30 Nisan 2015 Perşembe
teras
resmin ustune tıkla.
sonra sağ klik.
save to desktop.
...
şarap bitti aşağıya iniyorum ben.
bir şey ister misin?
güneş batarken serin oluyor.
29 Nisan 2015 Çarşamba
27 Nisan Pazartesi - Londra'da Yerleşik Hayatın İlk Gecesi
27 nisan pazartesi sabah 6:45’te başladım Londra’daki beşinci haftama.
şirketin geçici olarak kalmamı sağladığı yirmi metre karelik yarı açık stüdyodaki eşyalarımı pazar gecesi toplamıştım. yarılarına kadar açtığım üç tane koli, bir tane herkeste olan tekerlekli bavullardan, bir tane kimsede olmayan 50 model samsonite ahşap kaplama çanta, iki sırt çantası, iki tane de omuza asmalı çantayla cevat kelle gibiydim. mart başında platonik biçimde kolumu kırdığım için ve alçısız, alternatif tıp yoluyla iyileştirdiğim için halen üzerine yattığımda sol kolum ağrıyor. tek başıma onları indirmem imkansız olduğundan sitede belboy olarak sabah vardiyasında çalışan, geçirdiğim dört haftada her yangın alarmını öttürdüğümde gülerek telefonla beni arayan, geceleri sarhoş geldiğimde hatırladığım kadarıyla bana gülümseyen hatırlamadıklarımda ertesi sabah beni gördüğünde “yesterday pilot” diyip kollarını iki yana paralel açarak bana yine gülümseyen romen kardeşimden yardım istedim aşağıya inip. kolileri birer ucundan beraber tutup, çantaları da eşit ağırlıkta bölüşüp aşağıya indirdik. teşekkür amaçlı yirmi pound verdim çok bu diyip onunu geri uzattı. yukarı çıktım. sabahın 7:30’unda terden sırılsıklam olmuş t-shirt’umle şortumu kirli çantasına attım. duş alıp, son tarzıma yakışır biçimde önceki geceden ayırdığım kostümümü giyinip ofise doğru yürüdüm. 8:05’te ctrl+alt+del yapıp Marad0na yazdım şirket bilgisayarına.
öğlen 12:30’da ofisten çıkıp 12:50’de "inventory company’den” gelen ev sahibinden daha landlord, bizim tabirimizle jilet gibi bir adamla müstakbel evimde anahtarları almak üzere buluştuk. eve şöyle bir baktım, heyecanı ertelemeyi seven bir yapım olduğundan “okeydir” diyip bir dakikadan kısa bir sürede Shoreditch, Wilmot Street’teki 262 numaralı daire(m)den dışarı çıktım. jiletle el sıkışıp sokağın ayrı yönlerine doğru taban çırptık. 13:15’te şirket bilgisayarına ikinci kez ctrl+alt+del yapıp Marad0na yazdıktan sonra ve pret a manger’den aldığım tavuklu baconlı tostumdan bir ısırık aldım.
akşam 7’de ofisten çıkıp 7:20’de, geldiğimden beri bana ev sahipliği yapan cartwright gardens’taki yarı açık stüdyonun lobisine uğradım. her türlü adam sikmeciliğin meşru kılındığı topraklardan geldiğim için içeri girip kolilere ve çantalara baktım. hepsi yerli yerindeydi. saha ve zemin taşınmaya çok müsaitti. mini van da gelmişti. eşyaları mini van’a yerleştirdik müslüman olduğu aşikar şoförle. taşırken eşyaların ağırlığından dert yandı. aynı eşyaları asansörsüz üç kat yukarıya çıkaracağımızı söyledim. öyle anlaşmadık dedi. tamam işte şimdi söylüyorum dedim. cevap vermeden arabaya bindi.
yolda muhabbet etmeye çalıştım samimiyet kuralım da yardım etsin diye. afganistan’dan on sekiz sene önce gelmiş Londra’ya. iki çocuğu da burada universitede okuyormuş. ortak kullandığımız tek kelimeyi cümle içinde kullanayım diye “allah bağışlasın” dedim, gülümsedi. on saniyelik sessizliğin ardından tam zamanı diye düşünüp eşyaları yukarı çıkartmamda yardımcı olması için rica ettim ekstra ödeyeceğimi de belirterek. yok olmaz dedi. ulan 36 pound’a arabayla eşyaları taşıyorsun, 20 pound daha vereyim beraber çıkartalım, nedir yani. bir ucundan tut yeter. baktım dil döksem de olmayacak. bu motivasyonla ben tek başıma da taşırım diye düşünüp senin dinini sikeyim diyip indim wilmot sokağının 262 numaralı dairesinin yer aldığı apartmanın önünde. bir düzine parça eşyayla cezaevinden çıkmış tuncel kurtiz edasıyla bir sigara yakıp üçüncü kattaki pencereyi izledim. yedi dakika içerisinde aksoy'daki evden ilk gidişimi, yurtta uyandığım ilk sabah benim daha sakalım çıkmamışken etrafımda haşır huşur tıraş olan adamlara dair şaşkınlığımı, pederi rusya’ya ilk yolladığımda havalimanında yığılıp kaldığımı ve sırf bu yüzden iki sene otobüsle izmir’e gidip geldiğimi, istanbul’da cem ile ortaköy’de evi tuttuğumuz an yaşadığımız şaşkınlığı, ikinci eve çıkışımı, üçüncü eve çıkışımı, dördüncüde asmalı’ya yerleşişimi, valideyle pederin ikinci evliliklerinin hem yara bandı hem de yarası olan didim’deki evin balkonunu, hacı memiş’teki evin yere yapılan yataklarını, validenin daha bu yaz eski evi satıp yeni bir ev aldığını unutup eski evimize gidişimi, taşlıca apartmanını, babanemin rum evini yani ne varsa düşündüm. üzerinde otururken sigaranın sonuna geldiğim bütün eşyalarda o evlerden parçalar vardı. kendi kendime sesli biçimde "ben sana hatıralarla yaşayamazsın demedim, yaşa ama hobi olarak yaşa dedim” diyip sigarayı söndürdüm.
bir öncelik sırası yapmam gerekiyordu. eninde sonunda geberecektim o eşyaları çıkartırken. çocukken tabakta patates kızartmasını sona sakladığım gibi bari kolileri önce çıkartayım dedim. sona çantalar kalsın kolay diye. yarım saatin sonunda son çantayı da içeri koyduğumda nabzım çenemde atıyordu. kan ter içerisinde kalmıştım. gömleğimi çıkartıp son zamanlarda edindiğim bir alışkanlık olarak sırt üstü yere bıraktım kendimi salonun ortasında. sol kolum tartışmaya yer bırakmaksızın sen kimsin de alternatif tıpa meydan okuyorsun dalyarak dercesine çoktan morarmıştı. nefesim biraz yerine gelince kol uzaklığımdaki kırmızı gauloises’dan bir tane alıp yaktım. londra’da, shoreditch’te kendi evimdeydim.
doğrulup etrafa baktım. evin sokağa bakan georgian style sash - bunlar önemli - penceresine yaslanmış ahşap masanın üstünde bir not bir de anahtar gördüm. ev sahibi öğleden sonra eve uğrayıp kendisindeki diğer anahtarı bırakıp bana not yazmış:
"dear ogan,
welcome to wilmot street. i hope you enjoy living here as much as i did. here is some general information about the flat to help you settle in" diye başlayıp elektrik, ısınma, kiler, çöp günleri, teras ve çiçekler hakkında bilgi veriyor. işte insan gerçekten hayret ediyor. arayıp teşekkür ettim. cumartesi sabahı da tanışmak için eve davet ettim.
evden çıkıp ellerim cebimde şarkı söyleye söyleye tur attım. daha önceden gözüme kestirdiğim ocakbaşına selamın aleyküm diyerek girdim. “o aleyküm selam” diye samimiyetsiz bir türk karşılamasıyla içeriye buyur edildim. sanki senelerdir tanıyor beni amk. peynir, cacık, şakşuka bir de ufak alayım dedim kebaba sonra geçeriz. garson "abi bizde şişe yok tek ya da dabıl usulü" diye topu taca atmaya çalıştı. dabıl demese kabul edebilirdim çünkü takatim kalmamıştı artık ama dabıl, rakının yanında dokuz kusurlu hareketin en başında geliyor. londra’da yaşasan bile. dabıl rakı ne lan. aynı gün içerisinde iki müslümana kaybetmeyi içime sindiremeyeceğimden “kardeşim keyfim çok yerinde sen bana ufak rakıyı getir de tadım kaçmasın” dedim. tamam abi diyip iki dakika sonra rakıyı masaya koyarken yanına bir de ufak şalgam getirdi “abi bu da benden olsun” diye. bir tarafta müslümanların vermeden almayan allahı, diğer tarafta almadan vermeyen müslümanlar. bilemiyorum al(lah)tan.
dört dublede yuvarladığım rakı iyi geldi. hem gerilen kaslarımı yumuşattı hem de eşyaları yukarıya taşımadan önce daldığım düşünceleri hatırlattı. bir de rakının benim hayatımda önemli yeri var. ben rakıyı bir içecekten ziyade aksesuar olarak görüyorum. hani takım elbise giyince kravat takmazsan olmaz derler ya - ki bence olur - onun gibi. ama rakısız olmaz. rakı bence sixth element. kadehte duruyor, elde duruyor, kanda duruyor, fonda duruyor, mezeyle dost balıkla arkadaş ömrümüz geçiyor bak yavaş yavaş.
eve gelip kolilerin ve çantaların hepsini açtım ve basitçe yerleştirdim. sabah 6:45’te başladığım 27 nisan'ın pazartesisini terk etmiş, 28’i salının ilk iki buçuk saatini de birayla hiç etmiş, cilalı taş devrinde ilk yerleşik hayata geçen insanlık gibiydim. sen düşün artık. duş almaya yeltenirken fark ettim ki havlu getirmemiştim istanbul’dan. havlu da öyle bir aparat ki yerine koyabilecek bir şeyin yok. teyemmüm mü yapayım 2015 londra’sında. cilalı taş yerleşik hayatı romantizmini sevdiğim için temiz t-shirt’lerle kurulanırım dedim kendi kendime. nitekim öyle yaptım. bu sefer de ne yatağın üzerini örtecek bir çarşaf ne de kendi üzerimi örtecek pikevari kalın bir örtü olmadığını fark ettim. cilalı taş devrinden birinci çinko umutsuzluğuna döndüm bir anda. yatağın üzerini en büyük beden üç tane t-shirt ile kendi üzerimi de meşhur polar ropdöşambırım ile örttüm. uykuya dalmaya çalışırken saatin üç buçuğa geldiğini fark ettim.
yirmi saatten uzun süren bir koşuşturma silsilesi sonunda eksiksiz ama gedikli bir şekilde başımı yastığa tekrar koyabilmiştim. altımdaki yatağın ve üstümdeki ropdöşambırın inceden yabancılık hissettirmesine ragmen insanın kendi yatağı gibisi yokmuşu tekrar anladım. ev insanın kalesidir.
uyumadan önce ekibe taşınırken çok yorulduğumu ve sabah geç, on buçukta geleceğime dair mesaj attım.
28 nisan sabah 1030’da şirket bilgisayarında ctrl+alt+del yapıp Marad0na yazdıktan sonra çay getirdiler masama. yorgunluğunu alır biraz, sen bir şey içmemişsindir, nasıl geçti evde ilk gecen mutlu musun dediler.
mutluyum dedim.
çok.
eskiden kalma bir alışkanlıkla kulaklığımı taktım.
çaydan bir yudum aldım.
en sevdiğim playlist’ten önceki gece uyumadan önce dinlediğim son şarkıyı çaldım.
15 Nisan 2015 Çarşamba
yarın yokmuşçasına videosu
spoiler da değil bu, hayatın kendisini içerir.
1- o gece çok uzun oldu.
yarın yokmuşçasına partisinde on dakikalık bir video hazırladım. kendi vfonv'mizi yapacağımız günler de gelecek. fakı sağ olsun hepsini bir araya getirdi. onun gözü çok güzel. videoları indirdikten sonra ne düşünüyorsun dedim, sen ruh hastasısın dedi o şen kahkahasıyla. haksız sayılmaz.
o videoyu artık paylaşabilirim. tüm alt metinleriyle hem de.
videoyu şuradan izleyebilir isteyen.
vimeo'su kasana youtube'u da var.
videoyu şuradan izleyebilir isteyen.
vimeo'su kasana youtube'u da var.
2- fiko, nihat ve hatta cevdet bize aksoy'dan emanet. giderayak.
3- hem Manu Chao hem de Maradona'yı ayrı ayrı vücuduma kazıdım. Maradona, Manu Chao'ya yaklaştıktan sonra şunu dinliyor. "if i were maradona, i would live just like him. because the world is a ball lived raw under the skin." elleri cebinde, gözlüklerinin altından gözyaşlarının aktığı o an var ya hani, orada da şunu. "i were Maradona with a game to win, with a divine hand"
4- tolunay kafkas gibileri çok yaşasın.
5- dito'nun askerleriyiz.
6- behzat komserim nasıl da deli deli dans ediyor. yediğin darbelere bak bu da mı sana yetmiyor komserim.
7- o "abi iyi akşamlar" tedirginliğini yaşamayan bizden değildir. her şey çok güzel olacak yalanına inanmayan da.
8- i love you but you don't know what you're talking about. ve o saçma sapan danslari o plak, o fransızca, o tedirginlik. sen çok yaşa wes anderson.
9- hayat, hepimizin anladığın kadar. olması gereken, olur. yiyeceksin, içeceksin. kendine oh afiyet olsun diyeceksin. hepimize afiyet olsun.
10- it's my belief that history is a wheel. 'Inconstancy is my very essence,' says the wheel. Rise up on my spokes if you like but don't complain when you're cast back down into the depths. Good time pass away, but then so do the bad. Mutability is our tragedy, but it's also our hope. The worst of time, like the best, are always passing away.
I KNOW. I KNOW.
11- "son şanslar bunlar." hayatımın tecrübe ederek hatırladığım altay'ına dair en mutlu anı. 90.dakikada frikikten attığımız golle kazanıp, finale çıktık. yensek süper ligteyiz. sonra davutoğlu'nun konya'sına finalde kaybettik. o zamanlar tezgahın farkında değildim. golü atan tiago formasını çıkartmamasına rağmen ikinci sarı karttan kırmızı kart görüp oyundan atıldı. bir sonraki maça çıkamadı. golden sonra kameranın zoom'ladığı beyaz gömlekli deli gibi sevinen de benim. üç gün sonra altay kaybetti ve bir daha asla o kadar yükseklerde yer alamadı. şimdi üçüncü lige düşüyor.
12- bayrak + film + şarkı > at + avrat + silah
böyle gidiyor işte insan.
böyleyse gitmesi lazım zaten.
böyle insan mı gider.
böyle insan gider.
13 Nisan 2015 Pazartesi
we have never lived, we will never die.
göçmen'in moda'daki evinde duvarın bir kısmını kara tahta yaptığını görünce çok beğenmiştim. hem fikir olarak hem de eylem olarak. kara tahta hem nostaljikti hem de tebeşir gibi orta öğretimden beri kullanmadığın bir aparatı tekrardan hatırlama şansı veriyordu. yazmak ve silmek eylemlerini tekrar tekrar gerçekleştirme hakkı veriyordu. güzeldi.
ikinci tayland seferinden döndüğüm gün bavulu bırakıp nalbura gittim. salondaki duvarın bir kısmını siyah mat boyayla boyadım. 74 hafta geçmiş üstünden, instagram sağolsun. altına da bazen kara bir tahtadır dışa açılan pencere yazmışım.
boya kuruduktan sonra tahtanın üstüne "we have never lived, we will never die." yazdım ve altına bir çizgi çektim. tahtaya her şey yazılıp silinebilirdi ama o yazı gittiği yere kadar orada kalacaktı.
ilk cümle yaşanmış bütün sıkıntıların, dertlerin, mutlulukların, zevklerin bir başka deyişle yaşanmış hanesine yazılan ne kadar hissiyat varsa - katsayısı sorgulamaksınız - hepsini reddeden bir yaklaşım. yaşanmışlıkların hiçbirisi insanın kendisini garanti altına almasını sağlamamalı ve her yaşanmışlığın acısıyla ya da tatlısıyla bir beden büyüğünü giyebileceğini bilmeli. öyle bir beden büyük alayım, ileride de giyerim vesveseleri çocukluktan kalma alışkanlar. bizim ürünler 18 yaşından büyükler için uygun. burada insanın kendisini acının da bir beden büyüğünü giyeceğine kendisini hazırlaması zor. insan, yapısı itibariyle acıdan kaçtığı için kendisini daha da acı olana alıştırmak için refleks geliştirmek istemez, geliştirmemeli de. ama acıların insanı daha güçlü kıldığı romantizmine asla girmeden acıyla karşılaştığında kendisinin ne tepki vere-bile-ceğini bilmesi yeterlidir. acılar kadar zevklerin de birer beden büyüğü mevcut. yalnız ürünlerimiz stoklarımızla sınırlıdır.
ikinci cümlenin asla ölümle bir alakası yok. parasızlık, başarısızlık, mutsuzluk, beklenen sevginin karşılığının alınamaması, adaletsizlik, yokluk gibi beşeri eksiklikler insanı en saf duyguyla umutsuzluğa sürükler. umut fakirin ekmeğidir'den, kayahan'ın çoktan yıkıldırdık biz çoktan umut olmasa'sına dokunup, hayat varsa umut vardır'a kadar uzanan yelpazede insan kendisine en yakın çıkış noktasını bulabilir ve daha da ileriye gidip bulacağının farkında olmalıdır. amiyane tabiriyle "bize karada ölüm yok" en ayakları yere basan tanımdır. insan fiziki ölümünün dışındaki - o da tercih meselesi - tüm ölümlere karşı koyabilecek donanıma sahip olduğunun farkında olmalı. en çıkmaz sokakta dahi içeri girmek için çalınacak bir kapı vardır.
bu iki cümlede i yerine we olması insanın kendisiyle yüzleşerek çözmesi gereken bir konudur çünkü hem bu acıların ve zevklerin birer beden büyüklerine hazır hale gelebilmek için hem de umutsuzluk anında kendisine çıkış yolu bulabilmek için alter egosunu kontrolü altında tutmayı öğrenmiş donanıma sahip olmalıdır. ben diyen insanın yaşadıklarını yanına kar sayıp ölmeyi tercih etmesi hepimiz için en tercih edilen eylemdir.
kara tahtayı, bu minvalde düşünerek yazdığım o cümlenin altında çok doldurduk biz. en az elli farklı kişinin el yazısı var o kara tahtada. toplamda 88 tane fotograf var o kara tahtada yazılanlara dair. bir gün o kara tahtada yazılanları bir kompozisyonda birleştireceğim ama daha var. 29 mart sabaha karşı havalimanına gitmeden kara tahtada yazan o cümleyi silip de gittim.
cumartesi günü Londra'ya alışma çabalarım içerisinde Museum of London'a gittim. sapıtmışlar. 1730 yılından itibaren gelişen Londra'yı anlattıkları bir sergi var. Türkiye'nin tarihi sağ olsun hepimizin üç kuşak öncesine beton döktükleri için insan şu an yaşayan bir yere ait üç yüz sene öncesine dair somut belgeler ve objeler görünce şaşırıyor, ağzının suyu akıyor. Aynı yerde Sherlock Holmes sergisi de vardı. Sherlock Holmes'a dair ne bir Conan Doyle kitabı okudum ne de dizisini filmini izledim, alakam yok ama serginin açıklamasını görünce şaşkına döndüm. Sherlock Holmes - The Man Who Never Lived and Will Never Die. insan gerçekten hayret ediyor bazen. serginin girişinde bu cümlenin yazdığı on beş ya da yirmi metre karelik bir ayna var. aklımı yitirecektim ilk gördüğümde. ilk ayna karşısındaki inception selfie'mi çektim. bence mükemmel bir foto. serginin kalan parçalarını Sherlock Holmes'u tanımak için en ince detayına kadar okudum. bir yandan dışarı çıkıp arka arkaya sigara yakmamak için de kendimi zor tutuyordum. bir saate yakın dayanabildim. sonra çıktım.
shoreditch'e gittim. ona da bayıldım. burada insanın kendisine ayırdığı zamanı maksimum mutlulukta geçirebilmesi için tüm imkanlar seferber edilmiş. bunun keyfini sürmeye alıştırmaya çalışıyorum kendimi. shoreditch'de bir pubda grand national yarışını izlerken gördüklerime inanamadım. yirmili otuzlu yaşlarında kendi doğal güzelliklerinden ötürü hispter'lığa adım atmalarına gerek kalmayan kadınların ve erkeklerin heyecan içerisinde yarıştan on beş dakika önce pub'a doluşup, ellerinde kuponlarla o yarışı izlediklerini görünce, ona da inanamadım tabi. attan inip eşşşşşşeğe binme terimiyle yetiştirilen ve hatta o eşşşşşşşşeğin de ırzına geçecek kadar ileriye gidip gomar diye allahın belası bir terimi bile var eden bir ülkeden geldiğimden, atın bu kadar değerli olduğunun farkında değildim.
yarıştan sonra pubdan çıktım. köşeyi dönüp brick lane'de yürümeye başladım. köşede bir dövmeci gördüm. içeri girdim. daha önce kara tahtaya yazdığımız ve instagrama koyduğum bir fotografı gösterip bunu yapabilir miyiz dedim. yarım saat sonra dövmeciden ensemin altında iki omuz kemiğimin hizasında kendi ellerimle yazdığım "we have never lived, we will never die" yazan bir dövmeyle çıktım.
yeni başlıyoruz.
9 Nisan 2015 Perşembe
socrates seçkin müzik marketlerde
dün (8 nisan çarşamba günü) socrates adlı bir dergi raflarda yerini aldı. ben kendi gördüğüm socrates'i anlatacağım size.
öncelikle gerek saçımın, sakalımın kıvırcıklığından olsun gerek bunun çirkinliğini bile bile uzatmamdan gerekse hem socrates gibi taşın altına sokmamdan hem de insanlardan fazlasını beklediğim için onları zorlamama istinaden beni socrates'e benzettiklerinden ötürü derginin bende ayrı bir yeri vardı. kimseye, onur'a bile bunu söylemedim. zaten bu benzetmeyi bilen az kişi var hayatta. onların da çoğu artık benim hayatımda değiller.
onur ise benim hayatımın atatürk'ü olduğu için - burada atatürk'ü kullanmamın sebebi tamamen sıfatını sevdiğimden - onun neleri yapabildiğini görmek benim için ayrı bir gurur kaynağı çünkü arkadaşlar birbirlerinin arkalarında taş gibi durabildikleri için arkadaşlardır.
onur ise benim hayatımın atatürk'ü olduğu için - burada atatürk'ü kullanmamın sebebi tamamen sıfatını sevdiğimden - onun neleri yapabildiğini görmek benim için ayrı bir gurur kaynağı çünkü arkadaşlar birbirlerinin arkalarında taş gibi durabildikleri için arkadaşlardır.
bir gece onur bu projeyi anlattığında çok umutlandım ama onur'u da bildiğim için bunun da diğer hayallerimiz gibi olduğunu düşündüm. olmayacaktı. benim de çok hayalim oldu hayatta ve pek azını gerçekleştirebildim. zaten dünya'da her hayalini gerçekleştirebilen bir insan yok. önemli olan hayaller yelpazesinden doğrusuna odaklanabilmek ve insanın hayallerini gerçekleştirebileceği kendisine yakın olanları etrafında hissetmesi çünkü kimse tek başına bir hayal gerçekleştiremiyor bu dünyada.
onur'un yanında caner gibi iyilikten canını kaybetmesine ramak kalmış, bağış abi gibi elindekini avcundakini inandıklarına odaklamış, can bey gibi de bu düzende dimdik duran insanlarla örülü bir ince çeper olduğunu gördüm bu insanları tanıdıkça. hücre zarı ince bir çeperdir, seçici geçirgendir. önce seçer sonra geçirir. seçmediğini o çeperden geçirmez. beni de o çeperde pasaport kontrolüne soktular ve sonra geçmeme izin verdiler. benim elastikiyetim yüksek o yüzden geçtim oradan. geçemeyenlerin kendi köşeleridir o çepere takılan. hayat da zaten böyle.
bu çeperin altını uğur ozan, atahan, inan, sencer ve daha adını hatırlayamadığım samimi, egosunu bir kenara bırakmış, bu hayatta kurmak istediği iki cümlesi olan insanlarla doldurmuşlardı. arkadaşlar insanın allah'ıdır ya hani, çok tanrılı bir dine inanmak da bunu gerektirir zaten. bu adaletsiz, acımasız dünyaya nanik yaparcasına öldü denilen sektörün tam ortasına saatli bir bomba bıraktılar. hem de içlerinden geldiği gibi. hayat bazen canlı bomba olmayı da gerektirir.
socrates raflarda. ben çok mutluyum. londra'da olduğum için dergi elime geçemeyecek ama eminim onur bana bir tane ayıracak. orada bir dergi var uzakta. şu an okuyamasam da, dokunamasam da o dergi bizim dergimizdir.
socrates'in dediği gibi "beauty comes first, victory is second. what matters is joy."
yürüyedurun arkadaşlar. bu kadar güzellikle sıktınız yere gelmez.
6 Nisan 2015 Pazartesi
oyle dertli dertli bakma
öyle dertli dertli bakma diye önce şafak ve berk'e dinletmiştim. çok dertli bakıyorlardı o zamanlar. en son bıraktığımda da farkları yoktu. bugün ikisiyle de konuştum, sesleri dertli değil, mutlu oluyorum o yüzden.
onur ile de albüm çıktığında en sevdiğimiz şarkı diye aramızda konuşmuştuk. biz konuşunca bitiyor zaten.
ibo'ya dinlettiğimde oha lan ne efsaneymiş demişti. en son kayahan'ın bir şarkısına böyle demişti büyük ihtimalle. kayahan ölmeden önce.
göçmen dinleyip sevmişti. o seviyorsa eğer yeter zaten.
talu berk kulak verip aldırış etmemişti. he is talu berk. he can't do talu berk.
o zamanlar eralp ile tanışmıyorduk. tanışıyorduk ama sevişmiyorduk. sevişsek en çok onunla anlaşırdık.
ben ise kendimden çok şey buluyordum şarkıda.
notalardında, sözlerinde, geçişlerinde, haykırışlarında, susuşlarında.
bu gece kafam güzel eve doğru gelirken bu şarkıyı çok kere arka arkaya dinledim. şarkıyı paylaşacak bir whatsapp grubu aradım, bulamadım.
kaan iyi ki bu şarkıyı yazmış. nasıl yazmış allah bilir.
bence anca allah bilir zaten.
o da varsa bilir.
varsa da kalbinden söyler am'"m"a duyan olmaz.
iyi ki dilin var türkiye.
karış karış toprağını siktiğimin ülkesi.
Kanar gibi yaramı dağlarım
Yanar içim yine de saklarım
Geçmez sözün bir bana geçmez
Gücün yetmez
Koşar gibi ölüme atlarım
Ezip geçer yine de kalkarım
Yetmez gücün bir bana yetmez
Sözün geçmez gücün yetmez
Öyle dertli dertli bakma gören olmaz
Kalbinden söyler ama duyan olmaz
Kaçar gibi geriye bakmadım
Akıp gider içime gözyaşım
Yetmez gücün bir bana yetmez
Sözün geçmez gücün yetmez
onur ile de albüm çıktığında en sevdiğimiz şarkı diye aramızda konuşmuştuk. biz konuşunca bitiyor zaten.
ibo'ya dinlettiğimde oha lan ne efsaneymiş demişti. en son kayahan'ın bir şarkısına böyle demişti büyük ihtimalle. kayahan ölmeden önce.
göçmen dinleyip sevmişti. o seviyorsa eğer yeter zaten.
talu berk kulak verip aldırış etmemişti. he is talu berk. he can't do talu berk.
o zamanlar eralp ile tanışmıyorduk. tanışıyorduk ama sevişmiyorduk. sevişsek en çok onunla anlaşırdık.
ben ise kendimden çok şey buluyordum şarkıda.
notalardında, sözlerinde, geçişlerinde, haykırışlarında, susuşlarında.
bu gece kafam güzel eve doğru gelirken bu şarkıyı çok kere arka arkaya dinledim. şarkıyı paylaşacak bir whatsapp grubu aradım, bulamadım.
kaan iyi ki bu şarkıyı yazmış. nasıl yazmış allah bilir.
bence anca allah bilir zaten.
o da varsa bilir.
varsa da kalbinden söyler am'"m"a duyan olmaz.
iyi ki dilin var türkiye.
karış karış toprağını siktiğimin ülkesi.
Kanar gibi yaramı dağlarım
Yanar içim yine de saklarım
Geçmez sözün bir bana geçmez
Gücün yetmez
Koşar gibi ölüme atlarım
Ezip geçer yine de kalkarım
Yetmez gücün bir bana yetmez
Sözün geçmez gücün yetmez
Öyle dertli dertli bakma gören olmaz
Kalbinden söyler ama duyan olmaz
Kaçar gibi geriye bakmadım
Akıp gider içime gözyaşım
Yetmez gücün bir bana yetmez
Sözün geçmez gücün yetmez
4 Nisan 2015 Cumartesi
londra'da ilk hafta
daha oncesinde de yazmaktan kaçtığım zamanlarım olmuştu. o günlerin sonunda da daha fazla kaçamayıp bir gece yazmaya oturmuştum. zor geçiyor böyle geceler.
ilk haftayı geçirdim sayılır. tahmin ettiğimden daha farklı diyemeyeceğim çünkü istanbul’daki 2015 o kadar dolu geçti ki londra’ya dair hiçbir şey tahmin etmedim. soruların hepsini “bir yolu bulunur” diye gelişi güzel uzaklaştırdım. valideyi bir gün, pederi iki gün - o da kendisi geldiği için - gördüm, şirketten çıkış işlemlerimi tamamlamadım, tl’yi pound’a uçağa binmeden havalimanında çevirdim, kulüp ali’ye gidemedim, doyamadım, doya doya ağlayamadım.
ama dedim ya çok dolu geçti 2015’in istanbul’da kalan kısmı.
yeni insanlarla tanıştım. dostum oldu, sevdim. yapamadıklarımı tamamlayabileceğim bütün süre zarfını kendi isteğimle başka insanlarla, başka paylaşımlarla doldurdum. çok güzel rakılar içtik. hiçbir rakıdan eksik kalkmadım. hepsinden ne güzel insanlarla tanışmışım diye kalktım. kendimi olduğu gibi gösterebilmişim dedim. iyiydi yani.
ama gitmeden - hatta aslında “yolun da başındayken” - cihangir’de ne idüğü belirsiz bir kafenin dışarıdaki masasında “neden gidiyorsun” sorusunu duyunca cevap vermekte zorlandığımı hatırlıyorum. aynı anda havanın soğuğuyla içimin yandığını da. soğuktan içi yanabiliyor insanın. zaten buğday ten de var.
ben seneler boyu gitmek istedim. önce izmir’den giderek başladım işe. aile denen kavramın yıktığı ihaleye girmeyip ihaleye girenleri de batırmayı tercih ettim. benim hayalini kurduğum aile ya el almazcı olmalı ya da dörtlüde dışarıya birer tane verip oyunu bitirmeli. arası yok. bir yerden sonra istanbul da yetmedi. zaten istanbul yenilmiş sayılınca türkiye de yenilmiş sayılıyor. futbolda da böyle, dünya savaşlarında da. biraz para kazanmaya başlayınca da dünyayı gezmeye başladım. bu sürede ada denen kara parçasının ne kadar kudretli olduğunu hissettim ve çok sevdim. bir gün elif key’e ada olmaya dair şunu yazdım. "Ben tam bir kara parçasından ziyade adayı kendime daha yakın görüyorum. Onu fark ettim. Münferit, etrafındaki denizler onu yutabilir ama o orada duruyor. Hem suyun kaldırma kuvvetine, hem tabiat ananın kendisine hem de insanlara ragmen. Ada olmak güzel iş.” bir haftadır dünyanın en güzel adasında yaşıyorum. buraya kadar da her şey yolunda gözüküyor. fikirlerin asla eyleme dönüştürülemediği büyükşehir hayatında kendimi olduğu kadar - neyse o - koruyabilip, icraata geçebilmiş olmaktan son derece mutluyum.
ama işte “neden gidiyorsun” sorusuna verilen cevabın -di’li geçmiş zaman kipiyle çekilen haliyle, şimdiki zaman kipiyle çekilen hali arasında sadece bir hece yok. hayat dediğimiz şey böyle tanımlanıyor.
gitmeden önce kendimde değiştiğini düşündüğüm en büyük hissediş ve davranış iletişim. bencilin güven diyerek saman altı yaptığı, korkağın paylaşmak diyerek açık ettiği, “allahsız’ın" da beni ilgilendirmez diyerek yok saymaya çalıştığı insanlararası iletişimden bahsediyorum. toplumdan ziyade bireyci bir insan olduğumdan tabi ki konformistlerden bahsetmiyorum çünkü iletişim kurabilmek günümüz türkiyesinde zaman ve emek isteyen bir davranış olduğu kadar aynı zamanda bir şeylerden de vazgeçebilmeyi göze almayı gerektiriyor. feda, veda, heba ve hatta veba aynı şeyi anlatabiliyor kimi zaman. nereden baktığına bağlı.
yazı nereden nereye geldi amına koyayım.
yazının geldiği yer de benim geldiğim yer de gittiğim yer de aynı gerçi.
bir kere yalnız kalmak, yapayalnız kalmak öyle uzaktan gözüktüğü kadar da romantik bir davranış değil. karşılaştığımda ağız dolusu küfür edebildiğim bir insan yok. "ya sikerim anasını" demek istiyorum ama burada “fuck” her şeyin yerine geçmiş durumda. japonca gibi biraz. fuck’ın tonlamasından alıyorsun işin ciddiyetini. tanıdığın birisiyle rakıya oturmanın yerini tanımadığın herkesle bira içmek almış. bunların hepsiyle karşılaşmayı bekliyordum ama yaşayınca enteresan. artık ayaklarım, sarhoş beynimi ve kalbimi otuz metrekarelik bir stüdyoya taşıyor geceleri. hem de tek başına. çok ağır.
bunun dışında güzel şeyler de var tabi. londra’ya değil de bişkek'e gelmişim gibi yazmama gerek yok. bugün waitrose’dan alışveriş yaparken bile ağzımın suyu aktı, hackney’de gördüklerimden mutluluktan suratım uyuştu. her gün instagram’a foto vuracak ya da twitter’da bio kısmına londoner yazacak halim yok. ben daha ziyade içimden gelenlerle iletişimde olmayı tercih ediyorum. bugüne dek galler dışında herhangi bir şarampolün londra’ya kırılmadığının ben de farkındayım. benim içimden gelenler de bu yazı gibi dediğim o işte. burada hem yazmayı hem de yaşamayı öğreneceğim.
neden gidiyorsun sorusunun cevabını da hala içimden geldiği gibi verebilmiş değilim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)