barcelona'dan geldiğimiz gibi gezi parkında almıştık soluğu. pazartesiydi o gün. ne olabilir ki diyordum kendime, hatırlıyorum. ertesi gün de aynı. bir ertesi de. kalabalıklaşıyorduk ama en nihayetinde ne olabilirdi ki. ertesi gün onur'un doğum günüydü. o sabah saldırı olmuştu, kalabalık artmıştı. onur için de gelenler vardı ama kalabalık hatırı sayılır rakama ulaşmıştı. telefon artık hiç çekmiyor ve karanlıkta aradığını zor buluyordum. erken kaçtık biz eda ile. ertesi sabah uyanınca o çoktan işe gitmişti. ben de 11'deki toplantıma yetişmek için 10'da kalkmıştım ve yatakta biriken timeline'ı okuyordum. yanan çadırları gördüm, duvardan düşen akranlarımı. o sabah fark ettim, sanki ben parkı onlara emanet etmiştim gece de, bir de hayıflanıyordum. kimsenin kimseye kimseyi emanet etmediği bir dönemden bahsediyorum. bize de kimse bir şey emanet etmemişti buraya gelirken. biz direk borçlu çıktık. anadan, babadan her anlamda borçlu çıktık. bu kadar borçlunun damarına basarsan, o yiğitler kamçılanır. ilk kamçıyı o anda hissettim. yataktan koşarak kalktım, toplantıyı bitirdim eve döndüm.
Melek abla gelir iki haftada bir cuma. o gün, günlerden 31 mayıs. onur'un doğum gününün ertesi günü. eve gelip onu erkenden yolladım. ofise döndüm ama duramıyordum yerimde. telefonlar, mesajlaşmalar, yol tarifleri, sprey boyalar, sirkeler, maskeler derken neyle karşılaşacağını bilmeyen herkes birbirini dinliyordu. biraz görmüş geçirmiş bir erkek biber gazında ne yapılacağını, polisle yakın temasta nereleri kollaması gerektiğini bilir. onlardan bolca gördük ilk cuma gecesi. cuma öğlenden başlayan polis müdahelesi, kalabalıkların toplanmasına engel olamadan meydana çekilmişti. çünkü tek bir yerde toplanılmıyordu. taksim, osmanbey, şişli, beşiktaş. geziyi çevreleyen her tarafta toplanılıyordu. herkes o noktalara geliyordu. zaten belediye toplu taşımayı da oralara kadar yapıyordu.
ben heyecanlıydım. ses getirecek bir tepkinin anca can yakarak olacağını düşünüyordum ve bunu iki yıldır dost meclisinde dile getiriyordum. ama bizim canımızı bu kadar yakacaklarını tahmin etmiyordum. bunca acımasızlığı hayal edemiyordum. zaten konu burada ivme kazanıyor. ben gezi parkında hangi ağaçların kesilmekte olduğuyla çok ilgilenmedim. bir insanı uyurken yakmaya yeltenecek kadar aşağılık olan düzenle ilgileniyordum.
ilk gece neler olduğunu peyote'ye oturduğumda anladım. önce yüzümü yıkadım. sonra yukarıya çıktım şafakların tayfa oradaydı ve herkes telefonda birbirinden daha inanılmaz haberler veriyordu. karşıyaka çarşı ve göztepe yalı beraber direnmiş, beşiktaş'ta fenerliler varmış, televizyonda bir kanalda bile haber yokmuş, karşıdan yürümeye başlayan bir grup varmış. ikinci kamçıyı da vurmuştu bu gece. uyanan bir topluluk vardı, ben de bir parçasıydım. yurtdışına gitme planları yaparken ülkesinde yaşamaktan zevk almaya başladığını deklare eden bir ekip vardı bu olayların başında, ben onlardan değilim. ben hala aslanlar gibi gitmekten yana olup gidemeyenlerdenim. ama şunu diyebilirim, oyuz yılın sonunda beni ruh hastası olmadığıma inandırdığı için herkese teşekkür ederim.
cumartesi sabah yedide göçmen elinde ipad'la köprüden yürüyerek geçenlerin fotoğrafını göstererek uyandırdı beni. iki gün önce ne olabilir ki derken, o haftasonu olanların bir tanesini bile aklımın ucundan geçirmiyordum.
onyedi, onsekiz gün kadar her gece olay oldu. her gece tekrar temizleniyordu sokaklar. her akşam da tekrar gaza, suya, plastik mermiye boğuluyorlardı. bienallik canlı yayın araçları, polis arabaları vardı. AKM bayraklarla donatılmıştı ve herkes elindeki sprey boyayla duvarlara sanat kusuyordu. her gece direndik. ortalık durulur gibi oldu yine direndik. nerede, nasıl direndiğimizi anlatıp etiket olmanın lüzumu yok. ama herkese tavsiyemdir, doğru playlist'i oluşturup ipod'la tek başına direnmek kadar güzeli yok.
direnişin bir güzel tarafı da türlü sıfatlarla sınıflandırılan ama bence sadece bu yaşta olduğumuz için gençler arasında sınırların kalkmasıydı. bugüne kadar azınlık olduğu için ezilen ve onların ezilişinin farkında olup hayatın bireysel kulvarlarında da ezilen, ezilme riski taşıyan gençlerin hepsi bir olmuştu. bu insanlığın farkında olmayanlara da anlatmaya hazırlardı.
karşı cephede ise olayların rengi değişikti. bu dönemin tek adamına toplumun bir kısmından her anlamda hatırı sayılır seviyede tepki vardı. eskiden rakı masasında aramızda sohbet ederken küfür ettiğimizde sesimizi kontrol ettiğimiz adamın annesinin kulaklarını çınlatıyorduk istiklal caddesi dolusu insanla. polis yetersiz kalıyordu ama basın susturulmuştu. kendisine haber kanalı diyen kanallarından bir tanesi bile ülkenin en işlek caddesinde polisle halkın saatler süren çatışmasını göstermiyordu. o zamanlardan belliydi bu tezgahı da düzenleyebilecekleri. güçleri yettiği kadar kuralları kendi lehlerinde kullanabiliyorlardı ve çok güçlülerdi. hiçbir şeye şaşırmaz olmuştum. her salı kabine toplantısının olduğunu ve yine bizi sokaklara dökeceğini biliyordum artık. evlere gaz sıkıyordu türk polisi. önüne geleni kadın, erkek, genç, yaşlı, özürlü, hasta demeden jopluyordu. tek nefeste, kokusundan gazın ne olduğunu ayırt edip ona göre limon mu, sirke mi kullanacağımıza karar verebiliyorduk. sanki neşeli günlerdeyiz de turşu kuruyoruz.
sonra işin rengi değişti. insanlar, canları yanmaya ve dolayısıyla korkmaya başladılar. birinci dalga dediler. iki gelir gibi yaptı, belki de geldi, göz altılar olmaya başladı. sayımız azaldı. eskiden herkesi görürken artık aynı beş kişiydik her seferinde. bir de gerçekten ezilen azınlıklar kaldılar. bugüne dek ezildiklerinden ötürü, ellerine geçen bu fırsatı da yitirmek istemeyenler. az kalmıştık. artık hep beraber meydanda bile toplanamıyorduk. galatasaray'dan geri püskürtülüyorduk. eş dost arasında fikir ayrılıkları başladı. ilk hafta beraber direndiğim insanlarla şimdi gayet farklı düşünebiliyordum.
bu uzun vadeli süreçte çoğu insanla hemfikir olamadım çünkü ben sokak dışında bir yolla kazanım olacağını halen düşünmüyorum. yargının koca bir tezgah olduğu dönemde, ekonominin ne olduğu beni ilgilendirmiyor. bu yüzden ve parayı da sevmediğim için, istikrar çığırtkanı makro ekonomi fakirlerinedir bu süreçte en büyük tepkim. konu zaten kılıf uydurmak olduğundan, herkes için inandırıcılığıyla sınırlı uçsuz bir bucak oldu bu direniş hikayesi. yalan ve saçma haber nasıl yapılır diye tarihe geçen türk basını da bu kılıflardan biriyle örtülüydü. yargı, basın ve polis gibi topluma hizmet etmesi beklenen üç ayrı tekelin aynı kişi tarafından yönlendirilmesi, eşitliğin diğer tarafındaki bizler için kaçınılmaz sonu hazırlıyordu. 90+2'de gelen bir gol ile.
şimdi hakem soyunma odasına gitti diyorlar. kurallara göre sahaya çıksa bile maçı devam ettiremezmiş. biz de ilk yarıyı önde kapamamış mıydık haziran ayında.
hakem kaç dakika uzatma verecek?