5 Ocak 2016 Salı

2015: Mekanın Üretimi




Lefebvre Mekanın Üretimi’nde şöyle diyor: 
"Mekan - benim mekanım - benim oluşturduğum anlatının bağlamı değildir. Aksine, mekan öncelikle benim bedenimdir ve dolayısıyla da benim tam karşıtım olan ötekinin, onun ayna imgesi ya da gölgesidir. Mekan bu ikisi arasında yer değiştiren bir kesişmedir."

Aslına bakarsan ben de doğum yapan bir kadın misali dokuz ayı doldurduktan sonra kucağıma aldığım bebeğimle çıktım yola bu gelişimde. Doğum tamamlanmıştı ve kendi çağında sesler çıkartan bir canlıyı, sadece sevimli diye küvezden kaptığım gibi içime sokup memlekete döndüm tatil için "nerede kalacağız" sorusuna "bakarız" diye cevap verdikten sonra. memleket kelime olarak o kadar hüzünlü bir kelime ki cümle içinde kullandıkça fark ediyor insan. 

kısa bir istanbul’dan sonra kısa da bir izmir yaptım. medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar kıvamındaki kaptanın, çaylayık sülalesinin en büyüğü sıfatıyla çaylayık sülalesinin üçüncü neslinin  - türlü ayrılıklar yüzünden - evliliğe yakın tek adayına eş istemeye gideceğini duyunca bütün planları ona göre yaptım. o an’a tanıklık etmeyeceksem neden yaşıyorum zaten. ikinci bir ısrara gerek duymamıza rağmen ahmet’e burcu’yu alarak viyana kapılarına kadar dayanan osmanlı gibi hissettik kendimizi ama sonra geçti. akşam ahmet ve levo’nun da hali hazırda kaldığı amcamın evine gittik peder, ben ve ercan ile birlikte. yengem ve ablası da vardı. geceyi nerede geçireceğimiz sorusunun cevabı hafiften rahatsız etmeye başlamışken amcamın “yere yatar mısın ogan” diye yaptığı ortaya uçarak kafayı vurdum. 1-0 öndeyiz. ışıklar kapandığında yer yatağında levo’nun yanında yatıyordum. levo’nun iki, benim dört yaşında olduğum 88 yılının yazında babanemin eski rum evinde yerde yattıktan sonra ilk kez yerde beraber yatıyorduk belki de. gözlerimden iki damla yaş aktı. ben onları bir saydım. çok erken 2-0 oldu. 

pazar sabah uyanıp zeynel amcanın fırından gevrekleri ve tulum peynirlerini alıp eko’ya oturduk. her düzenin içerisinde bir düzensizlik vardır teorisinin ete kemiğe bürünmüş halleriyiz. altay abinin de katılımıyla acısıyla tatlısıyla altay’ı konuştuktan sonra ver elini eski buca stadı. eskiden olsa yürüyerek alsancak stadıydı ama işte yıktılar onu da. kendi canını başkasının evinde görmek kadar az his vardır insanın içini parçalayan. altay’ın eski buca stadında oynaması da aynı hesap. takım güzel, 19 yaşında en az beş altı yıldır o formayı giyen çocuklar terletiyor altay armasını. öyle yabana atılacak bir his değil. aslanlar gibi de taşıyorlar o formayı. tribün zaten hep güzel. verilmeyen bir golümüz ve kaçırdığımız penaltı sonrası maç 0-0 bitiyor. o yüzden bizde durum hala 2-0. 

çarşamba sabahı gözlerimi phi phi adasının batısında, karadan iletişimi olmayan bir relax resort’un denize on metre uzaklığındaki bungalow’unda açıyorum yanımda sevdiğimle. daha öncesinde şöyle anlattığım adaya üç sene sonra tekrar geldiğimden sigaramı şu cümleye koyduğum noktadan çıkan ateşle yakıyorum. “bir adadan başka bir adaya. kayra’dan kinyas’a. en uzaklardan en yakınlara. zamanın sadece çekim ekinden ibaret bir yaşamda. her şey var. tekrar görüşeceğiz." 

sonrasında bangkok’tan rakı masasına oturuyorum merih’te ilk cümlem “abi kulüp var mı?”. kulüp var da kulüpçülük de var artık. yeni gelmiş. kulüplerden kulüpçülüklere ve hatta clubber’lara kadar konuşuyoruz o gece mi desem yoksa sabah mı desem ne diyeceğimi bilemediğim 21 aralık'ını hem de bize en uzun gece diye öğretilmişken 31 saat yaşadıktan sonra. otuzuncu saatin bir noktasında gözlerimi açtığımı hatırlıyorum karanlık deliklere başka bir boyutta anahtar sokmaya çalışırken. kafamı sola çeviriyorum “neresi lan burası diyorum”, sağa çeviriyorum ayaklarını birleştirdiği sandalyeye uzatmış göçmen’i görüyorum hem uyuyup hem çırpanırken. ya da ben öyle görüyorum emin değilim ki onun bana seslendiğini de duymadım değil. “tamam lan burası ibo’nun evi” diyip gözlerimi kapatıyorum. 31.saatte aynısını tekrar yaşayınca benim için ayrılan divana uzanıyorum. karşılıklı gollerle durum 5-3 oldu. göze hoşgelen futbol kadar güzeli var mı?

ertesi gün akşam yemeğinde mercimek çorbasının üzerine, mantıyla yaprak sarmayı mideye indirdikten sonra, ingiltere ligi özetleri karşısında chelsea maçına denk gelip de chelsea’nin yediği golde spikerin yalandan türkçe haykırışlarıyla ayıldım televizyondan bir metre kadar uzaklıktaki ikili divanın karşısında. bu hayatta her şey nereden baktığına bağlı. kalkıp içeri yattım. 5-4. geriden gelen hep tehlikelidir böyle maçlarda. 

bu ertesi günün karşıyaka alsancak vapuruna bindiğimde saat altıydı, vapurdan inip iskelenin tam karşı sokağındaki ilhan abiyle oğlu mehmet’in beraber çalıştıklarında kavga ettiklerinden  ötürü ayrı günlerde başında durarak işlettikleri alsancak balık pişiricisinde yetmişlik kulübü devirdiğimizde saat sekizdi. ikinci büyüğün ortasında yanımıza ahmet ile levo, kendilerinin dört sene önce ilk kez gördükleri benim ise tam on sene sonra ilk kez gördüğüm doğuşcan ile beraber geldiler. doğuşcan da muzo amcamın oğludur. biz kuzenler ve amcalar en son buluştuğumuzda 3 mayıs 2003 yılıydı ve beşiktaş inönü’de altay’ı 2-0 yenerken altay bir daha asla geri dönemeyeceği süper ligten düşmeye emin adımlarla ilerliyordu. ayrıca masa da daha kalabalıktı. 5–6. biri ölümden. 

onlar da ellerinde rakıyla gelince işin rengi değişti. hesaplar kapatılmaya çalışıldı, genç çaylayıklar içlerini döktüler aslan gibi çünkü babalarından öyle görmüşlerdi. kimsenin kimseye şikayet edemeyeceğini anladığımız anda rakı da bitti biz de kalktık. kalkıp hayatının büyük kısmını 1464 sokakta benim hatırladığım kadarıyla “fetuş’un evi” diye sorarsan herkesin gösterdiği rum evi olarak geçirip, zamana çok kötü yenik düşen - bana hep "ah ulan keşke o zamanlar daha büyük olsaymışım" dedirten - artık hayatına gürçay apartmanı olarak devam eden yerleşim yerine gittik. ahmet, levo, doğuşcan ve ben bir yandan birbirimize o evin eski halinde beraber geçirdiğimiz anılarımızı anlatıyorduk, arada susan da “babaneeeeeeee” diye bağırıyordu. sanki bundan 12 sene önce bir sevgililer günü giden kadın “susun be bağırmayın berduşlar” diye gülerek balkona çıkacakmış gibi. ya da kaptanın “annneeeeeee” diye o solculuk oynarken sırf dedem demokrat partili olduğu için duymasın diye bize göre nispeten daha düşük bir ses tonuyla çığırırken çaktırmadan kapıyı açıp içeri buyur edecekmiş gibi. kimse balkona çıkmayınca biz de diğer evimiz olan alsancak stadına gittik. stadda bizi “abi nolur yaklaşmayın işimden olurum” diyen bir özel güvenlikçiyle çokça köpek karşıladı. biraz tezahürat edip, artarak devam eden duygusal patlamaları tatlı gözyaşlarıyla alsancak'ın çimlerine akıttıktan sonra pederle ben izbana, ahmet ile levo garın karşı sokağındaki evlerine, doğuşcan ise bilmediğim evine gitti. 8-6 biz galibiz. atmadan yemek allaha mahsus. 

izban’dan inip taksiye bindirdiğim peder’in şoförüne “gümüşpala tarafına doğru, o sana kalanını tarif eder” dediğimde saat 00:30’du. o duraktan benim gideceğim ev en fazla on dakika yürüyerek. peder bana geldim mesajını yazdığında on altı dakika geçmişti sadece. ben nerede lan bu ev demeye başlamıştım bile çoktan. adını hatırlamadığım bir taksi durağındaki gece bekçisinin “oğlum dördüncü kez soruyorsun araç olsa bırakayım seni” dediğini de unutmadım. ayılayım diye aldığım köfte ekmeğin içinden çıkan biberi ağzımdan tükürürken eşkiyanın son sahnesi gibi bağırdığımı da hatırlıyorum. valideyi arayıp da “bizim sokağın numarası kaçtı yaaa” diyip cevabı google maps’e girdiğimde yürüyerek 45 dakikalık mesafede olduğumu hiç unutmadım. eve geldiğimde saat dörde geliyordu. 8-8. 

kendisini terk edeli ikinci kez kuşatmasına giriştiğim istanbul’a geldiğimde aradan 39 hafta geçmişti. geceleri kaldığım evlerin her seferinde kapıyı sıcak bir yüz açacak diye düşündüğümden çaldım. otelleri ise fiyatlarına göre seçtim. tek planladığım rakıda yiğit kardeşim “insana gurbette mahallesinden bir şey görmesi iyi gelir” diyerek bana karşıyaka tesbihini verdi. o günden beri cebimde. 

bir akşam bir eve yemeğe gittim. bütünlüğü bozmak adına gerçekleşmiş her türlü ahval  ve şeraite rağmen eskisinin aksine daha bütün olabilmiş bir ailenin evine. "şurada biraz uzansam ya ben” deme samimiyetine gelmişken tabi ki kendimi hemen toparladım. sonra o evin kendilerinden kopup kendilerine ama kendi kendilerine, kendilerinden daha fazla gelen aynı sayı ve cinsiyetteki komşuları da gelince benim ayar hepten kaçtı. tek erkeklerde serena williams ve çiftlerde serena-venus williams çifti bir nevi. yine gözümün önüne başka bir yerdeki sayıca ve cinsiyetçe aynı olan bireylerin birbirlerinden kopup birbirlerine güç bela tutunmalarını hatırladım. zaman, mekan ve insan üçgeninde tek kazanan insan. o yüzden 8-8 devam. 

yeni yılı karşıladığımızda her yer bembeyazdı. sevgiler bembeyaz, insanlar, şaraplar, cin tonikler, cin sodalar, kediler, köpekler, kazlar, bahçeler ve inanmazsın, abartıyor dersin ama her yer bembeyazdı. kocaman bir evin, kapanılan kapılarından kalan kısmında bembeyaz ve sıcacıktık. her şey o kadar beyaz ve o kadar sıcaktı ki aynı günü tekrar yaşamak istedik. ertesi gece saat 12’de ondan geriye saymayı istememize rağmen 12 olmadan hepimiz uyumuştuk. zaten önceki gece de ondan geriye saymamıştık. 10-8 oldu. 

londra’ya gelip de bethnal green durağında central line’dan inince kendi kendime “oha lan eve geliyorum” dedim seslice. hava olması gerekenden daha güzeldi. kimse yoktu. ama gelecekler vardı. 

Lefebvre yine Mekanın Üretimi'inde şöyle diyor: "Mekanın kökeni, bedende başlayan bir ritimler yığınıdır. Bu, öncelikle duyulmayı arzulayan bir ritimler yığınıdır. Doğa, toplum ya da tüm diğer varoluş alanları kendi ritmine sahiptir. Bunların her biri bir diğeriyle kökensel bir duyum içerinde durmaksızın açığa çıkar."

Hiç yorum yok: