İstanbul macerasının üçüncü yılı bitmişti. henüz konunun ne olduğunu anlamamıştım ama çabalıyordum. kendime, kendi kendimi aradığım yolculuk zor geliyordu. ele avuca haftalıktan fazlası geçince arkadaşlarla harcanan paralar, viskiyle yenilen bayat poğaçalar, ortaköy sahilinde sabahı yapılan geceler, sadece okulu uzatıyor diye bütünlemesine çalışmak zorunda olduğum derslerin notlarını fotokopi çektirmek için ailesiyle yaşayan insanlardan istediğim elli kuruşluk tek sayfa borçlar, dia'dan sadece sucuk diye ucuza alınan et parçaları vardı madalyonun gülerken acıtan tarafında. gülen tarafında ise beraberimde kendi çocuksu yollarında gelen arkadaşlarım, aynı yolda tanıştığım yeni dostlarım bir gün karlarla bürünen istanbul yollarında bana gelmeye çalışıyor, diğerinde yumruk yumruğa kavga ediyoruz, küfürün biri bin para. herkes dimdik, aslanlar gibi. evi döşemeye paramız yetmediği için yere attığımız minderler üstünde yeni türkü'den "başka türlü bir şey" dinliyoruz. aşık olduğumuzu sanıyoruz aklımız beş değil yüz beş karış havada. oysa daha aylak adam'ı okumamışız. babalarımız görmesin diye kaldırımda şarap içmekten korkarken iki ay sonra gece yarıları yabancı şişeler açıyoruz yabancı olduğumuz mekanlarda. tek inandığımız gecenin karanlığı. o günlerde varsa var, yoksa yok. ama içinden geleni saklamak asla yok.
günler böyle geçerken, bir yaz akşam üzeri memkelet'in sıcağı tenimde, evimde, içimde beni yakarken, valide bahçedeki çiçekleri sulamak üzereyken, pederin eve gelmesine seneler varken, elimdeki kumanda müzik kanallarını geçerken bir tınıya takılıyorum. sonradan görme yetisini kaybettiğini fark ettiğim ama stevie wonder olmayan bir adama denk geliyorum. "but now i know that i'm doing that best i can" diyor. klibe takılıyorum. o klibe bir yaz takılıyorum. kimi zaman avni'nin arabasında denk geldiğimizde "işte bu şarkı oğlum" diyorum, yuzumuze cesme ruzgari carparken. hangi mecrada olursa olsun o şarkıyı yakaladığımda benim için hayat duruyor. göremeyen o adam için gördüğümü zannediyorum, kendi göremediklerimi görmenin hayalini kuruyorum. bu hayatta bazı seyleri görmek için bazen kör olmak gerektiğini düşünüyorum o zamanlar. belki kör olursam, elimdekileri kaybedersem diğer hislerimin açılacağını ve doğruyu bulacağımın hayalini kuruyorum.
şarkı şöyle devam ediyor.
wake up in the morning and i turn the pages
don't understand what's going down
everybody's acting so outrageous
it's gonna take a lot of love to turn things around
i'm just a man trying to find the reasons why i stand
took some time to realize that i am what i am
and i wanna be rich, i wanna be happy
and live inside a love that shines bright enough to last a lifetime
i wanna be rich, more than a fantasy
ride the winds and climb cause it's all a state of mind
aradan da onbir sene geçiyor.
2016 yılına geliyorum. yavaş yavaş yerleşik hayata geçiyorum. zaman sadece geçmek için var. onun bu konuyla hiçbir alakası yok. zaman insanı değiştirmiyor. sadece kendisine yenik düşürmeye çalıştırıyor. bir çıkarsan denlemin içerisinden o da neye uğradığını şaşırır. zamana bunu yapmak lazım. kendisini zaman gibi hisseden ne varsa çıkarmak lazım. neyse; zamanın gelmişini, geçmişini sikeyim.
2016 yılı güzel. bu yılın nisan ayının 19'unda bir kapıdan içeriye giriyorum. aynı kapıdan daha önce birkaç kez daha girdim. ilk girdiğimde bütün tüylerim diken diken oldu. 1930'lar chicago'sunda bir jazz bara girmiş gibi hissettim kendimi. her bu gerçek olamaz dediğimde, elimi tutan el bu gerçek diye uyandırdı beni. inanılmazdı her anlamda, inanamıyordum. allah belamı versin ki inanamıyordum. sahnenin etrafını geniş bir U şeklinde dönen bir oturma biçimi vardı içeride. sahnenin karşısında yer alan, U'nun yere bakan tarafına doğru sekiz tane yuvarlak masa serpiştirilmişti. U'nun sağlı ve sollu bacaklarında ise tiyatro şeklinde sahneyle beraber başlayıp, yükselerek yukarıya doğru devam eden iki kişinin oturabileceği yan yana altı, üst üstü dört sıra vardı. her sıranın önü masa, koltukları ahşap kaplama üzerine kırmızı deri. burası 30'lar Chicago değilse ancak 2010'ların Londra'sıdır, keşke bir 40 sene kadar önce gelseydin diyen de Ronny Scotts'tan başkası değil.
işte o gün, o kapıdan içeriye en son biz giriyoruz. U şeklindeki oturumun U'sunun en tepesine bizi alıyorlar son ikili olarak. perde kapanıyor, kapılara sürgüler çekiliyor. duyuyoruz. kapıdan içeriye girerken tutuşan eller birbirine sıkıca sarılıp, emin adımlarla kendilerine gösterilen yere doğru ilerliyor, masaya oturuyor, bir şişe şarap söylüyor, arkasına yaslanıyor ve performans başlıyor.
Raul Midon, 2005 yılında albümüne ismini de veren State of Mind isimli şarkıyı söylerken şöyle diyor bir yerinde. kulaklarım canlı canlı duyuyor bu kez.
troubled times lead to healing times
i was sad now I'm feeling fine
it's the taking and the giving that makes this life worth living,
makes this life worth living
o an bitmesin istiyorum doğal olarak. ama artık her şeyin bitebilitesinin olduğunun farkındayım. sorun değil. zaman burada da yenik düşüyor. gelmişini, geçmişi ve geleceğini... bir kere zaman, zamlanan bir an olmasaydı her şey daha güzel olurdu bu hayatta.
artık kardeş mertebesine ulaştığımız Raul Midon aradan gecen onbir seneyi uzaktan izlemiscesine, seksen dakikalık performansinin son beş dakikasını sadece şu üç mısraya ayırarak, bütün içtenliğini görebilenlerin gözleri önüne seriyor.
ride the winds and climb,
spread your wings and fly
cause its all a state of mind
...
2016 yılı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder