerdeyiz. onüç aydır yapamadığımız muhabbeti yapıyoruz. hepimiz onar sayfa yazalım, diğerleri devam etsin diyoruz. o kadarı mutlu edebilir bizi. neye inandığına bağlı bu hayatta kalman. bu hayatı yaşamak ise kimi inandırdığına bağlı.

son karede karşımda kendimi görüyorum. biraz yaşlıyım, sağlarım ağırmış, gözlerimin kenarında çizgiler. içkiye, sigaraya aynen devam. zannedersin tanju okan dinleyerek büyüdüm. akranlarım gibiyim. bu sefer ben susuyorum o anlatıyor;

-hani şu bağdat işi vardı ya
-ömür'ün ayarladığı?
-ha o işte. ömür aradı bugün. bırakmış oradaki işi ama yardımcı olacakmış bana

.....

işte bunlar yüzünden hiçbir şey değişmeyecek. bugüne kadar beklediğimiz, nereden geleceğini asla bilmediğimiz huzuru arıyoruz ve bu uslanmaz, arlanmaz huzur arayışımız hayatta kalmamızı sağlıyor. ben herşeye geç kalırken hayatın kendisinden, onu yaşayabilmek adına huzuru talep etmem de insan olarak arsızlığımdan mütevelli.

yagmur da yaşatmaz seni
güneş de artık

27 Mart 2012 Salı

altaylı


siyah beyazmış onun dünyası
tek varlığıymış kutsal forması
kafası güzel
boynunda atkı
kim bu diye sorma o bir altaylı

Superman



çok da farkımız yok

silence vs sound

silence is dry, sound is wet. volume is the mass of sound. in silence you can hear people think, but only when their bodies stop making noises. but who cares what people think? the noises their bodies make are more interesting anyway.

listen to your body. talk to plants. ignore people. do not go to sleep.

talihina sky

Talihina Sky, Kings of Leon'un hikayesini anlatıyor. Followill kardeşlerin varoluş hikayesi. Dindar bir anne, dünya umrunda olmayan, herşeyi terkeden bir baba ve komün içerisinde yaşayan Followill'ler.

Uyuşturucu ve Pixies'i keşifleriyle düşünmeye başlayıp, Talihina'dan kaçmaya karar veriyorlar. Leon dedelerinin adı, kaçtıkları için kral oluyorlar. Kaçıyorlar ama bir o kadar da içine saplanıyorlar herşeyin.

Guardian'daki film hakkındaki makalede "They're down-home boys who are seemingly never home" diye bir cümle geçiyor. Belgeselin izlenmesi için yeterli bir sebep.

Caleb şöyle bitiriyor filmi:
"it was not a good living but got me where i am now.
now i'm living a lot better because i tried it"

hani çocuğunuza herşey vermek mi, yoksa yokluk içinde büyütmek mi diye muhabbet açılırsa kafalar güzelken. ayık olun.

18 Mart 2012 Pazar

bizim benjamin ve benim pazar'ım

son on yıldır, istanbulda yaşamaya başladığım 2002'den beri en sevdiğim günler pazar. özellikle de son iki buçuk yıldır asmalıda yaşadığım kısmı.

cumartesi başlayıp pazar sabahının ilk saatlerinde betonden hallice bir kafanın yumuşak yatakta yoklama vermesiyle başladı hep o pazarlar. normal insanların kahvaltılarını bitirip, kahvelerini içtiği saatlerde ben yarı uyanık halimle alka-seltzer'i çakıp, uykunun en tatlı kısmına geçiş yaparım. samimiyetten yoksun bir reklam jingle'ının üstüne kendi yazdığım sözlerle hayata günaydın derdim her pazar "en tatlı pazarlar öğleden sonra başlar".

polar ropteşambır'ı sırtıma geçirip, kahvenin suyunu kettle'a doldurken, ibrahim ferrer ya da müadili ağırlıkta bir şarkıyı verirdim eve alttan altta. oldukça homoseksuel ve had saffada bencil bir güne başladığımın startını veren de sigarayı ateşlediğim an olurdu. sonra gerekirse dünya yansın, evden çıkmam. pazarları bizi aramazlar mesela. o telefonda arayan kişi kim olursa ismini gördükten sonra, "mute" tuşuna bacağımızı herkes bilir.

kendimi ilim, irfan, edebiyat, müzik ve çok az da sporla motive ettikten sonra havanın kararmasıyla birlikte akşam kendime çekeceğim ziyafet için hazırlıklara başlardım. kendime nasıl bir sofra hazırlayacaksam, yanında içeceğim içkiye daha hazırlık sırasında başlardım. belki de yemek yapmayı bu yüzden bu kadar çok seviyorum. öncesinde, esnasında ve sonrasında içki içtiğim için. gece yarısı olmadan da kafam kırılmaya başlayınca evin istediğim köşesinde mayışır, sonra ister kalkar yatağa gider, istersem de olduğum yerde omzumun üstünde bir tur atar uyumaya devam ederdim. pazar > haftanın diğer günleriydi o zamanlar.

ekimden beri evde benim benjamin button'la yaşıyoruz. pazar da anlamını yitirdi artık. yukarıda yazdıklarımın hiçbirini yapamıyorum. kar topu çığ oldu, benjamin hala çelik bilek. haftaiçi sabahları tam tekmil kahvaltılar, akşamına biralar, rakılar. sonrasında önüme açılan tavla seansları. ben ise özellikle sabahların da verdiği enerjiyle hep asık surat. zannedersinki her gün adam öldürmeye diye çıkıyorum evden. nasibini alıyor benjamin de. içim acıyor kimi zaman söylediklerime, biliyorum ileride çok koyacak. yaptıklarımın zaman zaman kırıcı olduğunu farkedince gönlünü almaya çalışıyorum. bir öyle bir böyleyiz özetle. ben hep bir öyle bir böyle oldum zaten.

bugün yine son bir hevesle aldım kızartmalıkları. evde köftelik kıyma da var biliyorum. "sigaran var mı" diye açılınca kapı derin bir iç çektim. ama içimden. var diyip paltonun cebinden çıkarttım. üstümdekilerden kurtulurken "ne yicez" geldi içeriden. ben hazırlayacağım birşeyler diye cevap vermekle yetindim. acıkmıştı benjamin ve açken benden daha aksi olabiliyor. benim aç halimden değil, normal halimden daha aksi.

hayatta neyin var deseler düşünerek sayacağım üç şeyden biri t-shirt'lerim olurdu. salata ve kızartmalık malzemeleri yıkamışım, girdiğimden beri saçmaladığının farkında olan benjamin muhabbet kurmaya çalışıyor. t-shirt'umun arkasındaki yazıyı okumaya çalışıyor.

-ne diyor burada. ne demek "this will be the death of me one of us will have to go"?
-bu benim ölümüm olacak o yüzden birimiz gitmeli.

eve girerken içime aldığım derin nefes diyaframı sıkıştırıyor aynısından bir tane daha aldığım için. cebimdeki son yirmi lirayı uzatıp, şununla bir rakı alsana benjamin diyorum. daha yemeği yaparken payıma düşen üç dubleyi indiriyorum mideye. mantı açtığımdan değil; pazarlarımı, kendimi özlediğimden.

5 Mart 2012 Pazartesi

dövme'den gelenler

yola kalabalık çıkmıştık. sonra yol çok uzayınca kimilerimiz telef oldu. belki de onlar yolu bitirdiler de biz kafası kesilip hayatına en uzun süre devam edecek şanslı tavuk olmak için yola devam ediyorduk. ay farkıyla en büyük benim üçümüz arasında.

geçen sene tanrının doğum gününde aynı yerdeydik. seneler önce aynı gün frusciante doğmuştu, seneler sonra aynı gün ben ikinci kez, medreruno da ilk kez ölüyordu. dövme yaptırmak, ölmek demektir. çünkü o koltuktan kalkınca yeniden doğduğuma inanırım. ölmekten de hiç korkmam.

ele başı olarak en büyük intihar planımızı en ince detaylarına kadar düşünmüştüm. herkesin sırası belliydi. herkes kaçıncı dövmesini yaptırıyorsa o sırada dövdürmeliydik birbirimizi. kemalito'yu izlerken 2008'in agustos'una gittim. koluma hiç'i kazıdığım, sonrasında istiklali kat edekederken boğazımdan giren o ılık yaz rüzgarının parmak uçlarıma doluşunu hatırladım. kuşlar böyle nefes alırlar, aldıkları hava bütün vücutlarında dolaşır. en hafif kuştan hafiftim. kemalito koltuktan kalktı ağır ağır. aynada kendisine baktı. ben oturuyordum. o an zaman durdu. elini başımın üstüne doğru vurur gibi yaptı. genelde geceleri çok ağır içimizi döktüğümüzde, çıkmaza girmişken yarın sabah olacak der gibi yaptığı şekilde yaptı bunu. kafamdan öptü iki kere. çok mutluydu. bütün mutluluğunu hissettim. bazen ölmek gerekiyor mutlu olmak için.

hayatta herkesin kendisini ifade ettiği rasyonel ya da irrasyonel oluşumlar var. tam yirmi yıldır tanıdığım medreruno'yu ifade edebilecek en doğru cümle "life changes, not you" olabilirdi. ama herşeyin bu kadar gerçek olması korkutucu. bunu yaptırıcam dediğinde beş dakikalık hızlandırılmış bir kayıtla yirmi seneyi geriye sardım. herşey değişmişti, şehirler, kadınlar, aileler, okuduğumuz kitaplar, içtiğimiz sigaralar, evlerimiz, ben ama tek birşey değişmemişti. o. filmi sonuna kadar izledim ve yönetmene saygımdan yirmi yıllık cast'ın adlarının da kayarak geçişinin hakkını verdim. arada hatırlamadıklarım çoktu. sonra çaktırmadan dışarı çıkıp bir sigara yaktım. gözlerim doluyordu. arka arkaya iki ölüm görüyordum ve bundan dünyevi bir zevk alıyordum.

benimkisi aynı. A4 kağıdına döndü vücudum. hayata dair isyan ettiğim, peşinde koştuğum ne varsa vücuduma kazıyorum. ileride insanlar neler yaşadığımı merak ederlerse diye onlara Kutadgu Bilig gibi bir beden bırakacağım. herşey üzerimde yazılı. tüm dünyanın anlaması için de her dövmemi ayrı bir dilde yaptırıyorum. ben dünyayı anlayamadım, belki onlar beni anlar diye.

"me llaman calle" ingilizce mealiyle "they call me street", nazan öncel tabiriyle ben sokak kızıyım bana iyi davranmayın, bizon murat tabiriyle sokak hayattır. amiyane tabiriyle de sokak çocuğu.

sokakta açtım gözlerimi. sokak basketbolu oynayıp, sokakta şarap içmeye başladım. sokak arasında kavga edip, sokakta yattım. sokakta kaybettim sevdiklerimi. sokağın tam ortasında. sokağa çıkmaktan hiç vazgeçmedim. yurtdışına gittiğimde müzeleri değil, sokakları gezdim.

hani bazı yazıları okurken dalıp gidersiniz "bak aynı başına gelmiş adamın benim başıma gelen, o da üzülmüş benim gibi. benimki daha acıklı değil onunkinden, fiyakalı değil onun acısı benimkinden, sade güzel olan kelimeler" diye düşünürsünüz. işte me llaman calle'nin sözlerinde de aynı kekremsi, sigarayı yaktıran tat var.

ben de öldükten sonra üç çift göz, üçgen şeklinde birbimize baktık. camlarla çevrili oda bir anda buz kesti. her gözün kör noktasının altında yatan büyük haykırışlar vardı vücutlara kazınan ve onların ne olduğunu bilen karşılaştıkları diğer gözlerdeki sarı lekelerdi. lekeli, kafası kesilmiş, körlerdik, değneksiz yolunu bulmaya çalışan. rekora koşarken.

beyler fotoda ibnelik var.

28 Şubat 2012 Salı

Kahraman'ın maceraları #1

Kahraman, seksenli yılların ilk yarısında türkiye'nin kalburüstü şehirlerinden birinde, çekirdek bir ailenin ilk ve son mahsülü olarak dünyaya selam çaktı.

Kahraman'ın babası, o zamanların adetlerinden olan kaybedilmiş aile büyüklerinin isimlerinin yeni gelenlere verilmesine oldukça karşıydı çünkü ölülere dirilerden daha büyük saygı duyuyordu. ismin yerine geçebilecek hiçbirşey olmadığını düşünüyordu ve bu yüzden kendi babasını yeni kaybetmesine, acısı halen görenlerin içini yakmasına ragmen oğluna babasının ismini vermek istemedi. Kahraman, doğduğu ilk andan itibaren babasıyla arasına giren bu soğukluğu seneler sonra fark edecekti.

Kahraman'ın annesi ise evlilik cüzdanını aldıktan sonra nüfus müdürlüğüne giderek, cüzdanında taşıdığı pembe kağıdın üzerinde her gün karşısına çıkan doğum tarihini evlilik yıl dönümüyle değiştirtti. bu süre zarfında geçirdiği yirmidört seneyi çöpe atmaktan asla çekinmemişti ve ilk aşık olduğu, evlendiği adama kendisine can vermişcesine bağlanmıştı. bu kadar inançlı bir kadının, mahsülün bir ömür boyu taşıyacağı adı hakkında söz sahibi olacağını bilmek için okul bitirmeye de gerek yoktu.

Kahraman'ın babası belki kendi babasının yakın zamanda terk-i diyar eyleyeceğini bildiği için belki de her zaman dile getirdiği gibi gerçekten çocuk sahibi olmayı çok istediği için eşinin hamile kalamadığı dönemde zor günler geçirdi. hayat boyu istediğini alamadığı için tepkisini insanların suratına açıkça vurmaktan çekinmeyen bu adam için yaşadığı belirsizlik kendisini sorgulmaya itmiş, sonrasında Kahraman'ın dersaneye gideceği bina olacak yaşadıkları evin altı metrekarelik dar koridorunda gece boyunca "yetiş oğlum hadi, yetiş artık" diye kendince büyük, gerçekten gülünç voltalar atmasına neden olmuştu. çağrılara kulak asan Kahraman bir süre sonra geleceğini haber verdiğinde, kendisine benzer milyonlarca arasından ne kadar şanslı olduğunu ispatlarcasına kendisine verilecek adı da çağırıyordu bilmeden. artık bazı şeyler birilerinin canına yetmişti ve o da yetişmişti.

Kahraman'ın annesi aklı başında kadındı. hem doğumun hem de doğurmanın ne olduğunu biliyordu. can vermek ve can bulmak arasındaki ince çizginin üzerinde yürümüştü yükseklerde akrobasik hareketlerle. bir gece vakti eşine önce yetiş'in bir pirinç markası olduğunu hatırlattı sonra da kendince doğrularla karnında taşımaya başladığı canın hayatları için ne kadar önemli olduğunu ve önlerindeki nice yıl için birliktelik sebebi olacağını anlattı. doğumun gerçekleşeceği gün kucaklarına alacakları bebeklerinin kulağına "cansın" diye fisıldamanın ne kadar mucizevi bir his olacağını anlattı çöpe attığı, can saymadığı yirmidört seneyi tekrar yaşayarak. isim koymuyorlardı da evin üçüncüsüne hitap şekillerini belirliyorlardı sanki. kendi çaplarında haklı sayılabilirlerdi. pi sayısına çok güvenmemek gerektiğinin hala farkında değillerdi ikisi de meslek lisesi mezun oldu için.

doğum zamanı gelip çattı. çatmadan önce çatırdamalar başlamıştı ikili arasında. seksenler zor senelerdi. bir tanesi altı, diğeri yedi kişilik ailelerden geliyordu. kalabalıkta gerçekleri saklamak kolaydı. aynı çatı altında iki kişi kalınca saklanacak hiçbirşey kalmamıştı. içinde herşeyi saklayabilecekleri bir Kahraman'a ihtiyaçları vardı. son bir hevesle baba bu birlikteliğe sarılmak gerektiğini düşündü. eşinin önceki gece can verdiği mahsül zamanında yetişemese de bazı gerçeklerin ortaya çıkmasına saklanacak daha çok gerçek vardı. canını kucağına aldığında Kahraman'ımız geldi dedi eşinin gözlerinin içine bakarak.

o an iki çift göz şimşek gibi çaktı doğumhanenin orta yerine, gök gürledi, yağmur başladı, hastanenin elektrikleri gitti, Kahraman bağırmaya başladı, son kez ağladı dünyaya gelişinin henüz ilk saatleri olmasına ragmen.

27 Şubat 2012 Pazartesi

nowadays #18

my body is a cage
that keeps me from dancing with the one i love
but my mind holds the key

i'm standing on the stage
of fear and self-doubt
it's a hollow play
but they'll clap anyway


20 Şubat 2012 Pazartesi

hadi yatalım

artık herşeyi terk edip gitmemiz gerekiyordu.
o en sevdiğimiz şarkıdaki gibi sahiplendiğimiz ne varsa okyanusa savurmalıyız. bu kez her zaman yaptığımız gibi kırarak, yıkarak, bağırarak, çağırarak degil. okyanusun diger ucuna gitmeliyiz. rüyalar şehrine. uyanmayı en çok hakedecek rüyayı görene kadar uyumak istiyorum.

anlatamadık.
kendimizi, damarımızda akan kanın içerisindeki milyonlarca hücreye anca anlatabilmişken, sesimizi dışarıya duyuramadık. duyurmak da istemedik. en uysal duygular volkanik patlamalara döndü. ruhumuz dağ eteklerine kurulu taşralı viraneler oldugu için de kendi eteklerimizde eridik. görsel açıdan şölen olan dağın içerisinden beş bin derece sıcaklıktan bir sıvıyla yıkanacağımızı tahmin edemeyecek kadar cahildik.

aldırmadık.
hiç şemsiyemiz olmadı. elle tutulan herşeye ön yargımız vardı. üzerimize yağan gerçeklere şemsiye açmadık. havaya doğru ağzımızı açıp, içimizin aldığı kadarını yutmaya çalıştık. kah geviş getirdik, kah kustuk. çoğu zaman ise tıka basa dolduk. gerçeğin dayattığının, somutluğun karşısındaydık. soyut bir dünyada yaşıyorduk tüm dünyaya karşı. aynı dünya içerisindeki ayrı dünyanın insanlarıydık.

yürüdük.
paramız yokken çok yürüdük. yürümek kafa açıyordu. görmediğimiz insanların kavgalarına şahit oluyorduk yürürken. duymadığımız sesleri duyuyorduk, alamadığımız kokuları alıyordu burnumuz, nasır tutuyordu tabanlarımız, kramplar giriyordu bir zamanlar sıçramaktan yorgun düşen bacaklarımıza. göz yaşlarımız akıyordu ağzımızın içine. deniz suyu yutan çocukluğumuzu hatırlıyorduk o tatta. ağlamakdan da zevk almayı bilir hale gelmiştik.

içtik. uçtuk. kalktık, uzaklara gittik. sonra en yakına geri döndük. yorulduk.

bir şeyleri değiştirmenin zamanı geldiğini hissediyorum. artık böyle devam edemeyeceğim ve etmek de istemiyorum. usul usul yok olalım istiyorum. kimsenin bilmediği bir yerde, kimsenin bilmediği bir zamanda uyumaya başlamak istiyorum. ya gerçeği öğrenmek adına delirmemiz gerekiyor ya da zamanında yatağa girmemiz. ben yatağa girip üzerime kalın bir yorgan çekmek istiyorum. alarm kurmayalım, birbirimizi de uyandırmayalım.

hadi yatalım kardeşim.

11 Şubat 2012 Cumartesi

11 Şubat'ın dorduncu saatini mertcan'la yaşamak

masadaki herseyi bırakıp paranteze indim.
uzun zamandır yoktum. orkun'la başladık muhabbete. emre'yle kadeh vurduk ortacgil'de. bir nevi ustalara saygı kusagıydı. paçalarımdan akıyordu hastalık, yalnızlık, yogunluk, sinir. yaşadığım ne varsa.

ikiye dogru kapattık parantezi. kıyamet koptu yan barda. herkes birbirine girdi. ne komik oluyor kavga etmeye çalışan sarhos erkekler. erkek zaten çirkin bir varlıkken en çirkin haline bürünüyor kavga ederken. biz hepsine güldük. bize de hep gülmüşlerdir zaten.

sonra karanlık, ıssız, kuytu asmalı köşesinden o döndü. ıssız kuytu köşelerden and olsunki dönecegiz diye karşıladım dogum günü çocugunu. sarmaş dolaş olduk. uzun zamandır bu sıcaklıgı hissetmemiştim. bir ara büyük altay diye haykırdı o da beni özledigini dile getirmek adına belki de. laf lafı açtı. dedimki "benimki mavi sakal gibi iki yol, birinde hayatın biçtiğini yaşıyorum digerinde kendim oluyorum. arada kayboldugum kadar da var oluyorum. sen de kendi yolunda yürüyorsun. ikimiz de mutsuzuz. nasıl olacak bu iş"... hayata karşı durmaya devam dedik sonrasında. elindeki uçan balonu gecenin sonunda kaybedecegini bile bile bileginde o balonu taşıyan çocuk misali bizim hayatımız. balonun uçmasına çaresiz kalana kadar hayata karşı durmaya devam edecegiz.

eve çıktık.
şarkımızı çalayım dedim. evden çıkmadan önce tweet attıgım. bazen bir içki şişesi yaşam destek ünitesi diye. "bu şarkıyı seninle benim dinlediğim gibi kimse dinlemiyor" dedi.

aynı yoldan geliyorduk. richter'e meydan okuyan bir zelzele ile dünyaya gelmiştik. prefabrik büyütelim bu çocukları demişti ebeveynlerimiz. bilmiyorlardıki etrafımızdaki çadırların hepsini ateşe verebilecek gözü karalıkta oldugumuzu. biz çevremizdeki herşeyi yakmakla kalmayan yananların üstüne gaz dökmekten korkmayan çocuklardık. biz de onlarla beraber yanıyorduk. hala yanıyoruz. ateşim kırk. onumdeki jager'in alkol derecesi de kırk.

ronaldo'yu maça hazırlıyordu. başını öne eğdi. yerde oturuyordu. karşımda. ölüyor muyuz yoksa dedim. belli olmaz dedi en samimi haliyle. ronaldo'suz çıkalım sahaya dedim. o da onaylarcasına horlamaya başladı.

şu an yerde yatıyor. birazdan ikimizin de çok uzaklardan anca hatırlayabildigi baba şefkatiyle onu koltuga yatıracağım. ben de soğuk terler atmak üzere yatağıma yatacağım.

mertcan.
isimlerin hayatta büyük hikayeleri var. bu da benim ona karşı olan borcum olsun. elli doları peşin olarak bu yazıyla ödedim. ellisini de sonra öderim kardeşim. biraz daha ucuz şarabımız kaldı bitirecek.


11 Şubat'ın ilk saati

masanın üstündekiler tüm gerçekliğimi yansıtıyor.
ikisi açılmamış dört paket gauloises, strefen, mozipedia'da suffer little children paragrafı ustune konmuş bir bardak, kurt cobain journals, boşalayazan beyaz angora şişesi, açılmayı bekleyen black label, ipod, supradyn, after eight, glorious gazza, kumandalar, şekerlik, booby moore ve di canio rozetleri, boş bilimum bardak daha, londra'da yazmaya başladığım yarısından fazla dolmuş defter,gargara yapamadığım andorex, prospektüsler.

ben kesilene kadar yüzdüm ama
görünmeyince kara
bıraktım kendimi
battım bir taş gibi

daha fazla içmem lazım.

12 Ocak 2012 Perşembe

hipokratınıza sokayım

yirmi sekizimi bitirmeme bir aydan kısa süre kala, cv'mdeki iki zonanın yanına bir tane de tükenmişlik sendromu (burnout sendromu daha karizma durabilir) ekledim. gururluyum.

doktorun söylediğine göre hayatımdaki herşeyi değiştirmem gerekiyor. en başında işimi ve canımı sıkan önceliklerimi. benim ağzımda durmuyor kelimeler. dilim ensest, zehrim öldürücü. senin hipokrat yeminine sokayım dedim doktora. doktorların da her kurumsal meslekte olduğu gibi ruhlarının diplomaya satıldığına inanırım. çıktım gittim. bonibonun içinde bile o kadar renk yokken benim torbamda şu anda sekiz farklı renkte ilacım olması gerekiyor. olması gerekiyor çünkü sekizini de alacak param yoktu. ilaçlar kafamda bonibon gibi yer etsin diye dört rengini aldım sadece. zaten iki ilacın da renginde duplikasyon vardı. bonibon gibi avuç avuç yersem sıkıntı olabilir ama yemekle de pek aram yok.

üç gündür evde sessiz kalarak birbirimizi ne kadar kırabiliriz adlı oyunu oynuyoruz kaptanla. ben bir buçukluk plastik madran şişesini oynuyorum o ise eski beş litrelik cam şişe şaşal rolünde, doksanlarda işaret parmağını takıp da eve götürdüklerimizden. ben darbeyle karşılaştığımda yerden sekiyorum ve küçük sıyrıklarla fiziksel zararlar görüp, kendi kendime doğrulabiliyorum. şaşalı devirmek ise zor oluyor, yerinde ağırlığı var ama kırılırsa her yer un ufak cam kırıklarıyla dolacak. cam kırıkları, pet şişeyi de kesebiir elbette bu parçalanmadan sonra. taş, kağıt, makas hesabı.

burnout için ekşi'de şöyle diyor: "hayatı çekilmez olarak görme,tükenme belirtisi olarak tanımlanmaktadır.belirtileri uykusuzluk,canlılığını kaybetme,baş ağrısı,göğüs agrıları,ani öfke,sürekli kızgınlık,yalnızlık duygusu,çaresizlilk." hiç alakası yok benim hissettiklerimle. daha iki hafta önce nasıl da gülüyorduk.

kurt ise intihar mektubunda şöyle demiş, kemalito söyledi: "it's better to burn out than to fade away".

çok susadım.

saat 3



koşma yorulduysan,anaforda boğulduysan
sen de korkuyorsan yalnızlıktan
bilme istemiyorsan,bir an bile gülmüyorsan
sen de sıkıldıysan yalanlarımızdan

6 Ocak 2012 Cuma

3 Ocak 2012 Salı

Camden Town denilen bir boşluk



yürüdüm. bütün yolu. herkesi duyacak, hiç birşeyi anlamayacak kadar.
duyu organlarımla iletişime geçen tüm varlıklar ve yokluklar, aklımdaki urlarla bugüne kadar daha karlı çıkmadığım bir takas şekliyle yer değiştiriyordu. ben bunu bir çocuğun çizgi filme kilitlendiği gibi izliyordum ve eş zamanlı olarak bu görsel şölen sayesinde bir ergen gibi orgazm oluyordum.

haritada oldugum yeri bulduktan sonra gideceğim yerin ölçek dışında kalması handikaptan ziyade mutluluktu. camden'a gidilip gerçek yoklukla tanışacaktım. döndükten sonrada okudugum bir kitapda camden town için "camden town denilen deliler semtinin arka sokaklarının kesiştigi ücra bir köşede bir pub vardı" diyordu ve ben o barda olmasa da yakınlarında oldugunu hissettiğim bir dükkanda güney amerikalı abla, kardeşle poster sattıkları dükkanlarını kapatıp; kendimizi umut dolu şişelere vurup, özgürlük dolu nefeslerimizle, ayrı yarım kürelerden baktığımız dünyalarımızı birbirimize anlatıyorduk. herşey, neresinden baktığına bağlı.

camden market labirentinde kendimi kaybederken, aklım kimi zaman çocukluğuma gidiyordu, kimi zaman bugüne dönüyordu ama en çok da unuttuğum hayal kurma yeteneğimi bana geri veriyordu. kimi zaman birinin küpesinde, kimi zaman diğerinin dövmelerinde, kulağıma takılan her sert aksanda, gördüğüm tshirt'lerde, insanların kendisini ifade ettiği ne varsa orada hayal kuruyordum. kendi gerçeklerim hayallerimin üstüne beton döktüğü için ben de tanımadığım insanların gerçekliğinden yeni hayaller yaratabiliyordum ve bunu keşfedebilmek bile beni en azından gittiği yere kadar yeşertecekti.

yürüdükçe açılıyordum, gördükçe bakasım geliyordu. kendimi altı yaşında, ilk okula başlamış gibi hissediyordum. o gün de etrafımdaki herkes bir koşuşturma içerisindeyken ben yepyeni bir hayata başlamanın heyecanı içerisindeydim. belki de evden ilk kez uzaklaşacak olmanın verdiği keyif akıyordu damarlarımdan da ben farkında değildim. o zamanlar tek bir tarafından bakabiliyordum hayata sadece. hayata dair vakit geçirdiğim tek güzergahım okul ile ev arasındaydı ve işin kötü yanı her zaman o yol üstünde elimi tutan, benden yaşça büyük birisi vardı. bu kez ise kimse yoktu yanımda ve ben bitmeyecek bu yolun sonunda gerçekten evime gidip, uzandığım koltukta kendimi o hep hayalini kurduğum varlıkla yokluk arasındaki boşluğa bırakabilecek yakınlıkta hissediyordum.

son bir sigara daha yaktım, sonrasında yanıma bir evsizin oturduğu bankta.
bir tane de ona verdim.
sonra hiç birşey söylemeden ikimiz de karanlığın ayrı yönlerine doğru kaybolduk. herşey bazen yolun neresinden gittiğine bağlı olarak da değişebiliyordu.