23 Haziran 2015 Salı

coraplar

telefonda kayıtlı olmayan bir numara arıyor. 0775 ile başlayan. bizdeki 053x’i oturtamadım hala kafamda burada. 0777 55039x8 diye yazınca oturuyor mesela. benim numaram bu. ama bunu yazana kadar oturtamamıştım kafamda. iki buçuk aydır bu hat bende. ilk kez oturuyor. ilk kez oturtmaya çalışıyorum. yine de telefonu hevesle açıyorum. belki şirketten birisi aramıştır, iş hakkında bir şey bile sorsa önemli değil, o samimiyet noktasına geldiysek hoşuma gidecek çünkü. senelerce telefon açmayan adamın düştüğü durumu tecrübe etmesi de çok güzel. karen orada mı diyor ingilizce. karen burada da sen hangi karen’ı aradın kardeşim demek istiyorum. ne kardeşime ulaşabiliyorum ne de karen’a. ayrıca bu karen geçen takside şarkıyı söyleyen karen değil mi, ne alaka yani. yanlış numara diye kapatıyorum. türkçe. türkçenin tonlaması japoncaya yakın olduğu için ses tonumdan anlıyor karşı taraf. ben yan gözle telefona baksam bile asla aramayacak, biliyorum. 

çorapların diyor fransızın biri. konuya tamamen fransız, hayata daha fransız. ben onun farkındayım mesela. onu bilerek fransız gibi davranmaya çalışıyorum ama aynı fransızlık değil odağımız. ben onun uncertainty avoidance’a odaklanıyoum o benim power distance indeksime. o zaman olmuyor tabi. evet çoraplarımda cannabis desenleri olabilir, sen de bu yüzden rahatsız olabilirsin ama ben bana kurulan “çoraplarında cannabis işareti var ogan bu olmaz” diye gözlerini açarak verdiğin tepkiyi kabul edemiyorum. edermiş gibi yapıyorum. şirketin ik’sı bu post’u görse beni kovabilir de ama o da problem değil. zaten şirket beni böyle bir sebeple kovarsa tabutuma siyah beyaz çubukluyu sararız. biraz üzülürüz ama sonra rakıda çok güleriz. ben bir haftadır gülüyorum mesela. en son buna benzer bi hareketi mahmut’a yapmıştım ve bir yıl on ay yemiştim. hala pişman değilim. bu hayatta çekilecek bir şeyler illa ki vardır. 

sigaradan inince çorapları yarıya indiriyorum matem göstergesi olarak. bacak bacak üstüne bile atsam kimse çorapları göremiyor. o günü, aslında bu-günü sıkıntı olmadan geçiriyorum. ülkemin uncertainty avoidance’ına istinaden benimkisi oldukça düşük. belirsizlikten kaçmadan üstüne giden bir yapım var. ki olacak da ve olmalı da. komserimin dediği gibi "insan yaradılışı gereği bir başkaldırışın ürünü". kadın ve erkek bu yüzden var. neyse. 

eve geliyorum. pay day yakın diye cepteki para az. zaten para hiçbir zaman cepte olmadı. dünyanın en büyük zamiridir hesap numarası. ismin yerine geçer. oraya para yatırılır, oradan para başka yere yollanır. para insanın isminin yerine geçer. ne kadar yazık. parayı “baston gibidir, insanın ayakta dik durmasını sağlar” diye en güzel aslı erdoğan tarif etmiştir bence bu hayatta. geldiğimden beri biriktirdiğim bozuk paraları kullanmanın tam zamanı bugün. zaten tarih hala sıcaklıktan daha büyük rakamlarla tasvir ediliyor burada. ayın yirmi ikisi ama hava on beş derece. bozuklukların bir kısmını iki şişe şaraba çevirmek kadar güzel bir takas yok bugün. londra’nın doğusunda evin bir köşesinde duran bozuklukları iki şişe şaraba bütünleyen benden daha mutlular vardır illa ki. olacaktır ve olmalıdır da çünkü mutluluk asla bu değil. 

bunların hepsini aslında podcast için yazıyorum. çünkü yazmadığım zamanda kendi kendime konuşuyorum. bu da zaten yazdıklarımın bir kısmı. eskiden trt2’de akşam onda günün özeti diye yirmi dakikalık bir haber programı vardı. hava durumu ve spor dahil. bu da öyle biraz. pre-read yollar gibi. ben küçükken birisi "bu hayat matematikten ibaret" demişti de kimdi onu diyen bir türlü hatırlayamıyorum. peder olamaz matematikle alakası yok, valide olamaz geometriyle alakası yok. teyzem olamaz aritmetiği bilmiyor. beş kardeşi ne birbirinden ayırabildi ne de bir araya getirebildi. anca babanem olabilir, içler dışlar çarpımını yapıp eşitliği bulan oydu çünkü. rahmetli 2003’te sevgililer gününde göç etti buralardan. 

o da telefonu hep bir hevesle açar ve çorapta aykırılığı tercih ederdi. artık yetmiş olan dokuz yaşında bile. 

22 Haziran 2015 Pazartesi

21 haziran çok uzun




en uzun gündüz bugün.

batının, adını güneşin battığı yerden aldığını anımsıyorum benim doğumdan, iki saatle üç vakte kadar. oysa haziran’ın tam ortasında turgut uyar şöyle diyordu terasta artık biraz daha batıya doğru kayan somutlarım ama yine de doğuda yaşayan soyutlarımla. 


"haziran sancılı bir ülkedir kalbimize
kısa öğle vakitlerinde yaşadığımız
bir kırmızı diye kullandığımız
ve ara sıra
öyle sandığımız”


liverpool street’te trenden iniyorum. yürümeye karar veriyorum eve kadar. yarım saatlik yol. ara yollardan yürüyorum. hava durumu yerine tarihe bakarak sokağa çıktığım için tshirt’le yakalanıyorum gecenin ayazına. benim geldiğim yerde tam tersi olur. trenin sesi yarıyor ayazı. ara sokakların esmeyenlerini tercih ediyorum. köşesini döndüğüm sokağın tabelasına takılıyor gözüm. kerbela street. tesekkurler, ben de seni özlemiştim kerbela. gözümüz yollarda kaldı, bir dahakine bu kadar açmayalım arayı, kapatması zor oluyor sonra.


bloomsbury square gardens’ta boş bulduğum bankta durdum iş çıkışı. bulutlar çok hızlı hareket ediyor burada. emlak piyasası da. metrolar, ışıklar, bisikletler, mailler, toplantılar. yemekler hızlı yeniyor, insanlar bile hızlı hareket ediyorlar. ne aceleleri varsa. durarak ödüllendiriyorum kendimi ben. formumu durmaya borçluyum.


ertesi gece otele yerleşince açık tapasçı arıyorum. bar buluyorum. barı bulamayanlar da var. barın hakkını veriyorum. mini barı da es geçmiyorum. ilk geceden avrupa ayak seslerimi duymaya başlıyor. sabah yedide ayılmaya çalışırken o mail düşüyor. sabah yedide mail düştüyse önceki gün haberleri vardı diye düşünüp türkiye’de olsa ilk duyan bendim diye etrafımın boşluğunu düşünüyorum. ama yine de önce biraz seviniyorum. biz buraya üç puan için geldik. atom parçalamıyoruz. normali bu işin. normali oluşturur halde olmak da güzel. bu maçı unutup önümüzdeki maçlara bakacağız.


madrid’de çarşamba akşamı çok pis tapasa düştüm. midye, patatas bravas, kaynanamın kıçıtas ve bir de o küçük tatlı yeşil biberlerin kızarmış hallerini rica ettim. çünkü o biberler kızartma gibi kaba biberler değil aşk dolu yeşil küçük biberler ve ancak kızarmış gibi yapabilirler. o besin değeri yüksek, başlı başına bir sanat eseri olan canlıyı sapından tutup, ısırıyorsun elinde bir tek sapı kalıyor. nasıl, çok iyi değil mi. aşk dolu ama sapı kalıyor elinde. aşk yenilebilir bir şey değil ki. yiyip yutamazsın öyle. londra’ya dönerken freeshop’taki kadın da elimdeki üç kilo küçük yeşil biberleri görünce şaşırdı. ben de şaşırdım ama çok değil. 

tapası anca viskiyle taçlandırabileceğim için önceki gece alternatifsiz biçimde tapasın öncesinde yer verdiğim bara bu kez ana sahnede kapanışta görev verdim. bir hayli içmişken onur bir yazı attı, okudum. önümüzdeki ay dergide yayınlayacağı agassi yazısını yolladı. yükseldim. agassi, open’ında ilk turnuvayı kazanırken yaşadıklarını tek cümleyle şöyle özetliyordu. "Signs, signs, everywhere signs.” file önüne gelip şunu düşündüm. “ulan ogan her boku tek başına yaparak nereye kadar devam edeceksin acaba. yemek tek başına, madrid tek başına, viski tek başına, konkur bile tek başına. nasıl iyi mi böyle”. hemen cevap verdim “ingilizlerin deyimiyle: not bad”. çıktım bir sigara yaktım barın dışında. kuşlar cıvıldıyordu. biraz şaşırdım açıkçası.

otele nasıl geldim hiç hatırlamıyorum. sabah kalktım sekiz buçuk. toplantıya yarım saat geç kaldım. yani olur böyle şeyler. bizde konkur kazandıktan sonra ertesi hafta zaten otomatikman tatildi. onlar da haklı tabi sistem devam etmeli. global ekibe aldığımız çocuğun kafası iyi çalışıyor da biraz alkolle problemi var galiba algısı söz konusu olabilir. hiç şaşırmadım.

ölüm gibi hafta bitmişti sonunda. tarihin hava sıcaklığından daha büyük olduğu günler. doğum günün ne zamandı senin. hackney tarafında barın birinde arjantinli bir grup canlı müzik yapıyor. keyfim yerinde. haftanın ilk sosyalleşmesi. bloomsbury’deki o banktan kalkmayacaktım ben. grup, candan erçetin melodili bir şarkıyı bilmediğim bir dilde söylüyor. güzel de söylüyor. ayı gibi gülümsüyorum. o sırada bir kadın görüyorum "oha ne güzel kadın" diye içimden geçirirken. yanındaki adamı görüyorum "oha ne güzel adam" diye içimden geçiriyorum. ikisini bir görüp "oha bunlar ne güzel insanlarmış ya" diyorum. var öyle şeyler hayatta. onlar da beni "oha ne güzel tek başına" diye görmüş olacaklar ki "bunlar niye bana bakıyorlar böyle" diye içimden çıkarttım. bana bakıp gülümsüyorlardı. "ne eğlenceliler de benden ne istiyorlar acaba” diye düşünürken bana doğru yaklaşmaya başladılar. bana bir şeyler soruyorlardı ama anlamıyordum. soruların bir yerinde berlin kelimesini duydum. sonra soruyu tamamladım kendimce, elleriyle üç yapmaya başladılar. üç hafta önce berlin'de değil miydin diye soruyorlardı. ben de kendime aynı soruyu sordum. ben üç hafta önce berlin’de miydim. 19'dan 21 çıkarttım. haziran’ı bekliyordum berlin’de. "evet berlin’deydim" cevabını duyunca loto tutturmuşçasına sevindiler. loto totoldo. biz seni berlin’de festivalde gördük dediler. ilk tepkim “nasıl lan” oldu. festivalde iki gece, bir kater blue’da, bir de berghain'da. ben berk talu’yu o kadar görmedim berlin’de. şimdi de burada görünce inanamadık dediler. ben de inanamadım. i can't believe'ler, isim sormalar, sarılmalar, amazing'ler, what the fuck'lar havada uçuyor, "lan ben acaba öldüm de haberim mi yok bu nedir lan"lar yerlerde sürünüyordu. -lan’li, -lun’lu bir durum yani. senden de bahsettiler. on beş dakika muhabbet ettik. sonra ben dışarı çıktım bir sigara yaktım. hiçbir şey yapmadan sadece sigara içtim. tshirt üşütmüyordu cuma gecesi londra’nın doğusunu. barın, ara sokağın en kör noktasında olması da üşütmeyen bir nedendi. arkada çok hafif insan gürültüsü. uğultu değil. kelimeleri seçebiliyorsun. seçemediklerini boş bırakıyorsun. 


yapabileceğim en doğru şey bu anı ölümsüzleştirmek adına eve gidip dayanabildiğim kadar tavana bakmak olduğu için ilk gördüğüm taksiyi durdurdum. binip, posta kodunu söyleyip, sırtıma yaslanıp, başımı arkaya devireceğim. son ikisini yapamamamı sağlayan şey radyoda çalan şarkı oldu. çok eskilerden tanıdık bir ses “yok alamazsın beni deli zaman” diyordu. sezen aksu kurşuni renkler taksisi. hayır kime neyi ıspatlamaya çalışıyorsun. taksinin şoförü de peder bey. yalanım varsa kahret beni. ben seni takside gördüm diye arayıp babalar gününü kutlamadım. 


sayfalarca yazdım. bugün sabah dokuzda uyandım. altı yıldır uyuyormuş gibi uyandım. bisiklete binip açılırım diye düşündüm. bisiklete yelkenli taktım da ben. her sabah yaptığım gibi pencereden kafayı uzatıp bisiklet orada mı diye baktım. bisiklet oradaydı ama ön tekerlek yoktu. olay yerine indim. bisikletin kilitli olmayan tek yeri yani ön tekerlek çalınmıştı. bisikletin bağlı olduğu yere en yakın bahçenin olduğu evde kalan boğazına kadar dövmeli, otuzlarında bir ingiliz gece üçte yattığında bisikleti fark ettiğini ve ön tekerleğinin olduğunu söyledi. hatta sabah uyanınca da ön tekerleğin olmadığını fark edince şaşırdığını anlattı. ne kadar kolay şeylere şaşırıyorsun dedim. hiçbir şey demeden suratıma baktı. ben bisikleti sırtlayıp eve çıkardım. 


21 haziran en uzun gündüz diye güneş bugün yüzünü akşam yedide, o da hepi topu bir saatliğine gösterdi. kendisinden herhangi bir beklentim yoktu bugüne dair. yine tarihin sıcaklıktan yüksek olduğu günler. bugün terasta "londra’nın haziranı böyle oluyormuş demek" diye geçirdim içimden. tümden gelen haziran. yeşil biberleri önce kahvaltıda omletin arasına koydum, sonra akşamüstü rakının yanında tuzlayıp yedim. rakı bardaklarım var artık. biri mesaj atıyor hastanede yatmış iki gün. diğeri teşekkür ediyor hediyesine serzenişli. göçmen babalar günümü kutluyor. rakıyı dolduruyorum. haftaya cuma pay day. her ayın son cuması yatıyor maaşlar burada. insanlar her ayın ilk cumasını da güzel geçirsinler diye. 


çok uzundu bugün gündüz. haziran gibi uzun.

11 Haziran 2015 Perşembe

ne demek ben uzun yol sevmem

bu yazıları kim okuyor kim like'lıyor hiç bilmiyorum. yazarken umrumda değil de twitter'a, facebook'a koyarken düşünüyorum bazen. onur RT ederse zaten yürüyüp gidiyor, like'larda bayan ağırlıklıyız. datayı okuyorum ben. büyük datayı. ilk paragrafta nereye geldik. bu paragrafı bir daha okumak lazım.

etopya diyecektim, diyemedim. zor deniyor. mikrofonlarımız etopya'da.

etopya'ya gideceğim diye tutturdu kahve çekirdeği. anavatanım orası diye. çekirdekler yaşlılıklarını orada geçiriyormuş. güneşin altında daha da kararıyorlarmış. "zifirin üstüne zımpara çekip zifir dökmek gibi biraz" derdi göçmen bu hikayeye. kimsenin aklına zifir kelimesi gelmeyeceğinden çok şaşırırdık. hem zifir hem biraz hafif kaldı. anavatanını söylersem çözüleceğini bildiğim için yorumu okuyucuya bırakıyorum kahve çekirdeğinin kökenlerini biçeyazarak. foça, sakhalin, umman, kaskelende. ulan ne istikrarlı çekirdek benim aklıma etopya nasıl gelmedi acaba. adam bir sıcak bir soğuk seviyor. yolun kenarında, her seyin uzağında, sıcağın kurusunda, soğuğun ağırlığında, ne kadar ucu varsa orada. etopya'da yerin dibinde. ama hep daha iyisi için, hep bir kendini yenileme çabası için. çok iyi çok iyi.

2011'e gidiyorum. bir akşam biraz içmişiz. kıyamet kopuyor sonra ben tepetaklak. foça kumlarından sakhalin karlarına geçer gibi. ama öyle -de- değil.  sonra kurtardık/m. kurtaramayanlar oluyor ya da kurtarayazıp sonra ödeyenler. bazen seneler sürüyor insanın ödemesi. kimine dört sene sürüyor, kimine kırk sene, kimine iki buçuk ay, bilemedin beş sene. zaman işte sırf puştuluğuna var.  taksitin tak ve sik'ten geldiğini bilmeyen yoktur herhalde. hayatın en büyük samimiyeti burada saklı. peşin fiyatına ömür boyu taksitle. sikmeden bırakmayın (s)a(k/t)ın.

nasıl kulağım çınlıyor belli değil.

ben new sahilli'ye gittim geçen, on gün. yolda geçen sene çok sevip sonra unfollow ettiğim bir arkadaşımla karşılaştım. gerçekten unfollow gibisi yokmuş dedim kendi kendime. salihli'nin eteği meşhur bu arada. adamlar da giyiyor. kadınlar da. ben her cinse karşı aynı yakınlıktayım.

aslına bakarsan (yol=hız x zaman)'dır. matematik bunu gerektirir. ben geçen yüz kilometre yolu beş saatte ortalama yirmi kilometre hızla gittim. ne kadar basit. ehliyetim yok bisiklet sürüyorum. ama insan boş yola gitmez. yolun bir limiti vardır. bayramda istanbuldan izmire gitmeye kalkarsın ama trafikten ötürü yol altı saat değil de on saat sürer çünkü hızın düşmüştür. zaten izmir de gidilecek bir yer değildir. hız düşebilir ama yol aynıdır. gözünü bir açmışsın izmir'desin. ne yazık. ben bazen gözümü bir açıyorum izmirdeyim. hemen geri kapatıyorum gözlerimi. elemtere fiş, altay altay altay. böyle değil miydi bu?

karanlıkta gözleri kamaşanlar da var. ben mesela iki hafta önce cordon blue'ya girerken ellerime dolanan mavi kordonu fark ettim. kaşar erir, insan ölür, demir çürür, sinyal sönmez. sinyale gelmeyin sakın.

insan yaşıyor. o yüzden yolu bilen varsa önden gitsin. eğer yolu bilen yoksa bırakalım hepimiz kendi optimum hızımızda yol alalım. aynı hızda yürüyen insanlar illa ki vardır.















4 Haziran 2015 Perşembe

haziran



ilk hatırladığım haziran gecesidir. çocukluğuma dair ilk anımdan; turbo sakızı, elimi başımın üzerine kaldırarak anca alabildiğim günler kadar küçükken hatırladığım ilkbaharın ardından gelir. o haziranın ilk haftası bayram tatiliydi. ama daha da önemlisi o haziranın biri cumartesiden başlamıştı. haziranını, cumartesi günü birinden başlatıyor 89 senesi, mayıs sonuna kadarını saymıyormuşçasına. beş ay yokmuşçasına. çeşme’de kiraz pansiyondaydık. yaşları sırasıyla 37, 33 ve 5 olan üç kişi ilk kez birlikte tatile gelmiştik. ben kıçımın içine kaçan kumlardan huylanıyor, ortanca yumurtaları yaşlarla aynı dakikada kaynatarak doğaçlama ege kahvaltısını bize servis ediyor, en büyük ise köşedeki mesut’tan hürriyet, milliyet, ekmek, küçüğe yine yaşı kadar sürede kaynatılacak süt alıyor, bir de ortancaya yeni açan karanfillerden çalıyordu yan bahçelerden. o zamanlar çalmanın romantik olduğu yıllar. ilk haziranım, ilk haziranımdı. bütün haziran cumartesiydi. 

bir haziran gecesi bir kadını dudağından öptüğümü hatırlıyorum. ilk kez bir kadını dudağından öptüğümü. hazırlıkta - bizim zamanımızda ilköğretim beş yıllıktı -  mezuniyet töreni öncesinde sırf şişe çevirmede üç kere denk geldik diye. çok heyecanlandığımı ama yine de kimseye söyleyemediğimi hatırlıyorum. herkes duyana kadar hazirandı. sonra ocak geldi. beş saat sonra. o zamanlar izmirin havasına orospu diyorlardı da ben anlamıyordum. meğer orospu çocuğunun dik alasıymış. 

bir haziran gündüzü hatırlıyorum. hayatını etkileyecek sınav diye korkuttukları sınavın öğleninde üstümdeki t-shirt’ü koşarken çıkartacak kadar kendini kaybetmiş şekilde - bunu daha dört gün önce gördüm - uzaklaşırken aslında hayatımı etkileyen, hayatımdaki her şeyden kurtulmaya koşarken. 

bir haziran anısı dinliyorum 64 yılından kalma, başka bir haziran akşamında hep bir ağızdan. altay’ın kuvvetiyle ve kudretiyle şen olduğu yıllar anlatılırken. rest çekmiş galatasaray’a kupa finalinde. altay, o zamanlar yolculuklar uzun sürdüğü için bir gün önce doğu almanya’ya karşı vatani görevini yapmış gibi görünüp ordunun milli takımında - nasıl saçma bir organizasyon - oynayan üç as oyuncusunu, izmir’de 0-0 biten ilk maçın ardındaki 28 haziran kupa finali rövanşında oynatmak için maçın bir gün sonra oynanmasını talep etmiş federasyon da reddetmiş. santraya çıkan galatasaray ve romen hakem nicolae mihailescu altay’ı 15 dakika bekledikten sonra altay başkanı rıdvan burteçin alsancak’tan şu açıklamayı yapmış: “kupayı kaybettik ama sporda ahlak mücadelesinin meşalesini yaktık. onu söndürmemeye çalışacağız”. haziran gibi haziran.

bir haziran gecesi hatırlıyorum etiler’in izmir donanımlı balkonunda. aynı kıtaya sığamayacak kadar büyük kitleler var iç organlarımızın birinde. ikimize dair ortak olan tek şeyi içinde barındiran o organ, şimdi gecenin bir köşesinde yeni başladığım sigaramı üflüyor dışarıya, dolunayın önünü bulutlar kesiyor. biliyorum bu gece hep orada kalacaklar. o yavşak bulutlar. 

bir haziran gecesi hatırlıyorum. savaştığımız. haziran gibi sıcak, umut dolu. on beş gün iyi savaşıyoruz - rakamla mı yazıyla mı - sonra kaybediyoruz. bu kez bizimle beraber almanya, uruguay, yunanistan, goa, yeni salihli, yeni yetmeler, yeni gelenekseller, yine yenilikçiler, çiftçiler, berduşlar, ev kadınları, öğretmenler, alkolikler, sahil güvenlikler, bisikletçiler, simitçiler, hemşireler, sanatçılar, belki biraz da karışık sandöviççiler kaybediyor. ama anlamıyorlar. zaten haziran’ı da anlamadılar. 

bir haziran sabahı hatırlıyorum. deniz kenarında, dalgalar arasında, rüzgarın uğultusunda. hafif üşümeli ama kolları kapatırsan da tatlı ürpermeli. temmuz’a yaklaşmamış haziran. kumsala çıkmayalım diyorum, çıkıyoruz. 

bir haziran yaşadım. bu kez haziran’a cumartesi birinden değil, cumartesi 01’inden başladım. üstelik haziran bile gelmemişti biriyle.  bazıları rakamla, bazıları yazıyla. matematik mi daha güzel edebiyat mı çözemedim hala. sanırım haziran en güzeli. ben haziranın 1’i geldiğinde haziran’ın birine gelmeden önce şuna benzer tasvir etmiştim görmediğim haziran’ı. 

hayalini kuramayacağım kadar güzel bir şeyin içine gidiyorum. şey çünkü bu tanımı yok. şey’i hayatımda ilk kez bu kadar manalı kullanıyorum. zamanında hayalini sarhoşken, tanrılarlayken kurduğum, tanımadan özlediğim ve tanıdıkça sevdiğim, bana gösterişsiz güzelliğin en saf halini yaşlatan haz, hayatta en acısıyla en tatlısını düşünmeden yaşadığım, o kendisine izin verirse daha da yaşayacağımız karşılıklı en büyük sigortam irin, ben ona ir diyorum ve hayatıma girerken benden daha gözü kara birisinin daha olduğunu hatırlatan, hani aynı yolda değiliz şimdilik ama ileride bunların hepsi bizim hissini veren an. biri eksikti haziran’ın. o biri de geldi. birileri geliyor birileri gidiyor. (anlayana bilet bedava). 

2015’in haziran’ı geldiğinde uzun zamandır üzerine çalıştığımız kareografiyi sergilemenin zamanı gelmişti. biz de farkında değildik o kadar zamandır çalıştığımızın ya da zamanın geldiğinin çünkü zaman asla gelmez. ama bir şeyler gelmişti işte. çatalla üstünü hafiften tutup, bıçağı vurduğunda cordon blue’dan yayılan kaşar ve ham'den bahsediyorum. içinde dünyanın en güzel adami cam göbeği mavi takim elbisesi ve bisikletiyle parlayan nick cave’in olduğu, o nick cave’in varlığını hissetmek yerine kendini kabul edip yoluna dünyanın en çirkin kadiniyla devam eden fason üretim dünyanın en güzel kadınının olduğu, kapisinda kuyruk yapmadan herkesi iceriye buyur eden günah çıkartma kabininden kahkahaların çinladığı, ıslata ıslata dövmeni hobiye dönüştürecek kadar sözde aşağılık bacanakların volta attığı, türklerin en iyi rolünün alman rolü oynamak olduğunu hatirlatan, bizim gibi “yabancıların" kendilerini bulabildiği, müziğin catwalk’a şark ettiği, catwalk’un kürsüye çıktığı, kürsülerin kuma dönüştüğü, kumun suya döküldüğü, suyun çoraptan içildiği, çorapların pantolonların üstüne giyildiği, haziranın cüce şubat rolü yaptığı, bir de long island’ın yeniden bulunduğu yer. aslında bir cordon blue’dan bahsediyorum. ya da bir haziran'dan. 

bu haziran da diğer haziranlara benziyor ama bir haziran 1 haziran’a benzemiyor. bu haziranlarin baska hicbir mevsimde olmayan bir havasi var. o en saf duygularla yasanan 89 haziran'ini hatirlatan, sakadan baska izahi olmayan bir kalp agrisi gibi bir haziran. yazın habercisi haziran. o çok sevdiğimiz ama hiç söyleyemediğimiz haziran.