12 Nisan 2011 Salı

erguvan ağacı

twitter'a yazmak istediğim şuydu aslında:
biri bana sabah saatin sekizinde kanyon starbucks'ta oturacaksın, birşeyler karalayacaksın, o an telefonun çalacak ve telefonun diğer tarafındaki sesi duyunca çok mutlu olacaksın deseydi, gerçekten götümle gülerdim. birincisi o saatte ne işim var orada, ikincisi o saatte çalan telefonu asla açmam, üçüncüsü de mutluluk nedir lan!

sonra işte bunlar çıktı.
sabahın sekizinde.
kanyon starbucks'ta.
telefonu kapatınca.
dünya; sen dön, biz arkadan geliyoruz!

biner binmez, gözleriyle otobüsün içini söyle bir tarayıp sanki birini aradı. bana bakınmış olmasını nasıl isterdim. asıl sahibini hiç bulamamış eski bir mücevherin, kendisine tanrı kadar yabancı bir cepte yol alışı gibiydi otobüsün arka tarafında, cama kafasını dayamış yalnız halim. otobüsten indiğimizde elini sallayarak beni çağırdı. bitmeyen bir patika boyunca onu izledim. sonra nasıl olduğunu anlamadan o erguvanın eflatun gölgesinde bulduk kendimizi. zamanın geçmemesi için yalvardığınız ama inadına hızla geçtiği anlardan biriydi işte. kekin son lokmasını da yutup sırtını ağaca dayadı. birden, erguvan gölgesinde dalgalanarak daha bir güzelleşen esmer yüzü sürekli taşıdığı hüznü biraz da olsun kaybetti. erguvan yerlere eğilsin, tüm çiçek ve yapraklarıyla örtsün bizi istiyorum. kıpırtılı bir yorgan olsun serilsin üstümüze, koparsın bizi bu dünyadan. birden dünyanın en doğal şeyiymiş gibi, elimi elinin üstüne koyuyorum. hiç kıpırdamadan öylece duruyor. yüzüne bakıyorum bu kez doğrudan. nasıl ölmek istiyorum, sevincimi ancak böyle anlatabilirim gibi geliyor...

Hiç yorum yok: