son on yıldır, istanbulda yaşamaya başladığım 2002'den beri en sevdiğim günler pazar. özellikle de son iki buçuk yıldır asmalıda yaşadığım kısmı.
cumartesi başlayıp pazar sabahının ilk saatlerinde betonden hallice bir kafanın yumuşak yatakta yoklama vermesiyle başladı hep o pazarlar. normal insanların kahvaltılarını bitirip, kahvelerini içtiği saatlerde ben yarı uyanık halimle alka-seltzer'i çakıp, uykunun en tatlı kısmına geçiş yaparım. samimiyetten yoksun bir reklam jingle'ının üstüne kendi yazdığım sözlerle hayata günaydın derdim her pazar "en tatlı pazarlar öğleden sonra başlar".
polar ropteşambır'ı sırtıma geçirip, kahvenin suyunu kettle'a doldurken, ibrahim ferrer ya da müadili ağırlıkta bir şarkıyı verirdim eve alttan altta. oldukça homoseksuel ve had saffada bencil bir güne başladığımın startını veren de sigarayı ateşlediğim an olurdu. sonra gerekirse dünya yansın, evden çıkmam. pazarları bizi aramazlar mesela. o telefonda arayan kişi kim olursa ismini gördükten sonra, "mute" tuşuna bacağımızı herkes bilir.
kendimi ilim, irfan, edebiyat, müzik ve çok az da sporla motive ettikten sonra havanın kararmasıyla birlikte akşam kendime çekeceğim ziyafet için hazırlıklara başlardım. kendime nasıl bir sofra hazırlayacaksam, yanında içeceğim içkiye daha hazırlık sırasında başlardım. belki de yemek yapmayı bu yüzden bu kadar çok seviyorum. öncesinde, esnasında ve sonrasında içki içtiğim için. gece yarısı olmadan da kafam kırılmaya başlayınca evin istediğim köşesinde mayışır, sonra ister kalkar yatağa gider, istersem de olduğum yerde omzumun üstünde bir tur atar uyumaya devam ederdim. pazar > haftanın diğer günleriydi o zamanlar.
ekimden beri evde benim benjamin button'la yaşıyoruz. pazar da anlamını yitirdi artık. yukarıda yazdıklarımın hiçbirini yapamıyorum. kar topu çığ oldu, benjamin hala çelik bilek. haftaiçi sabahları tam tekmil kahvaltılar, akşamına biralar, rakılar. sonrasında önüme açılan tavla seansları. ben ise özellikle sabahların da verdiği enerjiyle hep asık surat. zannedersinki her gün adam öldürmeye diye çıkıyorum evden. nasibini alıyor benjamin de. içim acıyor kimi zaman söylediklerime, biliyorum ileride çok koyacak. yaptıklarımın zaman zaman kırıcı olduğunu farkedince gönlünü almaya çalışıyorum. bir öyle bir böyleyiz özetle. ben hep bir öyle bir böyle oldum zaten.
bugün yine son bir hevesle aldım kızartmalıkları. evde köftelik kıyma da var biliyorum. "sigaran var mı" diye açılınca kapı derin bir iç çektim. ama içimden. var diyip paltonun cebinden çıkarttım. üstümdekilerden kurtulurken "ne yicez" geldi içeriden. ben hazırlayacağım birşeyler diye cevap vermekle yetindim. acıkmıştı benjamin ve açken benden daha aksi olabiliyor. benim aç halimden değil, normal halimden daha aksi.
hayatta neyin var deseler düşünerek sayacağım üç şeyden biri t-shirt'lerim olurdu. salata ve kızartmalık malzemeleri yıkamışım, girdiğimden beri saçmaladığının farkında olan benjamin muhabbet kurmaya çalışıyor. t-shirt'umun arkasındaki yazıyı okumaya çalışıyor.
-ne diyor burada. ne demek "this will be the death of me one of us will have to go"?
-bu benim ölümüm olacak o yüzden birimiz gitmeli.
eve girerken içime aldığım derin nefes diyaframı sıkıştırıyor aynısından bir tane daha aldığım için. cebimdeki son yirmi lirayı uzatıp, şununla bir rakı alsana benjamin diyorum. daha yemeği yaparken payıma düşen üç dubleyi indiriyorum mideye. mantı açtığımdan değil; pazarlarımı, kendimi özlediğimden.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder