29 Kasım 2013 Cuma

maskeyi tak maskeyi

Hayatta hep ikinci bir planım oldu. Bunun en büyük nedeni birinci planımın asla olmamasıydı. Bir yolu bulunurdu her şeyin ve ben o yolu hep buldum. Su, yolunu buluyordu bir şekilde. Kimi zaman su yatağı kurusa da kimi zaman su yatağı taşsa da.

Uçak anonslarında en sevdiğim anons; oksijen maskenizi önce kendiniz, sonra çocuğunuz takın anonsudur. Yanınızda çocuğunuz varsa, önce kendi maskenizi takmanız lazım daha sonra çocuğunuza maskeyi takmalısınız çünkü oksijen oranının azalması nedeniyle ancak kendinizde olursanız, çocuğunuzu kurtarabilirsiniz.

Hayat da böyle. Oksijen alamazsan boğulur, ölürsün. Yanındakini kurtaracağım diye kendini kurtarmazsan bir bakmışsın uçak çakılmış. Varsa eğer, öbür tarafta devam edersin yaşamaya.
Ben bütün uçağa bakıyorum ama göz ucuyla, herkes maskesini takmış mı diye. Sonra ortada boş maske kalmışsa kendime alıyorum bir tane. Maske yoksa problem de değil diye düşünüyorum.

Nasıl problem değil amına koyayım. Ölüyorsun lan.

Peki ya sen maskeyi takana kadar çocuk ölürse?

15 Kasım 2013 Cuma

değişiklik zamanı

bundan on dört gün önce ama beş saat sonraydı.
o geceki hislerimi hayatım boyunca unutmayacağım. sabahına vücudum kendini iptal etti. sanki önceki gece mutluluktan, sarhoşluktan, yıllarla savaşmaktan yorgun düşmüş ve ölmüştüm.

sabahına bir bebek kadar hafif, onun kadar sancılı ve ateşler içerisinde uyandım.
yeniden başladığımı hissettim.

15:54'e kadar konuştum ve düşündüm.
muhabbetin bağına ev kurmuşken, altay'ın yüzüncü yılıyken, dostluğun sıcaklığıyla ısınırken çıkmaz sokağımda aynaya bakıyorum. duble yollu kariyer otobanları sizin olsun. ben sağ şeritten giderken camı açtım, en sevdiğim şarkıyı dinliyorum.


hayata bakışının kısa ama uzun bir özetiydi: “hiçbir şey yok”. yaşayacağın onca şey vardı aslında. henüz kendi kendini yok etmek için çok erkendi. insanlar, yaşama hakkına duydukları gibi yaşamama hakkına saygı duyamadılar, zorla gidişine seyirci ettin herkesi. ardında kulaklarımızda hep duyacağımız “hiçbir şey yok” deyişinle.

“hiçbir şey yok”

10 Kasım 2013 Pazar

beni sorarsan

bizler, hayatın dilini sanatın, yazının diline çevirenler, onu kitaplara sığdırmaya çalışanlarız. estetize ederek sunduğumuz bir amacımız var; hayatın ve dünyanın değişimine katkıda bulunmak. gündelik konuşmalarda kullandığımız sözcükler, hayatın, insan ilişkilerinin anlamını açıklamada yetersiz kalır. onun için "sözcükler anlamın tutukevidir" demiştim. yazar, özellikle şair onları öyle yan yana getirir, yapılaştırır ki, daha derinden azılarak çıkarılan anlam kurtulan anlam olur. işte, dille yapılan bu değiştirimdeki büyü, yaşamı nesnel olarak değiştirebilmenin umudunu taşıyabilir. bu umutla yazıyoruz. 

Gülten Akın - Frankfurt Kitap Fuarı kapanış konuşması. 

6 Kasım 2013 Çarşamba

iki izmir belediye başkanı arasındaki fark

biri 99'da izmir belediye başkanlığına oturdu. 28 mart 2004'te ikinci dönem için de başkan seçilmesine ragmen 15 haziran'da beklenmedik şekilde buralardan göç etti. o hayatta olsa izmir de, izmirli de ve belki chp de farklı yerlerde olabilirdi. aşağıdaki fotosu 2002 yılında biz birinci lige çıktığımızda yaşanan kupa seramonisinden.

aziz kocaoğlu, piriştina'nın ölümünden sonra bornova belediye başkanlığından izmir belediye başkanlığına terfi etti. halen de başkan. izmir'in belediyecilikte ne kadar yerlerde süründüğünü anlatmaya gerek yok. fotograf ise bu pazar yaşanan fenerbahçe seçimlerinden. 

iki resim arasındaki fark izmir'e dair her şeyi özetliyor.
aziz kocaoğlu da artık kütüğü kadıköy'e aldırsın.  



1 Kasım 2013 Cuma

anneme


some choices don't allow to turn back and now i can never come home again. i will think you often .take care of yourself. i decided to follow the sun and will go west.  i am not sure what my future holds but i can tattoo, use a knife and shoot the gun.

don't worry about me. 
i was taught we must fight for life.
and i know how to.

fonda late night caliyor.

25 Ekim 2013 Cuma

deneme #1

dolunaya bakması iyi geliyor insana. bakmaya başladıktan sonra hayallere dalıyorsun uzaklaşıyorsun. dört haftada bir dolunayın dolunay olduğu gün bir şekilde ellerim cebimde dolunaya bakakalanlardanım ben de.

dolunay çıkacak mı diye bekliyorduk o gece. ekim antalyası kadar soğuk olan kumlara çıplak ayaklarımızla girdik, ellerimiz ceplerimizde, birer şezlonga uzandık. gündüz şezlonglarını güneşe çeviren bronzlaşma meraklıları gibi şezlonglarımızı dolunaya doğru çevirdik ve geceyi beklemek adına pozisyon aldık. ben yine de şezlongu dolunaya doğru çevirirken bir düşünmedim değil.

bulunduğumuz yer itibariyle sırtımızı akdeniz'e vermiştik, üstümüzde dolunay vardı ve karşımıza torosları almıştık. "aynı hayat gibi" diye içimden geçirmiştim dağ, deniz ve dolunay üçlemesini düşünerek. hırçın akdeniz'i arkamıza almıştık bir nevi sırtımızı sağlama alır gibi ama karşımızda da kilometreler boyu uzunlukta ve yüzlerce metre yüksekliğinde toroslar vardı. cebimdeki ellerim ve kumdaki ayaklarım sıcakla soğuğu vücudumda karıştırdıkça bakakaldığım dolunayın etrafına bir tane bile yıldızın parlamadığını fark ettim. denizin karanlığına doğru dönüp aydan uzak kalan kısımda parıldayan yıldızları seyrettik bir süre. bu seyir zevki yüksek olan dakikalarda muhabbet etmek yerine düşünüyorduk. aklımızdan aynı anda sonsuz sayıda düşünce geçebildiği için şimdilik - o sırada - farklı giderlerden akıyorduk ama birazdan - canımız istediğinde -, biz suyun şiddetine yön vermek istediğimiz zaman akarların yatakları birleşecekti. nitekim de öyle oldu.

bundan sonrası kendi hayallerimizin - hayatlarımızın - mahsulü.

gökyüzüne bakıp da karşında parıldayan yıldızlar aslında ölüler. sönmüşler. yanarken harcadıkları hayatla doğru orantılı biçimde orada parlıyorlar. bir yıldız olarak parlayabilmek için kaç kişi bir araya geliyorlar kim bilir. yeterince parlayabilmek için yeterince ölmek gerekiyor belki de. hakkını vere vere. afililerin rakı sofrasında dediği "bize karada ölüm yok" lafı da yıldızlara dair olabilir.

yıldızın, yıldız olarak parlaklığına odaklanması da ayrı bir paradoks çünkü yıldız parlamak istediği için değil de hakkını vere vere ölebildiği için yıldız. parlamak istiyorsan ışık var bu hayatta. prize takarsın ve yanarsın. ateşler içinde yanmadan etrafına aydınlık verirsin. sönmenin verdiği dinginliği hissetmek gerekir bu hayatta. kendi cebinden fonladığın sokak lambaları bile alacakaranlığın aydınlığa çaldığı anda sönmüyor mu?

sönmek lazım bu hayatta. kendini aydınlatmak için, kendi yıldızın olabilmek için. gökyüzüne bakar gibi kendine bakabilmek için. aynaya bakarken gökyüzünü görebilmen için. aynada kendi gökyüzünü görebilmen ayrı bir alem.

bu yazının akarı da yıldızlar gibi. duruyorlar. parlıyorlar ya da az parladıkları için görünmüyorlar. bizim havalar hep londra. parçalı bulutlu, yer yer sağanak yağışlı.

ayna mı ? ben onu kaldırdım. parantez'in vitrininde görüyorum ilk kendimi.

10 Ekim 2013 Perşembe

this part of my life is called happiness





tam da böyle işte.
alelacele.
herkesin arasında. yalnız.
avuçların patlarcasına alkışlayarak ve gözyaşlarıyla.

....
bi bira alabilir miyim?
bye bye happiness / hepiniz
goodbye happiness / hepiniz

24 Eylül 2013 Salı

bir direniş hikayesi

barcelona'dan geldiğimiz gibi gezi  parkında almıştık soluğu. pazartesiydi o gün. ne olabilir ki diyordum kendime, hatırlıyorum. ertesi gün de aynı. bir ertesi de. kalabalıklaşıyorduk ama en nihayetinde ne olabilirdi ki. ertesi gün onur'un doğum günüydü. o sabah saldırı olmuştu, kalabalık artmıştı. onur için de gelenler vardı ama kalabalık hatırı sayılır rakama ulaşmıştı. telefon artık hiç çekmiyor ve karanlıkta aradığını zor buluyordum. erken kaçtık biz eda ile. ertesi sabah uyanınca o çoktan işe gitmişti. ben de 11'deki toplantıma yetişmek için 10'da kalkmıştım ve yatakta biriken timeline'ı okuyordum. yanan çadırları gördüm, duvardan düşen akranlarımı. o sabah fark ettim, sanki ben parkı onlara emanet etmiştim gece de, bir de hayıflanıyordum. kimsenin kimseye kimseyi emanet etmediği bir dönemden bahsediyorum. bize de kimse bir şey emanet etmemişti buraya gelirken. biz direk borçlu çıktık. anadan, babadan her anlamda borçlu çıktık. bu kadar borçlunun damarına basarsan, o yiğitler kamçılanır. ilk kamçıyı o anda hissettim. yataktan koşarak kalktım, toplantıyı bitirdim eve döndüm.

Melek abla gelir iki haftada bir cuma. o gün, günlerden 31 mayıs. onur'un doğum gününün ertesi günü. eve gelip onu erkenden yolladım. ofise döndüm ama duramıyordum yerimde. telefonlar, mesajlaşmalar, yol tarifleri, sprey boyalar, sirkeler, maskeler derken neyle karşılaşacağını bilmeyen herkes birbirini dinliyordu. biraz görmüş geçirmiş bir erkek biber gazında ne yapılacağını, polisle yakın temasta nereleri kollaması gerektiğini bilir. onlardan bolca gördük ilk cuma gecesi. cuma öğlenden başlayan polis müdahelesi, kalabalıkların toplanmasına engel olamadan meydana çekilmişti. çünkü tek bir yerde toplanılmıyordu. taksim, osmanbey, şişli, beşiktaş. geziyi çevreleyen her tarafta toplanılıyordu. herkes o noktalara geliyordu. zaten belediye toplu taşımayı da oralara kadar yapıyordu.

ben heyecanlıydım. ses getirecek bir tepkinin anca can yakarak olacağını düşünüyordum ve bunu  iki yıldır dost meclisinde dile getiriyordum. ama bizim canımızı bu kadar yakacaklarını tahmin etmiyordum. bunca acımasızlığı hayal edemiyordum. zaten konu burada ivme kazanıyor. ben gezi parkında hangi ağaçların kesilmekte olduğuyla çok ilgilenmedim. bir insanı uyurken yakmaya yeltenecek kadar aşağılık olan düzenle ilgileniyordum.

ilk gece neler olduğunu peyote'ye oturduğumda anladım. önce yüzümü yıkadım. sonra yukarıya çıktım şafakların tayfa oradaydı ve herkes telefonda birbirinden daha inanılmaz haberler veriyordu. karşıyaka çarşı ve göztepe yalı beraber direnmiş, beşiktaş'ta fenerliler varmış, televizyonda bir kanalda bile haber yokmuş, karşıdan yürümeye başlayan bir grup varmış. ikinci kamçıyı da vurmuştu bu gece. uyanan bir topluluk vardı, ben de bir parçasıydım. yurtdışına gitme planları yaparken ülkesinde yaşamaktan zevk almaya başladığını deklare eden bir ekip vardı bu olayların başında, ben onlardan değilim. ben hala aslanlar gibi gitmekten yana olup gidemeyenlerdenim. ama şunu diyebilirim, oyuz yılın sonunda beni ruh hastası olmadığıma inandırdığı için herkese teşekkür ederim.

cumartesi sabah yedide göçmen elinde ipad'la köprüden yürüyerek geçenlerin fotoğrafını göstererek uyandırdı beni. iki gün önce ne olabilir ki derken, o haftasonu olanların bir tanesini bile aklımın ucundan geçirmiyordum.

onyedi, onsekiz gün kadar her gece olay oldu. her gece tekrar temizleniyordu sokaklar. her akşam da tekrar gaza, suya, plastik mermiye boğuluyorlardı. bienallik canlı yayın araçları, polis arabaları vardı. AKM bayraklarla donatılmıştı ve herkes elindeki sprey boyayla duvarlara sanat kusuyordu. her gece direndik. ortalık durulur gibi oldu yine direndik. nerede, nasıl direndiğimizi anlatıp etiket olmanın lüzumu yok. ama herkese tavsiyemdir, doğru playlist'i oluşturup ipod'la tek başına direnmek kadar güzeli yok.

direnişin bir güzel tarafı da türlü sıfatlarla sınıflandırılan ama bence sadece bu yaşta olduğumuz için gençler arasında sınırların kalkmasıydı. bugüne kadar azınlık olduğu için ezilen ve onların ezilişinin farkında olup hayatın bireysel kulvarlarında da ezilen, ezilme riski taşıyan gençlerin hepsi bir olmuştu. bu insanlığın farkında olmayanlara da anlatmaya hazırlardı.

karşı cephede ise olayların rengi değişikti. bu dönemin tek adamına toplumun bir kısmından her anlamda hatırı sayılır seviyede tepki vardı. eskiden rakı masasında aramızda sohbet ederken küfür ettiğimizde sesimizi kontrol ettiğimiz adamın annesinin kulaklarını çınlatıyorduk istiklal caddesi dolusu insanla. polis yetersiz kalıyordu ama basın susturulmuştu. kendisine haber kanalı diyen kanallarından bir tanesi bile ülkenin en işlek caddesinde polisle halkın saatler süren çatışmasını göstermiyordu. o zamanlardan belliydi bu tezgahı da düzenleyebilecekleri. güçleri yettiği kadar kuralları kendi lehlerinde kullanabiliyorlardı ve çok güçlülerdi. hiçbir şeye şaşırmaz olmuştum. her salı kabine toplantısının olduğunu ve yine bizi sokaklara dökeceğini biliyordum artık. evlere gaz sıkıyordu türk polisi. önüne geleni kadın, erkek, genç, yaşlı, özürlü, hasta demeden jopluyordu. tek nefeste, kokusundan gazın ne olduğunu ayırt edip ona göre limon mu, sirke mi kullanacağımıza karar verebiliyorduk. sanki neşeli günlerdeyiz de turşu kuruyoruz.

sonra işin rengi değişti. insanlar, canları yanmaya ve dolayısıyla korkmaya başladılar. birinci dalga dediler. iki gelir gibi yaptı, belki de geldi, göz altılar olmaya başladı. sayımız azaldı. eskiden herkesi görürken artık aynı beş kişiydik her seferinde. bir de gerçekten ezilen azınlıklar kaldılar. bugüne dek ezildiklerinden ötürü, ellerine geçen bu fırsatı da yitirmek istemeyenler. az kalmıştık. artık hep beraber meydanda bile toplanamıyorduk. galatasaray'dan geri püskürtülüyorduk. eş dost arasında fikir ayrılıkları başladı. ilk hafta beraber direndiğim insanlarla şimdi gayet farklı düşünebiliyordum.

bu uzun vadeli süreçte çoğu insanla hemfikir olamadım çünkü ben sokak dışında bir yolla kazanım olacağını halen düşünmüyorum. yargının koca bir tezgah olduğu dönemde, ekonominin ne olduğu beni ilgilendirmiyor. bu yüzden ve parayı da sevmediğim için, istikrar çığırtkanı makro ekonomi fakirlerinedir bu süreçte en büyük tepkim. konu zaten kılıf uydurmak olduğundan, herkes için inandırıcılığıyla sınırlı uçsuz bir bucak oldu bu direniş hikayesi. yalan ve saçma haber nasıl yapılır diye tarihe geçen türk basını da bu kılıflardan biriyle örtülüydü. yargı, basın ve polis gibi topluma hizmet etmesi beklenen üç ayrı tekelin aynı kişi tarafından yönlendirilmesi, eşitliğin diğer tarafındaki bizler için kaçınılmaz sonu hazırlıyordu. 90+2'de gelen bir gol ile.

şimdi hakem soyunma odasına gitti diyorlar. kurallara göre sahaya çıksa bile maçı devam ettiremezmiş. biz de ilk yarıyı önde kapamamış mıydık haziran ayında. hakem kaç dakika uzatma verecek?

15 Eylül 2013 Pazar

Elizabeth Kübler Ross




“The most beautiful people we have known are those who have known defeat, known suffering, known struggle, known loss, and have found their way out of the depths. These persons have an appreciation, a sensitivity, and an understanding of life that fills them with compassion, gentleness, and a deep loving concern. Beautiful people do not just happen.”

Elisabeth Kübler Ross

1 Eylül 2013 Pazar

heliophilia

hoş geldin eylül. senden tek beklentim var o da tek kelime.

heliophilia: an attraction or adaptation to sunlight, as the sunflower.

27 Haziran 2013 Perşembe

bir zamanlar barcelona'da

bundan bir ay önce.
başka bir ülkedeyiz.
daha önce içtiğim ama tadı farklı gelen içkilerden kafam bulanık. sarhoş değilim ama alkolle de rahatlayamamışım. çok sevdiğim bir kardeşimin paylaştığı (deli ibrahim) Wilhelm Reich'in yazısını okuyorum barın dışında sigara içerken. yazıda şöyle diyor;

...
senin gibi olmadığı için, ona "dahi" ya da kaçık diyorsun. o ise kendi adına bir dahi değil, basit bir canlı olduğunu kabul etmeye hazır. sen ona "deli" diyorsun. kendini ölçü tanımaz bir yozlaşmaya bırakmışsın; kendini tipik olağan bir insan "homo normalis" saydığın için, sade ve içten bir insana "anormal" diyorsun. sonra da kalkıp onun yolundan saptığı sonucuna varıyorsun.
...
son cümleyi okumamla beraber sarhoş oluyorum. ilk kez kelimelerle sarhoş olunabiliyormuş, onu anlıyorum. bunca yıldır içtiğim içkiye yazık diyip sek bir cin ve yanına da mojito söylüyorum mojito'nun hafif olacağına inandırıldığım için. mojito'yu yarıya kadar içip cini içine boşaltıyorum. sarhoşluğum geçsin istemiyorum. barın karanlığındaki ışıklar kamaştırıyor gözlerimi. bangır bangır çalan o şarkıyı bilmememe rağmen ezbere söylüyorum. sayıca çok kalabalığız ama bir o kadar da yalnızız. hepimizin de çok güzel insanlar olduğuna inanıyorum. köşeyi dönerken bir yarımız kayboluyor. azalarak çoğalıyoruz. ertesi sabah insanların eggs benedict sipariş edeceği mekanın barına yaslanıp "one long island" diyorum. iki yudum alıyorum. yarım saat önce okuduğum cümlede geçen dahi kelimesinin ayrı yazılan -de -da olabilitesini düşünüyorum. aynı zamanda çalan şarkıya da eşlik ediyorum. "why should we feel bad for what we've done?"
eve dönüp bir gece daha ölecekken yeniden doğuyorum. en son karede katedral manzaralı evimizin balkonunda güneşi doğururken benden daha yorgun olan adama "film gibi değil mi lan" diyorum, aklımın kılcallarından ne geçtiğini bilmese de. aklımı okurmuşcasına "oscarlık amına koyayım" diyor.

bunlar olmadan bir gün önce.
başka bir ülkede, bu kez akşam üzeri sarhoş olup, bir şeyler yemek için ruhlu bir yere oturuyoruz. konular malum. düşünce balonlarımı teker teker patlatıyorum. bu sırada nedenini bilmediğim şekilde fuardaki paraşüt kulesi aklıma geliyor. beş altı yaşlarındayım, çıkıp atlamak istiyorum. peder bey olmaz küçüksün diyor. ağzımdan çıkan kişisel tarihimin ilk küfürüyle cevap veriyorum "çok biliyorsun amına koyayım" diye. onun bana gülüşünü ve aynı lafı duyan annemin gözlerini açıp her zamanki bant kaydını sarışını hatırlıyorum.
masaya geri dönüyorum. inandıklarımı içiyorum, üzüldüklerimi tabaklara servis ediyorum. kendime daha çok alıyorum. aç gözlü olduğumdan değil, karşımdakine gaz yapmasın diye. sarhoş olayazıyorum. kelimesi kelimesine şu cümle ile anadan doğma ayılıyorum.

...
sen bu zekanla, bu güne dek başardıklarına ve hakimiyetinin yanına bir de o salak dediğin kurallara uyabilmesini, ayak uydurabilmesini bilseydin kimse seni tutamazdı. almış başını gitmiştin.
...


evet.
aldım başını gidiyorum.
geri döneceğim.


oscarlık kareni "o" anı.

23 Nisan 2013 Salı

erkin koray'lı tatil kapanışları

tatil bitiyor. bahar hala gelmiyor. kaloriferler yanmıyor diye, kışın tshirt'le dolaştığım evde şimdi kazakla oturuyorum. dört gündür o kadar kafa boşalttım ki, geçen hafta başında galata'dan asmalı'ya atlı karınca taşıyordum. o kadar bitmişim de ne saçma arayışlara girmişim demek. sırf dün, binlerce insanın boğulduğu şile'nin denizine iki kamyon yük boşalttım. kamyoncular konusuna da eğilmek lazım bu arada.

öğlen galata'ya doğru turlarken kendime hiç plak almadığım geldi aklıma. hatta cumartesi gecesi sırf kendime plak almadım diye amazon'dan on tane plak da söyledim, ama onların gelişine daha bir ay var ya elle tutmalıyım o kendi aldığım plağı. ah şu insanlığın herşeyi elle tutulabilir kılma isteği yok mu. ne menem bir davranıştır bu.

dükkandan çıkarken erkin koray'ın meçhul plağı vardı elimde. iki tur atıp, saçı kazıtıp, starbucks'tan kahveyi patlatıp eve geldim. plağı iki tur dinledim. üçüncü tura dönersem okey dışarıyım. bu şarkıyla da çok iyi adam taşlanıyor. okey özel uzmanlık alanımdır.

ah bu şarkı yok mu.
sevdiğim.






Doğarken dünyayı böyle bilmezdim
Elimde olsaydı belki gelmezdim
Kaderin böylesine razı olmazdım
Hepsine razı ettin beni sevdiğim

Derdim var çekilmeyen aşkım var bilinmeyen

Sabrım var yorulmayan senin yüzünden
Ne olur anla beni, ne olur sevdiğim
Gönlümü öyle fakir sanma sevdiğim

Dertlerin deryasını aradım buldum
Her derdi ayrı ayrı karşımda gördüm
Derdimin dermanını onlardan sordum
Yarine git dediler bana sevdiğim

15 Nisan 2013 Pazartesi

nisan'da metro aynıdır

dün akşam defterleri karıştırdım. aşağıdaki yazıları geçen senenin nisan'ında metroda, gelecekte okuduğumda hiç şaşırmayayım diye yazmışım sanki. birini giderken, diğerini dönerken. yine aylardan nisan. hiç, değişmiyor insan.

...
daha fazla küçük düşmemek adına buraları terk etmem gerekiyor. bu parasızlık, ailesizlik, yalnızlık, dört duvar üzerine asılmış posterlerin içine saklanmış hayaller, bedenime kazıdığım haykırışlar ve içime attığım küfür dolu haysiyetler... hepsi kamburumu meşrulaştıran yaşanmışlıklar. askılar taşımıyor iskeleti. dolabıma sığmıyor giydiğim karakterler. evde oturacak yer kalmadı hepimiz için. her birinin üzerinde ayrı yarım kalan hikayenin pis kokusu, eksiliyor ve yok oluyor zamanla.

...
tavla oynuyorduk o günlerde. her akşam eve yorgun geliyor, kapıyı açan bana düşkün, mutluluğa muhtaç adamı joker maskemle selamlıyor ve yüzüm gülerken içim kan ağlıyordu.
o zamanlar kendimi en çok şişhane levent metro hattında kendim olarak hissediyordum.

6 Mart 2013 Çarşamba

çok da phi phi

sekiz günlük uzakdoğu tatilinde çokça yazdım. aşağıdaki kısmı da tatilin en güzel yerinde yazdım. direk buraya aktarıyorum, oynamadan.

....

kağıdın yettiği kadar yazmalıyım. az kelimeyle. üstümde para, telefon ve sigara var sadece. dünya haritasının oldukça sağ altındayım, phi phi adasında. şu anda coldplay fix you çalıyor. gemiden inip sadece yürüdüm, buraya getirdi ayaklarım beni. coldplay cd'si çalıyor diye buraya oturdum. muz ağacı yapraklarıyla örtülü, kare bir bardayım. Ellilerinde bir amca, kardeşi gibi duran daha çalışkan kırklarında biri ve büyük ihtimalle çalışkanın oğlu olan yirmilerinin ilk yarısında bir çocuk var. Dünyadan uzak burayı işletiyor olabilirler. çocuk karşıdaki dükkandan şapka aldırdı bana, fotografımı çekti sonra kendiliğinden teşekkür amaçlı. adayı al dese ceplerime bakacak durumdayım. pürel bırakmış birisi barda, ne bu diye bana soruyorlar. çok şey çağrıştırıyor bana farklı farklı. önce siktir et diyorum türkçe, sonra da i don't know ingilizce. ikisinide anlamıyorlar. hiçbir şey anlamama haklarını kullanıyorlar. ben de bilmiyorum dercesine dudağımı büküp, ellerimi iki yana açıyorum. o zaman anlaşıyor ve gülüşüyoruz. yukarıda yazdığım cümlede -de'yi ayırmadığımı görüyorum.çok da sikimdeydi. Kayra'nın dediği gibi bilmediğin bir kıtaya, bilmediğin bir okyanusa gidelim siktir olup.

03.03.2013
11:52

bu da o anım.

9 Şubat 2013 Cumartesi

business class ile yolculuk

perşembe izmir'e gidip cuma döndüm iş için. katıldığım organizasyonun çapının büyüklüğünden ve beraber olduğum insanlardan ötürü benim biletim de gidiş dönüş business class kesildi. ilk kez business class yolculuk yapacaktım, hiçbir şey ifade etmemesinin yanında konuya dair aklımda olan tek bilgi cem yılmaz'ın konuyla ilgili esprileriydi.


ilkokuldaki önlük misali herkesin takım elbiseli olduğu bir güruhun içerisine yeşil pantolon ve kulağımda devasa kulaklıklarla girerek "kim lan bu erol egemen" algısı yarattım, çok da hoşuma gitti. istanbul'a dair hobilerinin başında cihangir merdivenlerinde tuborg gold içmek olan bir adamı, hoşgeldiniz beyefendi diye altın tepside tropik meyvelerin sulu halleriyle karşılayınca atla kelebek arasındaki ilişkiyi daha iyi anladım. yanımda oturan tanımadığım kadının bu tepside sunulan sıvılara "kivi suyu yok mu" diye cevap vermesiyle ayıldım. yine de iyi niyetimle "demek kivi suyunu her daim tüketiyor ki o yüzden burada da istedi" diye düşündüm içimden.

bir ara business class neden ve nasıl ortaya çıkmıştır diye düşündüm, cevap belli. sikko bir alter egonun goygoyundan başka birşey olamaz.

en can alıcı nokta ise hostesler. hizmet sektörü zor iş. ben de hizmet sektöründe sayılırım ama bizim işte en azından matematik var. yirmi tane kravatlı adam ve fönlü kadının etrafında dolanan on kişi olmaz zor iş. hava yolları şirketinin internet sitesinde "vizyonumuz yolcularımıza güler yüzlü, samimi hizmet etmek" yazıyor diye hostesler kırmızı kırmızı gülümsüyorlar. ekonomi sınıfında kalkış sırasında kulağındaki ipod'u işaret ederek "o aleti kapatır mısınız" diye azar kayan hostes, business class'ta güler yüzle sana dinlediğin şarkıyı sorup sonrasında kalkış sürecini açıklayıp, ipod'u kapatman için rica ediyor. cam açılsa ipod'u atacağım uçaktan dışarı, utanıyorum hostesin nezaketinden.

bir kahvaltı geliyor hem menemen ve su böreğiyle lokalizasyonu sağlıyorlar hem de yanında verdikleri greyfurt, kivi ve tadını bilmediğim bir meyveyle daha sağlık, doğallık temasını vurguluyorlar. pazarlama goygoyuyla tabir edersek "mükemmel bir glocalization örneği".

tabi herşey o kadar yapmacık ki. hiç izlemedim ama aşk-ı memnu dizisini izler gibi hissediyorum kendimi. bütün hosteslerin de mustafa sarıgülvari davrandığını farkediyorum. samimiyetsiz, yavan, yalan bir gülüşle hizmet ediyorlar.

gidiş yolcuğu bu şekilde devam edip sona eriyor.
cuma sabah ondaki dönüş uçağı yarım saat rötar yapıyor. uçağa binince hostesler o kadar özür diliyor ki zannedersin onlar bir salaklık yaptı. yine aynı tepside turunculu, yeşilli, sarılı sıvılar sunuluyor ben yerime oturduktan sonra. önceki gün sunum güzel geçmiş, keyfim yerinde. artık gerçek yüzümü göstermem gerekiyor. diyalog aynen şöyle gelişiyor.

- rakı var mı?
- rakı mı dediniz efendim?
- hee, rakı yok mu sizde?
- bir bakayım efendim, hemen geliyorum.
....
- efendim kusura bakmayın ama rakı servis edilemiyor sabah servislerimizde.
- haa, siz rakıyı hava kararınca içersiniz tabi sadece. o zaman viski vardır kesin, sen bana bir kadeh viski ver.
- emredersiniz efendim.
- tek buzlu olsun.

viski geliyor tabi.
bütün ekonomi teorilerine karşı yaşasın halkların kardeşliği!

28 Ocak 2013 Pazartesi

How Should a Person Be?

hayatımda okuduğum en anlamlı, ete kemiğe bürünen makale. her kelimesinin, cümlesinin altına imzamı atarım. hayatımın atatürk'ü hakan günday demiştim, eğer varsa bu da kutsal kitabı olsun.

Sheila Heti / How Should a Person Be?

“You remember the ‘Puer Aeternus’ - the eternal child - Peter Pan - the boy who never grows up who never becomes a man? Or it’s like in The Little Prince - when the prince asks the narrator to draw him a sheep.

The narrator tries and tries again, but each time he fails to do it as well as he wishes. He believes himself to be a great artist and can not understand why it’s not working. In a fit of frustration, he instead draws a box - something he can do well. When the prince asks how it’s a picture of a sheep, the narrator replies that it’s a picture of a sheep in a box. He is arrogantly proud of his solution and satisfied with his efforts. This response is typical of all puers.

Such people will suddenly tell you they have another plan, and they always do it in the moment things start getting difficult. But it’s their everlasting switching that’s the dangerous thing, not what they choose because people who live their lives this way can look forward to a single destiny, shared with others of this type - though such people do not believe they represent a type, but feel themselves distinguished from the common run of man, who they see as held down by the banal anchors of the world. But while others actually build a life in which things gain in meaning and significance, this is not true of the puer. Such a person inevitably looks back on life as it nears its end with a feeling of emptiness and sadness, aware of what they have built: nothing. In their quest for life without failure, suffering, or doubt, that is what they achieve: a life empty of all those things that make a human life meaningful. And yet they started off believing themselves too special for this world. But — and here is the hope — there is a solution for people of this type, and it’s perhaps not the solution that could have been predicted. The answer for them is to build on what they have begun and not abandon their plans as soon as things start getting difficult. They must work — without escaping into fantasies about being the person who worked. And I don’t mean work for its own sake, but they must choose work that begins and ends in a passion, a question that is gnawing at their guts, which is not to be avoided but must be realized and lived through the hard work and suffering that inevitably comes with the process. They must reinforce and build on what is in their life already rather than always starting anew, hoping to find a situation without danger.

Puers don’t need to check themselves into analysis. If they can just remember this - It is their everlasting switching that is the dangerous thing, not what they choose - they might consider themselves saved. The problem is the puer ever anticipates loss, disappointment, and suffering - which they foresee at the end of every experience, so they cut themselves off at the beginning, retreating almost at once in order to protect themselves. In this way, they never give themselves to life - living in constant dread of the end. Reason, in this case, has taken too much from life. They must give themselves completely to the experience. One thinks sometimes how much more alive such people would be if they suffered. If they can’t be happy, let them at least be unhappy - really, really unhappy for once, and then they might become truly human.”