4 Eylül 2016 Pazar

sezon acilisi




bugün pederin bir fotografını gördüm facebook’ta. 



altay sezonu açıyordu. kuzenim altay ahmet iyi niyetin simgesi olduğu için pederin tüm bahanelerine yılmadan, o tatlı diliyle “hadi amca bak bu sene çok güzel olacak, şubatta şampiyonuz, sen olmadan da bir eksiğiz” diye ya da benzer bir güzellikle onu kandırmış olacak ki bir foto gördüm Londra’da saat 11'i gösterirken. ahmet, liya abi, altay abi, akın abi, peder bey albatros’ta piize yatmışlardı. diğer bir fotografta aynı kareye volkan abi ve oğlu girmişti. benim peder de beni aynı karelere sokuyordu 90’ların ilk yarısında. zehri öyle verdi bana, hayatı öğretti. her pazar yenilsem de her pazartesi bir sonraki pazar için umut dolmamı sağladı 52 haftanın üçte ikisinde. tükenmez bir okuldur altay. 

çocuk yaştayken hep kaybedeni tutmanın ne demek olduğunu anlamazsın. rutinin haline gelir. özellikle izmir gibi etrafı güzelliklerle çevrilmiş, semtinin peşinde koşan başka delikanlıların da olduğu bir şehrin arasında kalmış, hem dinen, hem cinsen, hem de ırk olarak farklılıklar içeren alsancak içerisinde büyümüşken bu iş daha da zordur. o rutinin içerisinde öğrendiğin yegane gerçeklik umut ve dirençtir. kaybetmek irade simgesi olsa da kazanmak mutluluk getirdiğinden onu yaşamak istersin. bir yaşarsın, ikinciyi arkasına yaşaman için şanslı olman gerekir. üçüncüyü ve sonrasını yaşarsan bilirsin ki ters giden bir şey vardır. hayata da böyle alışırsın. benim jenerasyonum buna denk geldi. ama öncesinde bir, iki, üç, dört demeden devam edermişiz, karşımıza çıkanın ayakları titrermiş. fatih terimin bile dayak yemişliği vardır bir maç sonrasında sırf alsancak stadında yavşaklık yaptı diye. şerefli koca bir ülkünün çocuklarıyız biz. 

altay, bizim için etnik bir kimliğe dönüşmüş gerçeklikte hep beraber aynı cephede savaşmanın gerçekliğidir. kaldı ki o gerçeklik, yaşadıkları ve yaşattıklarıyla ayaklı tarihidir altay’ın. tarihimize bağlı olduğumuz için de bunu diğer nesillere taşımak en büyük sorumluluğumuzdur. 

bizde bok atmak meşhurdur. eski toprakta hayat, ev, iş, meyhane, stadyum, kulüp binası semt çevresinde döndüğü için ve bu bir varoluş simgesine dönüştüğü için altay’ın da yeni toprakla bütünleşmesi zor oldu. 2000 ile başlayan çöküş süreci 15 sene sürdü. biz her sene bir umutla başladık, çoğunda ilk haftada kaybedip götümüzün deliğini bildik. düşmeyelim yeter dedik. ama bu sefer farklı. 

bu altay, zamanında olduğu gibi türkiye’ye örnek olabilecek bir kıvamda benim için. tabi benim bu satırları yazarken içtiğim rakının da hatrı var bunda. paldır küldür düşerken, senelerini tribünde altay’ı izleyerek geçirmiş saygıdeğer bir altaylı olan cihangir marmara’nın (benim için hep cihangir abi) taşın altına elini sokup, kulübü hırsızlara ve adilere bırakmamak için kendi hayatını bir kenara bırakıp, başkanlığa yürümesiyle, kendi özkaynaklarımıza yönelip biz buradayız dedik. bu sene ise bugüne dek yalandan kendini gösterip, altay’dan o veya bu biçimde prim yapmaya çalışan eski sahtekarların aksine, özgür başkanın maddi destekleriyle de transfer yasağını kaldırıp iddialı bir konuma geldik. bugün tribüne eskileri, yenileri yani özetle herkesi heyecanıyla buca’ya getiren yegane sebep budur. biz, altaylılar bir bütün olamadan bir yere gelemeyiz. bunun için de yönetim, tribün, altyapı, iletişim gibi konularda liderlere ihtiyacımız var. kaldı ki bu da sağlanmış görünüyor. aramızda sahtekarlar olacaktır ama kabus altında birleşip, tek vücut olduğumuz gibi örnekleri bütün sene sergilemeyiz. deniz gökkaya bu konuda taraftar kısmını en doğru yere götürmüştür ve götürecektir de. ben taraftar olduğum için anca bu konuya dair eleştiride ya da hakkaniyette bulunabilirim. o bu saygıyı sonuna kadar hak ediyor. 

bugün yakılan meşale sene boyu sürmeli ve türlü aktivitelerle birlikteliği sağlamalıyız. ben tabi bunları uzaktan görüyorum. ekim itibariyle ben de her hafta londra’dan kalkıp iç sahadaki en az iki maçtan birine, dışarıdaki güzel deplasmanlara da katılacağım. çünkü bu altay birlikteliği hak ediyor. sonucu ne olursa olsun. 

birileri eski buca stadından havalimanına giden yolda güzel bir meyhane bulsun. hipodrom da olur. orada çok içeceğiz bu sene. 

rahmetli ömür’ün dediği gibi. 
altay yırtar.
genç altay parçalar. 

30 Ağustos 2016 Salı

yeşil kırmızı tesbih

bir.
balkanlarda hatrı sayılır bir süre geçirdikten sonra londra’ya dönüyorum. yalnızım. aşırı yorgun olduğum için erkenden yatıyorum. biyolojik saatim artık değiştiği için de erken kalkıyorum. pencereye bitişik masaya oturup bilgisayarı açıyorum kafamdakileri, kalbimdekileri dökmek için. türkçeyi özledim. son on günde sadece bir kişiyle yarım saatliğine türkçe konuştum. ana dilimi ingilizce olan bir hayattayım. Londra’nın son yaz günleri. zaten az var. kafamı kaldırıyorum gökyüzüne dalıyorum. mavi gökyüzünü nedenini hiç bilmediğimiz ama uçaklardan ötürü olduğunu tahmin ettiğimiz beyaz şeritler kesiyor en geometrik halleriyle. bir noktadan o kadar sayıda doğru geçerken, iki noktadan bir doğru geçmesi bile insan yerine geometriye aşık olmak için yeterli bir sebep. 

iki. 
balkanlarda iki ülkede üçer hafta geçirdim son iki ayda iş için. atina ve yunanistan hayatı boyunca bir bilinmezlik içerisinde olduğu için ve şu an içerisinde oldukları türbülans uzun süredir geçmek bilmediğinden, insanlardan ne istiyorsun sorusuna karşılık aldığın tek cevap umut. geleceği huzurlu yaşabilmek adına aranan bir sabit ve güzelliklerin yarın olamayacağına dair bir farkındalık. bükreş ve romanya da komünist dönemden tamamen kurtulamadığı için insanlarda basitliğin getirdiği mükemmellik ve bir o kadar da gösterişsizlik var. böyle insanlarla o hatırın sayılabildiği kadar vakit geçirdiğinde kendini de iyi dövebiliyorsun. 27 temmuzda atina’da uzomdan kaçıncısını aldığım yudumu hatırlamazken şunu yazdım: “Bu topraklardan dönerken kendime dair aradığım gerçekliği biraz daha şekillendireceğime eminim.”. doğrudur. 

üç. 
allahın hakkı da olsa tekrarların ilk başlangıcı olduğundan insanı uzaklaştırır. üçüncüsü hatadır. pi’yi de üç almışsan zamanında, insanların tartıya çıkmak istemelerinin sebebini hiç çözememişsindir. ben tartıdan ziyade kantara çıkmayı tercih ediyorum. kantarda kaldıraç etkisi de var. sanırım artık biraz kaldırılmak istiyorum.  kandırılmak değil. bu yaşlarda mı böyle oluyor, yoksa dışarıda yeni bir hayat kurmaya çalışırken mi böyle oluyor, yoksa yalnızlıktan mı oluyor diye üç ayrı sorum var. kantarın topuzu kayar gibi oluyor ama kantar bıçağı devreye giriyor. 

dört. 
cuma gecesi filmin editleri bitip de ajanstan çıktığımızda saat cumartesi sabahının dördünü gösteriyordu. kırklarında iki israilli ile birlikte içimize sineni yapmanın verdiği saf mutlulukla otele doğru yürümeye başladık. üçümüz de çok mutlu olduğumuz için video hakkında konuşmaya başladık. konuştukça da mutlu oluyorduk. bir an durdum. ulan yoksa kurumsal kölelik haline geri dönüp bu aşırı çalışmalardan kendine mutluluk çıkartıp bu işi çekilebilir mi kılmaya çalışıyorsun orospu çocuğu diye sordum kendime. içimde bir yerlerde birlikte, sıfırdan güzel bir şey yaratmanın da verdiği huzur vardı. bütün bu kafayı kırklarındaki iki israilliye anlattığımda önce sok oldular. sonra aralarından beni çok iyi tanıyanı “sen zaten zevk almasan bu işi yapmazsın ve bir noktada gideceğinin biz de farkındayız. sana kurumsal dünyada önereceklerimiz olacaktır ama sen gidene kadar da senden en iyisini almaya çalışıyoruz biz de. bunun zamanla bir alakası yok” dedi. o son cümle bir ömre bedel. 

beş.
arkama dönüp duvardaki aylaklar filminin son karesinden olan iskelenin fotografına bakıyorum. o iskelenin ucunda kaç kişiydik biz? şimdi kaç kişiyiz? hangi iskele bu iskele?

altı. 
bütün ofis altı kişiydi Yunanistan’da. aralarından üçü 19 yıldır beraber çalışıyormuş. beraber yemeğe çıktığımız gecelerden birinde Acropolis’e karşı duble cin toniklerimizi yudumlarken Konstantinos şöyle dedi: “günün birinde üçümüzden birinin planlamada kalıp diğer ikisinin hem planlama hem strateji yapması gerekiyordu, hem ikisini bildiğimden hem de bir hayatım olduğundan planlamayı tercih ettim. ve bundan çok mutluyum”. altı kişinin altısı da birbirinin bütün köşelerini biliyor ve bir bütün olduklarında sunum günü efsane bir performans sergilediler.

yedi. 
ben adamı tanıdığımda yedi yaşındaydık. şimdi 32. aradan geçen 25 yılda hayatımdaki yegane sabitimdi. iki yıldır değil. bu da çok normal çünkü ben hayatımı değiştirdim. o da hayatını değiştirecek umarım da tekrar sabitleşeceğiz. 

sekiz. 
sekiz ay bekledim sen Londra’ya geri döneceksin diye. içimde kalbim ve kendi sesiyle, yukarıda da varsa eğer Allah şahittir nasıl beklediğimi. 256 ay bekledim hayatımın mutlak mutluluğu için. kalbim ve hala yukarıdaysa eğer Allah şahittir. iki yüzlülüğü ellerimle altıma almaya çalıştım. kimi zaman beceremiyorum. bazı şeyleri tek başıma beceremiyorum ve bunları becermek için bir yardıma ihtiyacım varken; o yardımın, içinde olduğum sıkıntının farkına varıp bana el uzatmasını istiyorum. bu istekte çok samimiyim. benim kırılma noktam da bu sanırım. ellerini de çok özledim. 

dokuz. 
yeşil kırmızılı tesbihin tek kalan boncuğu dokuzuncusu. toplamda 17 boncuk var. dokuzuncuyu daha yavaş çektim. gözlerimi üstüne dikip düşündüm. el yapımı tesbihin bütün kıvrımlarını biliyorum. o elin nerelerde titrediğini biliyorum. kalp atışlarının richter ölçeğini çıkartıyorum. göçük altından çıkmak zordur. hep o bilmem kaç saat sonra çıkacak mucizeyi beklersin. 

on. 
lise başlarken dört yıllık ısrarlarımıza dayanamayan okul yönetimi basketbol takımını kurmaya karar verdi. güya antrenman yapacak salonu biz bulacaktık. uzmanlığını voleybol olan beden hocasını basketbol hocalığına ikna ederken de “hocam biz seni seviyoruz, sen başımızda dur yeter” dedikten sonra adnan hoca’nın bizi bırakması üç antrenman sürdü. çoğumuz evlerinde problem yaşayan, kanı kaynayan, karşıyaka’da oturan, büyümeye başlamış, salakça da olsa soru sormaya başlamış gençlerdik. her antrenmanda en az üç kavga çıkıyordu. tabi ikisi benim yüzündendi. koç olarak profesyonel birinin atanması iki hafta sürdü. Yeni atanan koçun cankuşunun çalıştırdığı fatih koleji’nin salonu vardı. Bizim salon eksiğimiz olduğundan, onlar da bizden daha iddialı olduğundan hazırlık maçı yapacak takıma ihtiyaçları vardı. Her hafta çarşamba ya da perşembe günleri fatih koleji’ine gidip maç yapmaya başladık. Her maç en az otuz dakika karşılıklı oynadığım bir adam vardı karşımda. birkaç kez karşıyaka’da görmüştüm. pisliğe pislikle karşılık vermekten çekinmiyor ama sınırı kendi de aştığında özür dilemeyi biliyor, çok zeki asist yapıyor, sağa sola bağırıyor, boş bıraktığında üçlüğü yapıştırıyordu. babımızda birkaç ay kadar çok iyi anlaşacağımız konuşulduktan birkaç ay, birbirimizi son gördüğümüzden yirmi sene sonra aynı rakı masasına oturduk. aralık ayında buluştuğumuzda cebinden ilk yeşil kırmızı tesbihi çıkartıp bana verirken “birader, gurbette mahallenden bir şey görmek iyi gelir” dedi. on numara adam. 

onbir.
o gün sahada devrim - melih, ömür, turgay, suat - kaan, kaya, niko, altan - metin, ibrahim onbiri ve 4-4-2 dizilişiyle sahadayken tabela 2-3’ü gösteriyordu. maçı kenardan izlemek ne kadar zorsa ibrahim’i tek forvette bırakmak tercihine inanmak da o kadar zordu. savunma hattına güvensen de her deplasmana çift forvetle çıkmak çok akıl karı değil. ama bizim hoca göze hoş gelen futbolu tercih ettiğinden, inandığından ödün vermiyordu. ibrahim’in bitiriciliğine güvenip onu ileride tek bırakıp, orta sahayı güçlendirdi. uzatmalara götürdük maçı. penaltılara kalmaması lazım. devamı kitapta. 

oniki. 
tam oniki gün sonra eve döndüm. uçak havalanmadan uyuyakaldığımdan, servisi yapan hostes içecek olarak ne istersiniz diye uyandırdığında gözlerim kapalı sauvignon blanc dedim. sonra da uyuyamadım. iniş saatine kadar dakikaları onarlık dilimler halinde geri saydım. amsterdam üstünden geçerken adaya en yakın olan kara parçasını da geçtiğimizi hissederken içim rahatladı. eve geliyordum. Londra’ya dönüyordum. kısa süreliğine de olsa kendimi evde hissedecektim. tesco’nun önünde inip 12 tane guinness aldım. yarısını bitirdim. evdeyim. 

onüç.
gitme hikayem onaylandıktan sonra beni iş görüşmelerine başlatıp da Londra’ya indiğim gün içimde ne olduğunu anlamaya çalışıp fitili ateşleyen Casten, 13 yaşındaymış Ceausescu’yu balkonda helikopter alırlarken. Ailenin tek çocuğu. o gün gitmeye karar veriyor. Memleketindeki konkura global ekibin başındaki insan sıfatıyla geldiğinde evinde değil otelde kalıyor. ayda bir kez dışarıya yemeğe giden ailesini yemeğe çıkartıp, sonrasında onları eve bırakıp, oteline dönüyor ve bizi dışarıya çıkartıyor. mutlu ve buruk bize dahil olduğu dört gün boyunca. huzurlu musun diyorum baş başa kaldığımıza. "dört hafta var bebeğimi kucağıma almaya, huzurlu olmasam onun doğmasına yardımcı olur muydum ogan” diyor, tonlamayı sonra bırakarak. 

ondört.
otelden ofise her sabah ve akşam yürüdük. tek yöne 14 dakika sürüyor. her sabah kahvaltıda buluşup, iş harici kafamızdakileri ve içimizdekileri masaya döktükten sonra yürüyerek ofise gidiyoruz. akşam da ofisten çıkıp yemeğe pturmadan önce sırtımızdakileri odaya bırakmaya giderken gün sonu alıp yemeğe boş kafa oturmaya hazırlanıyoruz. ben hem gidişte hem de dönüşte kulağıma kulaklığı taktığımdan herkes de anlıyor kendime ayırmak istediğim vaktin kıymetini. bir kişi bile bölmedi on gün boyunca. konkur sabahı herkes sunuma girmiş ve ben otele doğru dönerken yine kulaklıklar kulağımdaydı. çamlık sokağı andıran o yolu yürürken, geleneksel suburban war çalıyordu. iki damla aktı doğal olarak. 

onbeş.
pazar sabahı ofise gitmeden önce çiçekçinin önünde durduruyorum ekibi. atmışlarında bir teyze canından bezmiş dükkanda duruyor. tezgahın önünde ayçiçekleri var. sadakattir diye düşünüyor içim ama bir yandan da pazar gündüzü ofise getirttiğimiz lokal ekibi mutlu etmek istiyorum. farklı bir şey görsünler istiyorum. 
  • 15 sunflowers please.  
  • why 15?
  • there are only 15 sunflowers here. 

onaltı.
bitiyor az kaldı. bitmesi mi, az olması mı yoksa kalması mı iyi. bilemiyorum. 

onyedi. 
elimden düşürmediğim yeşil kırmızı tesbihin onyedi tane boncuğu oldugunu anladığımda iki gün geçmişti. on numara kardeşimin, aralık ayında verdiği ilk tesbihi, armağan londra’ya geldiği zaman kaybettiğimi söyleyebilmeyi kendime yediremediğim ama ona bunu söylememeyi içimde daha fazla tutamadığım o anda cebinden başka bir yeşil kırmızı tesbih çıkardı ve bana verdi. birader bunun hikayesi bu dedi. ben de ona anlattım. bukres’e indiğimde çoktan elime alışmıştı tesbih. on gün boyunca durmadan çektim. boncuk boncuk. excel’de pivot alırken bileğime kayan tesbih, sunum yaparken diğer elime geçiyordu. yatarken avucumda sıkı sıkı sardığım tesbihi duşa girerken yanımdan ayırdığımda kendimi yalnız hissediyordum. eve geldim baş köşeye astım. yeşil, kırmızı tesbih günler boyunca derdimi dinlemişti. derdini başka yollarla anlatan bir insanın elinden çıkan o tesbih “hadi koçum” demişti bana. en güzel köşeye layıktı bunun için. bir şekilde bütün bu ızdırabı çekilebilir hale çevirebilen bir tesbihti ve araç olarak en güzeli görevi layığıyla yerine getirmişti. amacın ise bu hayatta birlikte mutlu olabilmek olduğunu 17 ayrı boncukta anlatıyordu. o da bunun tercihiydi. 

21 Haziran 2016 Salı

dostluk

bu yazının bir kısmını dubai'de bir kımını da londra'da yazdım. cem, 5 yıldır dubai'de yaşıyor. ben ilk kez, iş vesilesiyle onun yanına gittim. londra'ya geldiğimin üçüncü haftası ona bir mesaj attım. çok ayıp etmişim ben seni yalnız bırakarak diye. sonrası aşağıda. 


6 hafta bitti. Alti haftanin dordunu dubai’de, birini valideyle londra’da, kalaninin yarisini izmir’de yarisini da istanbul’da gecirdim. Kimi haftasonlari londra’ya gidip dubai’ye geri geldim. O yuzden su gecirdigim zaman diliminde en buyuk yeri kaplayan Dubai’nin yeri de bende baska. Fair share bu hayattaki en onemli terimlerden biridir. Adalet hepimize lazim olacaktir. 
Dunyanin en eski kitasinda, global olarak cok guclu ama bu topraklarda harcanan bir markayi ajansa kazandirmak icin gorevlendirilmistim birkac insanla beraber. Bu topraklarda kazanmak, diger topraklardakilere istinaden kaybetmekten cok daha zor cunku basa cikmaniz gereken bir de allah var isin icerisinde. Ustelik bir de O’nun butun kitayi arkasina aldigi ramazan ayindaysaniz, diz cokup ibadet etmek zorunda kalabilirsiniz. Ben oyle yapmadim. 
Raki sofrasiyla karsilandigim dubai’den yine raki sofrasiyla ayriliyorum bu gece. Agladigim gece sayisi yemek yedigimden daha fazla, uyudugumla esdeger uyuyakaldigimin karesi. Hepsinde yanimda aslanlar gibi olan Cem vardi. Cem, benim ilk ev arkadasim. 2003’un eylul’unde nereden denklestirdigimizi bilmedigimiz 400 tl’yi ev sahibi Ramazan’a hicbir sey imzalamadan verip, karsiliginda Ortakoy’deki evin anahtarini aldigimizda ikimiz de buralara gelecegimizi bilmiyorduk. O antalya’dan, ben izmir’den bir yola cikmistik, istanbul’da bulusup kendimize sifirdan bir hayat kuruyorduk. Paramiz oldugunda su boregi yiyor, viski iciyor, paramiz olmadiginda dia’nin 1 tl’lik et tabagini tavada kizartip beyaz dimitrakopulo sarabi iciyorduk. Senenin tamamina yakininda ikincisiyle beslendigimiz icin gelisimimiz 20 yasina gelmeden durdu ikimizin de. Biriken bulasiklari yikamak icin pis yedili oynuyor, herhangi bir isinma sistemimiz ve televizyonumuz olmadigi icin kis gecelerini, bir bana biri cem’e olacak sekilde esit paylastirdigimiz iki seritli elektrik sobasina bakarak geciriyorduk. O evde bir dunyanin temellerini attik biz. Hic kopmadik. Birbirimize kizdik, kustuk, gulduk, agladik ama hep birbirimizin yaninda olduk.  Aradan 13 sene gecmisken, butun gecen zamani yad ettik cunku zaman sadece gecer. Onemli olani ona karsi aslanlar gibi durmaktir. Biz oyle yaptik. Aramizda bir anlasma yoktu ama sevgi ve saygi vardi. Bundan 13 sene sonra nerede bulusuruz bilmiyorum ama birbirimize soz verdik her sene eylul ayinda donusumlu olarak birimizin belirleyecegi bir yerde bulusacagiz ve bes gun gecirecegiz. Sadece ikimiz. Bu dostluk ikimizin de verebildiginden fazlasini hak ediyor. 
Iliklerime kadar terk edilmeyi yasadigim, her seyi daha derinine kadar sorguladigim, paralar icerisinde bes parasiz,yapayalniz kaldigim, yoruldugum, tasikardilar yasadigim, kanter icerisinde kaldigim hayatimin bu doneminde cem bana kollarini acti, yatagini verdi, her sabah ise birakti, aksam evde yemek yapti, benimle beraber agladi, beni guldurdu, beni dusundurdu, beni sarsti ve en sonunda bana kalp masaji yapip bana yeni bir can verdi. 
Turlu zorluklara ve sahiplerinin baska oldugu afrika ve ortadogu’da iki tane aslanlar gibi sunum yaptik. Kimse bunu beklemiyormus, biz de beklemiyorduk zaten amina koyayim. Biz de hayatin bu kadar zor olacagini beklemiyorduk 13 sene once ortakoy’deki evde tek derdimiz karsimizdakinin elinde kac tane yedi oldugunu ve bulasiklari yikarken ellerimizin ne kadar donacagini dusunurken. Ama insan evriliyor, devriliyor, sekilleniyor, bir seyler oluyor iste insana.
Simdi dubai’den donuyorum. Uc yildir uzattigim saclarim artik yok, bacaklarimda curumus etler, kolumun altinda Ummu Gulsum plagi ile eve dönüyorum. bir mekan olarak eve dönsem de evimin içi boş. biliyorum. 
kapıyı açıyorum. koşarak arka balkona doğru gidip, ben/biz londra’dan giderken yumurtalarını bize bırakan kız kuşu arıyor gözlerim. kabuklarını kırıp da dünyaya gözlerini açan iki canlı görüyorum. gözlerim doluyor. nasıl dolmasın amına koyayım. iki hafta önceden kalan ekmeklerin artık çok bayatlamış olacağını düşünerek evden geri çıkıyorum. bakkala gidip bir ekmek alıyorum. ıslatıp, un ufak edip balkondaki saksıyı evleri kabul etmiş kız kuşun evlatlarını ellerimle besliyorum. pederi arıyorum, gününü kutluyorum. baba kuşlar diyorum, yoksa olmuşlar mı diyor. olmuşlar diyorum. olmayan her şeyi kastederek. onlar kırılgan olur dikkat et diyor. sonra beraber milli takıma sövüyoruz. 

cem, beni yeniden hayata döndürdü. kimse bilmiyor ama öyle oldu. insanlar karşısındakilerden beklenti oluştururken onların kendilerinden farksız olduğunu anlamadı. kimse değil ama herkes kendisini tanımadığı için karşısındakini başkası zannetti. kimse ise kendisini karşısına alamadığı için kendisine başkalaştı. ben ona inanıyorum ve O bana inancımı yenileme şansı verdi. Cem, bundan sonra bütün bulaşıkları ben yıkayacağım kardeşim. 

18 Mayıs 2016 Çarşamba

kum

42 derece sicagin altinda sigarami yakiyorum. Icime cektigim dumanin damarlarimda dolasimini hissediyorum. Derimin altinda yuruyen bir ordu var. kalbim agzimdan cikacak gibi oluyor. Tutmaya calisiyorum. Sicak icimi yakiyor. Kafami kaldiriyorum. Gokyuzu beyaz. Sari gibi. Kum var her tarafta. Hem kum var hem sicak ama deniz kenarinda degilim. Yagmur yagiyor ama su degil bu. Kum bu. Kum yagiyor. Semsiyelerini acanlar var. kalbim beynime geciyor. Kafam buyuyor. Kumlar kafama yapisiyor. Saclarimin arasindalar. Kulaklarimin icine kadar giriyorlar. Yagan kum cok siddetli. Dizlerime kadar geldi. Kafam buyuyor, onune gecemiyorum. Kalbim yerine geri donuyor. Cikmak istiyor. Gitmek istiyor. Bu bedene ait degilim ben diyor. Hicbir sey yapamiyorum. Sigarayi kalbime sonduruyorum. Bir sigara daha yakiyorum. Hicbir sey yemedigimi dusunuyorum. Viski cekiyor canim, keske dun geceki siseyi bitirmeseydim. Keskeler var artik. Kafam agir geliyor, tasiyamiyorum. Basimi egiyorum, kalbime bakiyorum. Attikca atiyor. Telefonum titriyor. On bes dakika sonraki toplantiyi hatirlatiyor. kendimi kuma birakiyorum. Kalbim agzimdan cikiyor. Diz cokuyorum.  Kalbimi kusuyorum. Kan kirmizi. Her yer kan kirmizi. Her sey akiyor. Kan, ter, gozyasi, kum, sicak, zaman. Bobregimi kusuyorum. Ic organlarimdan disariya dogru bir basinc var onune gecemiyorum. Karaciger, akciger, endoplazmikredikulum, dalak her sey cikiyor. Kalin bagirsak kusuyorum. Sekiz metre. Kuculuyorum. Cok kucuk kaldim. Sadece kafa var. terliksi hayvan oldum. Hayatim sikildi hayatim. Hepsi bitiyor. Ben de bitiyorum. Kucucuk kaliyorum. Binaya giriyorum. Asansor bekliyorum diger insanlarla. Beni gormuyorlar. Gormesinler de zaten. 36.katta iniyorum. Toplanti odasina giriyorum. Kazanacagiz bu konkuru arkadaslar. Her seyi kaybedecegiz ama kazanacagiz. Her seyi kaybetmemiz lazim. Hadi her seyi kaybedelim. Kaybolun. Her seyi kaybedelim ki kazanalim. Herkes korkuyor. Korkmayin. Korkmak yok. Kaybetmek var. 

28 Nisan 2016 Perşembe

state of mind

2005 yılıydı.

İstanbul macerasının üçüncü yılı bitmişti. henüz konunun ne olduğunu anlamamıştım ama çabalıyordum. kendime, kendi kendimi aradığım yolculuk zor geliyordu. ele avuca haftalıktan fazlası geçince arkadaşlarla harcanan paralar, viskiyle yenilen bayat poğaçalar, ortaköy sahilinde sabahı yapılan geceler, sadece okulu uzatıyor diye bütünlemesine çalışmak zorunda olduğum derslerin notlarını fotokopi çektirmek için ailesiyle yaşayan insanlardan istediğim elli kuruşluk tek sayfa borçlar, dia'dan sadece sucuk diye ucuza alınan et parçaları vardı madalyonun gülerken acıtan tarafında. gülen tarafında ise beraberimde kendi çocuksu yollarında gelen arkadaşlarım, aynı yolda tanıştığım yeni dostlarım bir gün karlarla bürünen istanbul yollarında bana gelmeye çalışıyor, diğerinde yumruk yumruğa kavga ediyoruz, küfürün biri bin para. herkes dimdik, aslanlar gibi. evi döşemeye paramız yetmediği için yere attığımız minderler üstünde yeni türkü'den "başka türlü bir şey" dinliyoruz. aşık olduğumuzu sanıyoruz aklımız beş değil yüz beş karış havada. oysa daha aylak adam'ı okumamışız.  babalarımız görmesin diye kaldırımda şarap içmekten korkarken iki ay sonra gece yarıları yabancı şişeler açıyoruz yabancı olduğumuz mekanlarda. tek inandığımız gecenin karanlığı. o günlerde varsa var, yoksa yok. ama içinden geleni saklamak asla yok.

günler böyle geçerken, bir yaz akşam üzeri memkelet'in sıcağı tenimde, evimde, içimde beni yakarken, valide bahçedeki çiçekleri sulamak üzereyken, pederin eve gelmesine seneler varken, elimdeki kumanda müzik kanallarını geçerken bir tınıya takılıyorum. sonradan görme yetisini kaybettiğini fark ettiğim ama stevie wonder olmayan bir adama denk geliyorum. "but now i know that i'm doing that best i can" diyor. klibe takılıyorum. o klibe bir yaz takılıyorum. kimi zaman avni'nin arabasında denk geldiğimizde "işte bu şarkı oğlum" diyorum, yuzumuze cesme ruzgari carparken. hangi mecrada olursa olsun o şarkıyı yakaladığımda benim için hayat duruyor. göremeyen o adam için gördüğümü zannediyorum, kendi göremediklerimi görmenin hayalini kuruyorum. bu hayatta bazı seyleri görmek için bazen kör olmak gerektiğini düşünüyorum o zamanlar. belki kör olursam, elimdekileri kaybedersem diğer hislerimin açılacağını ve doğruyu bulacağımın hayalini kuruyorum.

şarkı şöyle devam ediyor.

wake up in the morning and i turn the pages
don't understand what's going down
everybody's acting so outrageous
it's gonna take a lot of love to turn things around
i'm just a man trying to find the reasons why i stand
took some time to realize that i am what i am
and i wanna be rich, i wanna be happy
and live inside a love that shines bright enough to last a lifetime
i wanna be rich, more than a fantasy
ride the winds and climb cause it's all a state of mind


aradan da onbir sene geçiyor.

2016 yılına geliyorum. yavaş yavaş yerleşik hayata geçiyorum. zaman sadece geçmek için var. onun bu konuyla hiçbir alakası yok. zaman insanı değiştirmiyor. sadece kendisine yenik düşürmeye çalıştırıyor. bir çıkarsan denlemin içerisinden o da neye uğradığını şaşırır. zamana bunu yapmak lazım. kendisini zaman gibi hisseden ne varsa çıkarmak lazım. neyse; zamanın gelmişini, geçmişini sikeyim.

2016 yılı güzel. bu yılın nisan ayının 19'unda bir kapıdan içeriye giriyorum. aynı kapıdan daha önce birkaç kez daha girdim. ilk girdiğimde bütün tüylerim diken diken oldu. 1930'lar chicago'sunda bir jazz bara girmiş gibi hissettim kendimi. her bu gerçek olamaz dediğimde, elimi tutan el bu gerçek diye uyandırdı beni. inanılmazdı her anlamda, inanamıyordum. allah belamı versin ki inanamıyordum. sahnenin etrafını geniş bir U şeklinde dönen bir oturma biçimi vardı içeride. sahnenin karşısında yer alan, U'nun yere bakan tarafına doğru sekiz tane yuvarlak masa serpiştirilmişti. U'nun sağlı ve sollu bacaklarında ise tiyatro şeklinde sahneyle beraber başlayıp, yükselerek yukarıya doğru devam eden iki kişinin oturabileceği yan yana altı, üst üstü dört sıra vardı. her sıranın önü masa, koltukları ahşap kaplama üzerine kırmızı deri. burası 30'lar Chicago değilse ancak 2010'ların Londra'sıdır, keşke bir 40 sene kadar önce gelseydin diyen de Ronny Scotts'tan başkası değil.

işte o gün, o kapıdan içeriye en son biz giriyoruz. U şeklindeki oturumun U'sunun en tepesine bizi alıyorlar son ikili olarak. perde kapanıyor, kapılara sürgüler çekiliyor. duyuyoruz. kapıdan içeriye girerken tutuşan eller birbirine sıkıca sarılıp, emin adımlarla kendilerine gösterilen yere doğru ilerliyor, masaya oturuyor, bir şişe şarap söylüyor, arkasına yaslanıyor ve performans başlıyor.

Raul Midon, 2005 yılında albümüne ismini de veren State of Mind isimli şarkıyı söylerken şöyle diyor bir yerinde. kulaklarım canlı canlı duyuyor bu kez.

troubled times lead to healing times
i was sad now I'm feeling fine
it's the taking and the giving that makes this life worth living,
makes this life worth living

o an bitmesin istiyorum doğal olarak. ama artık her şeyin bitebilitesinin olduğunun farkındayım. sorun değil. zaman burada da yenik düşüyor. gelmişini, geçmişi ve geleceğini... bir kere zaman, zamlanan bir an olmasaydı her şey daha güzel olurdu bu hayatta.

artık kardeş mertebesine ulaştığımız Raul Midon aradan gecen onbir seneyi uzaktan izlemiscesine, seksen dakikalık performansinin son beş dakikasını sadece şu üç mısraya ayırarak, bütün içtenliğini görebilenlerin gözleri önüne seriyor.

ride the winds and climb,
spread your wings and fly
cause its all a state of mind

...
2016 yılı.









23 Mart 2016 Çarşamba

Tecavüzcü Devlet

devletle birey arasındaki bütün felsefi düşünceleri bir kenara bırakmak durumundayım çünkü devlet de ideolojiyi bir kenara bırakıp fiziksel olarak bireylerine tecavüz etmektedir. günümüzde demokratik hukuk devleti birey devlet ilişkisini akılcı ve somut bir şekilde dengelemek zorundadır. Türkiye’de devlet, bir önceki cümlede geçen kelimeler içerisinden “zor" olanını seçerek, gerçekleştirilen eylemin somutluğunu inkar etmemiş ve bunun sadece ama sadece bir kereden ibaret olduğunu itiraf ederek tecavüzü dengelemeye çalışmıştır. 

Demokratik yönetimlerde yönetilenler kadar yönetenler de yasalara uymak zorundadır. ben o ülke sınırları içerisinde, zamanının futbol federasyonu başkanının taraflı yönetimine sinirlenip, attığım teşbih dolu bir tweet’ten ötürü çocuk kaçırmakla yargılanıp yanlış hatırlamıyorsam - çünkü o kadar çok unutmaya çalıştım ki - bir yıl on ay hapis cezası yedim. peki sen devlet olarak bir çatı altında bildiğimiz kadarıyla 45 çocuğa tecavüz edildiğini görüp de nasıl buna hiçbir şey yokmuş gibi davranabilirsin? benim elim kolum bırak yüksek yerlerdeki insanlara yetişmeyi, mutfak bankosuna bile uzanamıyorken sen nasıl bana tecavüz edilmesine göz yumuyorsun? beni kaçırsalardı da tecavüz etmeseler miydi? bunun siyaseti ya da herhangi bir görüşü temsil etmesine gerek mi var? inandığınız allah diğer tarafta kapıya geldiğinizde size sormayacak mı “hayırdır sen neye baktın” diye? senin o yaştaki çocuklara öğrettiğin fatiha suresinde "Sırâtellezîne en’amte aleyhim ğayrilmağdûbi aleyhim ve leddâllîn” diye "Bizi doğru yola, nimete erdirdiğin kimselerin, gazaba uğramayanların, sapmayanların yoluna eriştir” şeklinde size yol gösterirken sen bir önceki paragrafta yaptığın gibi yine yanlış kelimeyi seçip en yanlış yola gidiyorsun. kusura bakma beyaz papyonlu adam ama kabul edilmemiştir. artık kabul edilemez. 


karşılıklı hak ve ödevlere bağlı olarak temellenmesi gereken devlet birey dengesi hem bireyin hem de devletin varlığının önemli oluşuna ve birinin diğerine feda edilemeyeceği gerçeğine dayanır. dengeyi çoktan kaçırdın, heba ediyorsun ama feda edemezsin. herhangi bir siyasi ideoloji bir insan hayatından daha değerli olamaz. tecavüzün oylanmayı bırak oya sunulacak bir yanı bile olamaz. tecavüz wikipedia’da yazdığı gibidir ve tartışmaya açık değildir. Tecavüz bir insanlık suçu olarak kabul edilir.



12 Şubat 2016 Cuma

you know what i mean?




evrim, tüm canlıların kökenlerini kendilerinden önce yaşamışlara indirgemişken, adaptasyon da doğal seleksiyonda başarılı olmuş organizmayı evrimsel olarak kılmışken, sular ve -sel’ler arasında kendimi bulmaya çalışıyorum hayatımın bu zaman diliminde. hem evrime hem de etrafında dolanan onca gerçeğe ve yalana debisi yüksek bir akış hızıyla karşı koymak zor olabiliyor kimi zaman. karşı koymanın verdiği kudret de adam olanı hem şenlendirirken hem de şahlandırıyor. minimumla, maddi ve manevi anlamda minimumla, kendime yetebilmenin zevkini de şahlanırken topuklarına sıkılan bir AT kıvamında yaşıyorum kimi zaman. 

geldiğimden beri zamanı bir kenara bıraktım. yer de zaman ile yeksan. bu yüzdendir kopmaya yüz tutmuş ilişkilerimde insanın gerçekliğine odaklanmam. eğer insanlar gerçekse, ne zaman ne de yer mesafe yaratmaz ilişkilerde. evrimle adaptasyon arasındaki çizgi de insanların kendilerini ne kadar evirecekleri ya da ne kadar adapte olacakları arasındaki ince çizgidedir belki de. delilik ile dahilik arasında diye yediler bizi senelerce. yarrak öyle. 

bugün normal bir perşembe değildi. şubat londrasına doğan güneşin elinden geleni ardına koymadan ısıttığı bir güne süzülen gözyaşları ve yalnızlık vardı kimi anlarda. gerçi bunlar hep var. huysuz ve tatlı anlar. 

bu şehrin bir eşiği olduğunu hissettim hep. uzak gelen ama hissedilebilirse eğer, aşılabilirse o eşik her şeyin daha kolay olacağına inanıyordum. bir seneye yaklaşan londra maceramda dilimin döndüğü kadarıyla insanlara da bunu anlattım ve çoğuyla hemfikir olduk.  



yukarıdaki fotoyu çektiğimde Shoreditch High Street'e doğru dönmeden önceki ışıkların kırmızısında bisikletin üstündeydim. soğuk havaya ve esen rüzgara rağmen içime sıcak bir şey girdi o anda. bereden açık kalan kulaklarımdan, burnumdan, gözlerimden, pantolonumun paçalarından, kazağımın kollarından ve hatta ensemden. kan dolaşımım değişti. yolun kalanında kollarımı iki yana açarak pedal çevirmeye devam ettim. bisikletin direksiyonunu evin sokağına dönene kadar hiç tutmadım. on dakikaya yakın bir süre öyle sürdüm bisikleti. işte tam o anda ilk kez o eşiği hissettim. E.T gibi aya doğru devam edeceğimi bile sandım bir an olsun. o çocukluktan bahsediyorum. o saflıktan, en safından, mutlak gerçekliğin getirdiği, iliklerine kadar kendini hissettiğin, bırak arkana bakmayı ellerini kullanmadığın bir yol bulma biçiminden bahsediyorum. 

you know what i mean?






17 Ocak 2016 Pazar

dünkü tv8-ntvspor maçı ve bireyin zamanla ihaneti

çok değil üç sene önce gezi zamanlarında hep beraberdik. o orospu çocuğu medya istanbul’un göbeği başta olmak üzere, ülkenin dört bir yanında olanlara gözünü yumuyor ve üç maymunu oynuyordu. demek seneler boyu doğuda neler oldu da haberimiz olmadı gerçeği karşımızda ete kemiğe bürünmüştü. belleğin yaşayarak onaylaması konunun kesinliğini belirtir kimileri için. 2013 yazını sokakta geçiren insanlar için bir ayılma dönemiydi. 

kısa zaman içerisinde yaşananlardan sonra “akşam nerede buluşuyoruz” sorusunun tatlı telaşı, “bu akşam beşiktaş’ta buluşuyorlarmış yine, cihangir’de içelim rakıyı” konforuna döndü. o kadar kısa zaman içerisinde oldu ki bunlar kimseye soru sorabilecek vakit bile kalmadı. hiç unutmam berkin’in öldüğü günün gecesinde beşiktaş’tan taksim’e çıkmaya çalışırken, nişantaşı midpoint’te oturanlara siz hala buralarda oturun diye bağırdığımı. şimdi bağırsam anında linç edilim sanırım. ama ben yine de bağırırım. 

aradan geçen bu zaman israfı biraz daha uzamaya başladıkça arkadaşlarımın, çok değil üç ya da beş ay öncesinde yalancılığına, işbirlikçiliğine, sahtekarlığına sinirlendiğimiz havuz medyası olarak tabir edilen fonlar tarafından beslenen kanallar, gazeteler, ajanslar ve daha birçok kurum ve kuruluşta çalışmaya devam ettiğini gördüm. önce içim burkuldu. sonra insanların para kazanması gerekiyor ama diyerek kendimi susturdum. para, benim için çok farklı bir araç konumunda olduğu için kendimle kıyas yapma ihtiyacı hissetmedim. ne yazık ki gelinen kapitalist düzenin son virajında insanların kendi düşünceleri, hissedişleri ve hak edişleri paranın yerine geçmiyor. kimisinin bakması gereken ailesi, kimisinin ödemesi gereken taksidi, kimisinin de hayalini kurduğu geleceği için para kazanması gerekiyordu ve bu da her şeyin canımıza tak ettiği gün “farklı bireyler olarak” sokaklara döküldüğümüz için kabul edilebilir bir gerekçeydi. hatta para kazanılan kurumun yaptıklarını unutmayarak, onu sadece bir para aracı görecek kadar küçültmek de çok başarılı bir insiyatif olabilirdi. 

zaman ne yazık ki her şeyin ilacı deseler de insanların geçirdikleri devinimi gözler önüne seren, etliye sütlüye karışmayan bir boyut. bu boyuta yenik düşenler, kanallarının yeni başlayan dizilerinin ilk fragmanlarını bizlerle paylaşmaya başladılar, o gece kanallarının kaçıncı olduklarını belirttiler göğüslerini gere gere, ajanslarının konkursuz kazandıkları yeni müşterileri paylaştılar, kendilerinin yayına kaçta çıkacaklarını yazdılar sosyal medyada görelim de izleyelim diye. hepsini gördüm ben. 

dün akşam yine bunlardan biri varmış televizyonda. ben de sosyal medyadaki tüm mecralarda gördüm. iki televizyon kanalının çalışanlarının futbol maçı canlı yayında gösterilmiş. aslına bakarsanız cumartesi gecesi prime time’ının içeriğinin bu kadar kalitesiz olması, kanalların zaten içerik hakkında herhangi bir araştırma yapmadıklarını, vakit harcamadıklarını, bütçe ayırmadıklarını, iyiliğe, eğitime yönelik kafa patlatmadıklarını açıkça gözler önüne seriyor. çünkü içeriğin kalitesi sadece bir önceki haftanın aynı günüyle ya da yedi günlük standart sapmadan farkıyla hesaplandığı için onlar için de içeriğe dair duyulan tek kaygı beraberinde ürettiği reklam gelirinden ibaret. ve evet futbol da kitlelerin afyonudur. 

o yüzden bireyin zamana karşı yenik düşmesi canlı örneklerle “sahaya yansımışken” bellek bütün bu gördüklerini unutmayacaktır. aklınızın yerinde olduğu bireysel tarihinizde yaşadığınız tek başkaldırış olan “gezi parkı” hikayesini de ileride bir rakı masasında anlatmaya kalkarsanız, ağzınızın ortasına yapışacak bir “hasssssiktir lan oradan”ı iltifat olarak kabul etmeniz gerekmektedir. o da eskiye dayanan hukuğumuzdan ötürü. çünkü artık sizler de bulunduğunuz kurumu sonuna kadar temsil eden ve galibiyeti için çabalayan insanlarsınız. 

yukarıdaki yazdıklarım şahsımdan başka bir şeyi bağlamayacaktır. kırılanlar olacaktır, açıklama yapmak isteyecekler olacaktır. ama sizler için de çok güzel bir kılıfım var. 

Hollandalı Geert Hoffstede toplum psikolojisi uzmanı. sayısız eseri var. Toplumları altı karaktere bölüyor ve bu karakterlerin çok büyük travmalar olmadan değişmeyeceğini ispatlamış bir bilim adamı kendisi. Bu altı kriteri 0 ile 100 arasında skorlarla değerlendiriyor. Türkiye’nin bu altı kriterden ikisinden biri olan power distance index skoru 66. Power distance index; the extent to which the less powerful members of institutions and organisations within a country expect and accept that power is distributed unequally. Türkiye’nin bu skoru hiyerarşiye, baba figürüne, rol modele ve bağımlılığa karşı eyvallah dediğinin özeti. 

Türk toplumunun diğer yüksek skoru olan ve 85 aldığı uncertainity avoidance ise söyle açıklanıyor. The extend to which the members of a culture feel threatened by ambigious or unknown situations and have created beliefs and insititutions that try to avoid these. Bu da kurallara ve kanunlara karşı gelememe ve gelinmesi durumunda büyük endişe duyulması anlamına geliyor. 

o yüzden siz de haklısınız. ama her seçim sonrası ya da her tatsız olay sonrası biz çok azız diye çırpınıyoruz ya hani, aslında tahmin ettiğimizden de azız çünkü birey olarak kendimizi tanımlama evresini tamamlayamadan bukalemun gibi toplumun içerisindeki şekle çok güzel bürünüp üç maymunu oynayabiliyoruz. 

2 günlük Hoffstede eğitiminin sonunda bu altı kriterde bireyin aldığı skorlarla ülkesinin skorlarının farkı çıkartılmıştı herkesin. Ben rekor kırarak 224 gibi toplumla bireyin asla alakasının olmadığının kanıtı bir skor almıştım. Eğitimi düzenleyen başka bir bilim adamı “you should immigrate” demişti gülerek. çok şükür Londra’da yaşıyorum artık. 

5 Ocak 2016 Salı

2015: Mekanın Üretimi




Lefebvre Mekanın Üretimi’nde şöyle diyor: 
"Mekan - benim mekanım - benim oluşturduğum anlatının bağlamı değildir. Aksine, mekan öncelikle benim bedenimdir ve dolayısıyla da benim tam karşıtım olan ötekinin, onun ayna imgesi ya da gölgesidir. Mekan bu ikisi arasında yer değiştiren bir kesişmedir."

Aslına bakarsan ben de doğum yapan bir kadın misali dokuz ayı doldurduktan sonra kucağıma aldığım bebeğimle çıktım yola bu gelişimde. Doğum tamamlanmıştı ve kendi çağında sesler çıkartan bir canlıyı, sadece sevimli diye küvezden kaptığım gibi içime sokup memlekete döndüm tatil için "nerede kalacağız" sorusuna "bakarız" diye cevap verdikten sonra. memleket kelime olarak o kadar hüzünlü bir kelime ki cümle içinde kullandıkça fark ediyor insan. 

kısa bir istanbul’dan sonra kısa da bir izmir yaptım. medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar kıvamındaki kaptanın, çaylayık sülalesinin en büyüğü sıfatıyla çaylayık sülalesinin üçüncü neslinin  - türlü ayrılıklar yüzünden - evliliğe yakın tek adayına eş istemeye gideceğini duyunca bütün planları ona göre yaptım. o an’a tanıklık etmeyeceksem neden yaşıyorum zaten. ikinci bir ısrara gerek duymamıza rağmen ahmet’e burcu’yu alarak viyana kapılarına kadar dayanan osmanlı gibi hissettik kendimizi ama sonra geçti. akşam ahmet ve levo’nun da hali hazırda kaldığı amcamın evine gittik peder, ben ve ercan ile birlikte. yengem ve ablası da vardı. geceyi nerede geçireceğimiz sorusunun cevabı hafiften rahatsız etmeye başlamışken amcamın “yere yatar mısın ogan” diye yaptığı ortaya uçarak kafayı vurdum. 1-0 öndeyiz. ışıklar kapandığında yer yatağında levo’nun yanında yatıyordum. levo’nun iki, benim dört yaşında olduğum 88 yılının yazında babanemin eski rum evinde yerde yattıktan sonra ilk kez yerde beraber yatıyorduk belki de. gözlerimden iki damla yaş aktı. ben onları bir saydım. çok erken 2-0 oldu. 

pazar sabah uyanıp zeynel amcanın fırından gevrekleri ve tulum peynirlerini alıp eko’ya oturduk. her düzenin içerisinde bir düzensizlik vardır teorisinin ete kemiğe bürünmüş halleriyiz. altay abinin de katılımıyla acısıyla tatlısıyla altay’ı konuştuktan sonra ver elini eski buca stadı. eskiden olsa yürüyerek alsancak stadıydı ama işte yıktılar onu da. kendi canını başkasının evinde görmek kadar az his vardır insanın içini parçalayan. altay’ın eski buca stadında oynaması da aynı hesap. takım güzel, 19 yaşında en az beş altı yıldır o formayı giyen çocuklar terletiyor altay armasını. öyle yabana atılacak bir his değil. aslanlar gibi de taşıyorlar o formayı. tribün zaten hep güzel. verilmeyen bir golümüz ve kaçırdığımız penaltı sonrası maç 0-0 bitiyor. o yüzden bizde durum hala 2-0. 

çarşamba sabahı gözlerimi phi phi adasının batısında, karadan iletişimi olmayan bir relax resort’un denize on metre uzaklığındaki bungalow’unda açıyorum yanımda sevdiğimle. daha öncesinde şöyle anlattığım adaya üç sene sonra tekrar geldiğimden sigaramı şu cümleye koyduğum noktadan çıkan ateşle yakıyorum. “bir adadan başka bir adaya. kayra’dan kinyas’a. en uzaklardan en yakınlara. zamanın sadece çekim ekinden ibaret bir yaşamda. her şey var. tekrar görüşeceğiz." 

sonrasında bangkok’tan rakı masasına oturuyorum merih’te ilk cümlem “abi kulüp var mı?”. kulüp var da kulüpçülük de var artık. yeni gelmiş. kulüplerden kulüpçülüklere ve hatta clubber’lara kadar konuşuyoruz o gece mi desem yoksa sabah mı desem ne diyeceğimi bilemediğim 21 aralık'ını hem de bize en uzun gece diye öğretilmişken 31 saat yaşadıktan sonra. otuzuncu saatin bir noktasında gözlerimi açtığımı hatırlıyorum karanlık deliklere başka bir boyutta anahtar sokmaya çalışırken. kafamı sola çeviriyorum “neresi lan burası diyorum”, sağa çeviriyorum ayaklarını birleştirdiği sandalyeye uzatmış göçmen’i görüyorum hem uyuyup hem çırpanırken. ya da ben öyle görüyorum emin değilim ki onun bana seslendiğini de duymadım değil. “tamam lan burası ibo’nun evi” diyip gözlerimi kapatıyorum. 31.saatte aynısını tekrar yaşayınca benim için ayrılan divana uzanıyorum. karşılıklı gollerle durum 5-3 oldu. göze hoşgelen futbol kadar güzeli var mı?

ertesi gün akşam yemeğinde mercimek çorbasının üzerine, mantıyla yaprak sarmayı mideye indirdikten sonra, ingiltere ligi özetleri karşısında chelsea maçına denk gelip de chelsea’nin yediği golde spikerin yalandan türkçe haykırışlarıyla ayıldım televizyondan bir metre kadar uzaklıktaki ikili divanın karşısında. bu hayatta her şey nereden baktığına bağlı. kalkıp içeri yattım. 5-4. geriden gelen hep tehlikelidir böyle maçlarda. 

bu ertesi günün karşıyaka alsancak vapuruna bindiğimde saat altıydı, vapurdan inip iskelenin tam karşı sokağındaki ilhan abiyle oğlu mehmet’in beraber çalıştıklarında kavga ettiklerinden  ötürü ayrı günlerde başında durarak işlettikleri alsancak balık pişiricisinde yetmişlik kulübü devirdiğimizde saat sekizdi. ikinci büyüğün ortasında yanımıza ahmet ile levo, kendilerinin dört sene önce ilk kez gördükleri benim ise tam on sene sonra ilk kez gördüğüm doğuşcan ile beraber geldiler. doğuşcan da muzo amcamın oğludur. biz kuzenler ve amcalar en son buluştuğumuzda 3 mayıs 2003 yılıydı ve beşiktaş inönü’de altay’ı 2-0 yenerken altay bir daha asla geri dönemeyeceği süper ligten düşmeye emin adımlarla ilerliyordu. ayrıca masa da daha kalabalıktı. 5–6. biri ölümden. 

onlar da ellerinde rakıyla gelince işin rengi değişti. hesaplar kapatılmaya çalışıldı, genç çaylayıklar içlerini döktüler aslan gibi çünkü babalarından öyle görmüşlerdi. kimsenin kimseye şikayet edemeyeceğini anladığımız anda rakı da bitti biz de kalktık. kalkıp hayatının büyük kısmını 1464 sokakta benim hatırladığım kadarıyla “fetuş’un evi” diye sorarsan herkesin gösterdiği rum evi olarak geçirip, zamana çok kötü yenik düşen - bana hep "ah ulan keşke o zamanlar daha büyük olsaymışım" dedirten - artık hayatına gürçay apartmanı olarak devam eden yerleşim yerine gittik. ahmet, levo, doğuşcan ve ben bir yandan birbirimize o evin eski halinde beraber geçirdiğimiz anılarımızı anlatıyorduk, arada susan da “babaneeeeeeee” diye bağırıyordu. sanki bundan 12 sene önce bir sevgililer günü giden kadın “susun be bağırmayın berduşlar” diye gülerek balkona çıkacakmış gibi. ya da kaptanın “annneeeeeee” diye o solculuk oynarken sırf dedem demokrat partili olduğu için duymasın diye bize göre nispeten daha düşük bir ses tonuyla çığırırken çaktırmadan kapıyı açıp içeri buyur edecekmiş gibi. kimse balkona çıkmayınca biz de diğer evimiz olan alsancak stadına gittik. stadda bizi “abi nolur yaklaşmayın işimden olurum” diyen bir özel güvenlikçiyle çokça köpek karşıladı. biraz tezahürat edip, artarak devam eden duygusal patlamaları tatlı gözyaşlarıyla alsancak'ın çimlerine akıttıktan sonra pederle ben izbana, ahmet ile levo garın karşı sokağındaki evlerine, doğuşcan ise bilmediğim evine gitti. 8-6 biz galibiz. atmadan yemek allaha mahsus. 

izban’dan inip taksiye bindirdiğim peder’in şoförüne “gümüşpala tarafına doğru, o sana kalanını tarif eder” dediğimde saat 00:30’du. o duraktan benim gideceğim ev en fazla on dakika yürüyerek. peder bana geldim mesajını yazdığında on altı dakika geçmişti sadece. ben nerede lan bu ev demeye başlamıştım bile çoktan. adını hatırlamadığım bir taksi durağındaki gece bekçisinin “oğlum dördüncü kez soruyorsun araç olsa bırakayım seni” dediğini de unutmadım. ayılayım diye aldığım köfte ekmeğin içinden çıkan biberi ağzımdan tükürürken eşkiyanın son sahnesi gibi bağırdığımı da hatırlıyorum. valideyi arayıp da “bizim sokağın numarası kaçtı yaaa” diyip cevabı google maps’e girdiğimde yürüyerek 45 dakikalık mesafede olduğumu hiç unutmadım. eve geldiğimde saat dörde geliyordu. 8-8. 

kendisini terk edeli ikinci kez kuşatmasına giriştiğim istanbul’a geldiğimde aradan 39 hafta geçmişti. geceleri kaldığım evlerin her seferinde kapıyı sıcak bir yüz açacak diye düşündüğümden çaldım. otelleri ise fiyatlarına göre seçtim. tek planladığım rakıda yiğit kardeşim “insana gurbette mahallesinden bir şey görmesi iyi gelir” diyerek bana karşıyaka tesbihini verdi. o günden beri cebimde. 

bir akşam bir eve yemeğe gittim. bütünlüğü bozmak adına gerçekleşmiş her türlü ahval  ve şeraite rağmen eskisinin aksine daha bütün olabilmiş bir ailenin evine. "şurada biraz uzansam ya ben” deme samimiyetine gelmişken tabi ki kendimi hemen toparladım. sonra o evin kendilerinden kopup kendilerine ama kendi kendilerine, kendilerinden daha fazla gelen aynı sayı ve cinsiyetteki komşuları da gelince benim ayar hepten kaçtı. tek erkeklerde serena williams ve çiftlerde serena-venus williams çifti bir nevi. yine gözümün önüne başka bir yerdeki sayıca ve cinsiyetçe aynı olan bireylerin birbirlerinden kopup birbirlerine güç bela tutunmalarını hatırladım. zaman, mekan ve insan üçgeninde tek kazanan insan. o yüzden 8-8 devam. 

yeni yılı karşıladığımızda her yer bembeyazdı. sevgiler bembeyaz, insanlar, şaraplar, cin tonikler, cin sodalar, kediler, köpekler, kazlar, bahçeler ve inanmazsın, abartıyor dersin ama her yer bembeyazdı. kocaman bir evin, kapanılan kapılarından kalan kısmında bembeyaz ve sıcacıktık. her şey o kadar beyaz ve o kadar sıcaktı ki aynı günü tekrar yaşamak istedik. ertesi gece saat 12’de ondan geriye saymayı istememize rağmen 12 olmadan hepimiz uyumuştuk. zaten önceki gece de ondan geriye saymamıştık. 10-8 oldu. 

londra’ya gelip de bethnal green durağında central line’dan inince kendi kendime “oha lan eve geliyorum” dedim seslice. hava olması gerekenden daha güzeldi. kimse yoktu. ama gelecekler vardı. 

Lefebvre yine Mekanın Üretimi'inde şöyle diyor: "Mekanın kökeni, bedende başlayan bir ritimler yığınıdır. Bu, öncelikle duyulmayı arzulayan bir ritimler yığınıdır. Doğa, toplum ya da tüm diğer varoluş alanları kendi ritmine sahiptir. Bunların her biri bir diğeriyle kökensel bir duyum içerinde durmaksızın açığa çıkar."