31 Mayıs 2011 Salı
Interpol Setlist
Konser sezonu açılıyor. Interpol'un 25 mayıs'ta Barcelona'da verdigi konserin setlist'i aşağıda. Bir senedir üç aşağı beş yukarı aynı setlist ile sahnedeler. O zaman "friends don't waste wine!"
Sala Apolo
Barcelona, Spain
May 25 2011
Success
Say Hello To The Angels
Narc
Hands Away
Barricade
C'mere
The New
Evil
Lights
Take You On A Cruise
Summer Well
The Heinrich Maneuver
Memory Serves
Slow Hands
----
Length of Love
Obstacle 1
Not Even Jail
30 Mayıs 2011 Pazartesi
28 Mayıs 2011 Cumartesi
mayıs biterken
mayıs biterken, yaz başlarken. daha çok okumuş, daha çok öğrenmiş, eleği bir kez daha sallamışken. ne kaldı geriye?
yeniden doğdum.
uyandım. senelerce uyumayacak kadar uykumu aldım. bileklerimde bir rüyanın sıcaklığı. kalbe dogru yaşanan dünyanın en sakin hücumunu teneffüs ediyorum kendi içimde.
- balık ekmek yer misin?
24 Mayıs 2011 Salı
Mamihlapinatapai
Wikipedia'da: listed in The Guinness Book of World Records as the "most succinct word", and is considered one of the hardest words to translate.
bazen hersey ruya gibi geliyor. o ruyayi gorsen bile... gerçek ile hayal, hayal ile rüya, rüyayla gerçek ne varsa birbiri içine giriyor.
mamihlapinatapai'nin karşısına yazabilecegim tek şey: Oradaydım!
bazen hersey ruya gibi geliyor. o ruyayi gorsen bile... gerçek ile hayal, hayal ile rüya, rüyayla gerçek ne varsa birbiri içine giriyor.
mamihlapinatapai'nin karşısına yazabilecegim tek şey: Oradaydım!
16 Mayıs 2011 Pazartesi
nowadays #11
ben yazamıyorum ama yazanlar var. babamın kuzeni, Bülent Abi. yaşadıkları ve seçimleriyle iz bırakanlardan. dün üşenmedi kalktı karşıdan geldi, oturalım biraz dertleşeşim dedi. yaşı benimkinin tam iki katı. gördükleri de. dün gece eve dönünce yazmış hepsini.
Bülent Ulaşan'ın kaleminden;
Dile kolay. Tam 44 yıl. Aşağıda bahsedilen maça kadar hangi takım taraftarı olacağıma karar verememiştim. Hatta Avrupa başarıları nedeniyle Göztepe’ye de meyilliydim. Ancak, bu maç sonrası Kordon’da Sarı Erol ve bir grup Altay’lının davul zurna ile geçit yapmalarını unutamam. Takip eden akşamların birinde de Sevinç’in karşısında Talatpaşa’nın girişindeki (bizim eve doğru) köşede büyük dut ağaçlarının altında İlyas’ın sonradan ortağı olan Nazif Usta’dan cola – sandoviç almıştım ki, karşımda Sarı Erol’u gördüm. “Ulan”, dedi, “burası Alsancak, başka takım taraftarı olmak yok.” Sonra da “ya Altay’lı olursun ya da seni babana şikayet ederim” diye ekledi. Sanki Altay’dan başka takımı tutmak suçmuş gibi. Hem kısmen babamdan korkudan, hem de kısmen Göztepe gibi bir takımı yenmenin gizli gururundan Altay’lı oldum. Sonra da hiç kopamadım.
Nereye gidersem gideyim o sevgili hep benimle geldi. İngiltere’de sırf Altay maçlarını dinleyeyim diye aldığım yarım bavul büyüklüğünde radyoyu her yere taşıdım. Dinleyemediğim her maç sonrası cebimdeki son parayla annemi arayıp maç sonuçlarını öğreniyordum. Zafer, Yeni Asır’ın spor sayfalarını sıklıla gönderdi. Yurt dışına gittiğim her yerden bir şekilde telefon bulup hep Altay’ı sordum. Hep onunla mutlu olup, onunla üzüldüm. Başımdan geçen bunca olaya rağmen hiç bir şey beni Altay kadar sevindiremedi ve onun kadar da üzemedi. (Yakınlarımın ölümleri hariç tabii ki.)
Lise, Üniversite, Askerlik yıllıklarında hep aynı şey yazılıyıdı. Altay’a ve İzmir’e olan sevgim. Yıllıkları yazanlar bunlar olmadan Bülent Ulaşan’ı anlamanın mümkün olmadığını her fırsatta belirttiler.
Üniversiteye başladığımın sanıyorum ikinci yılıydı, 1986 ya da 1987. Sömestr tatili için arkadaşlar ile İzmir’e trenle gitmeye karar verdik. Bir sonraki günde Altay – BJK maçı vardı. (3-1 yendik). Ben de gidişi tabii ki maça denk getirdim. Kompartmanda yaşlıca ve iyi giyimli bir beyefendi vardı. Maça gittiğimi öğrenince benimle çok ilgilendi. Kendisi spiker Can Akbel’in babası, Danyal Akbel’di. Altay’ın kuruculurından. Bana Altay amblemini nasıl bulduklarını ve bir Hollanda gezisinde o zaman çok nadir bulunan siyah laleyi gördükleri anda nasıl hemen amblem olarak kullanmaya karar verdiklerini anlatmıştı. İnanılmaz etkilenmiştim. V.s v.s
Ben ise kütüphanemde her zaman gözümün önünde duran ve her sabah kalkınca bakmaktan bıkmadığım siyah lale amblemini dün nihayet söktüm.
Artık çok yorulduğumu hissediyorum. Bu sevgiyi, sevdayı, aşkı daha fazla taşıyamayacağım galiba. Dün Namık telefon ettiğinde, bana hediye ettiği Altay eşofmanı ve atkıyı yüklüğe kaldırıyordum. Düşmek bir nebze ama eski sevgiliye veda etmek hakikaten zor oluyor.
Bu 44 (toplamda 55) senede neler yaşadım neler. Her şey geldi geçti, bir tek Altay benimle kalmıştı. Şimdi o da gidiyor.
Sağlık olsun ne yapalım. Kısmet böyleymiş.
.....
Bir zamanlar İzmir
16 Mayıs 2011
BARCELONA’NIN kadrosunu bir çırpıda sayarım.
Tıpkı Fenerbahçe, Beşiktaş, Galatasaray gibi.
Manchester United’ın, Real Madrid’in, Arsenal’in, İnter’in, Chelsea’nin, Bayern Münih’in, Milan’ın, Liverpool’un futbolcularından çoğunu da bilirim.
Tıpkı Trabzonspor ve Bursaspor gibi.
Ama yaşadığım şehrin futbol takımlarından habersizim.
“Karşıyaka’dan, Buca’dan, Göztepe’den, Altay’dan tek kişinin adını söyle” deseniz...
Söyleyemem.
Neden?
Futbol hayatımızın bu kadar içine girmişken... Hatta içimize işlemişken, yanı başımızdaki ve bir zamanlar uğruna yollara döküldüğümüz takımların neden çok uzağındayız şimdi?
* * *
Mesele “iddia” sözcüğü ile özetlenebilir herhalde.
İddian yoksa...
Yoksun.
Oysa...
Böyle miydi eskiden?
* * *
Misal, geçen çarşamba gecesi Beşiktaş ile İBB, Türkiye Kupası finalinde karşılaştılar. Uzatmada da 2- 2’lik eşitlik bozulmayınca maç penaltılara kaldı, sonuçta Beşiktaş kazandı.
İlginçtir.
1966-67 sezonunda oynanan Türkiye Kupası maçı da 2- 2’lik skorla bitmişti.
Finalin rakipleri ise Altay ile Göztepe’ydi.
İki İzmir takımı yani.
Kupayı Altay almıştı ama “alış şekli” de çok ilginçti.
Kupa “kura atışı” ile Altay’a gitmişti!
Asıl önemlisi...
Elbette İzmir’in taşıdığı iddia idi.
* * *
O iddiayı kanıtlayan başka bir bilgi vereyim.
Yine 1966-67 sezonunda 1. Lig’de İzmir’den kaç takım vardı, hatırlayan var mı?
Sıkı durun.
Tam beş takım vardı:
Göztepe, Altay, Altınordu, İzmirspor, Karşıyaka.
Ya önümüzdeki sezon kaç takım olacak.
Hiç.
Tıpkı 2003- 2004, 2004- 2005, 2005- 2006, 2006- 2007, 2007- 2008, 2008- 2009, 2009- 2010 sezonlarında olduğu gibi.
Maalesef.
“Acı gerçek” bu işte.
İddian varsa...
Varsın.
İddian yoksa...
Yoksun.
O kadar ki:
Yokluk malul olunca, en yakınındakiler bile tanımaz seni!
Bülent Ulaşan'ın kaleminden;
Dile kolay. Tam 44 yıl. Aşağıda bahsedilen maça kadar hangi takım taraftarı olacağıma karar verememiştim. Hatta Avrupa başarıları nedeniyle Göztepe’ye de meyilliydim. Ancak, bu maç sonrası Kordon’da Sarı Erol ve bir grup Altay’lının davul zurna ile geçit yapmalarını unutamam. Takip eden akşamların birinde de Sevinç’in karşısında Talatpaşa’nın girişindeki (bizim eve doğru) köşede büyük dut ağaçlarının altında İlyas’ın sonradan ortağı olan Nazif Usta’dan cola – sandoviç almıştım ki, karşımda Sarı Erol’u gördüm. “Ulan”, dedi, “burası Alsancak, başka takım taraftarı olmak yok.” Sonra da “ya Altay’lı olursun ya da seni babana şikayet ederim” diye ekledi. Sanki Altay’dan başka takımı tutmak suçmuş gibi. Hem kısmen babamdan korkudan, hem de kısmen Göztepe gibi bir takımı yenmenin gizli gururundan Altay’lı oldum. Sonra da hiç kopamadım.
Nereye gidersem gideyim o sevgili hep benimle geldi. İngiltere’de sırf Altay maçlarını dinleyeyim diye aldığım yarım bavul büyüklüğünde radyoyu her yere taşıdım. Dinleyemediğim her maç sonrası cebimdeki son parayla annemi arayıp maç sonuçlarını öğreniyordum. Zafer, Yeni Asır’ın spor sayfalarını sıklıla gönderdi. Yurt dışına gittiğim her yerden bir şekilde telefon bulup hep Altay’ı sordum. Hep onunla mutlu olup, onunla üzüldüm. Başımdan geçen bunca olaya rağmen hiç bir şey beni Altay kadar sevindiremedi ve onun kadar da üzemedi. (Yakınlarımın ölümleri hariç tabii ki.)
Lise, Üniversite, Askerlik yıllıklarında hep aynı şey yazılıyıdı. Altay’a ve İzmir’e olan sevgim. Yıllıkları yazanlar bunlar olmadan Bülent Ulaşan’ı anlamanın mümkün olmadığını her fırsatta belirttiler.
Üniversiteye başladığımın sanıyorum ikinci yılıydı, 1986 ya da 1987. Sömestr tatili için arkadaşlar ile İzmir’e trenle gitmeye karar verdik. Bir sonraki günde Altay – BJK maçı vardı. (3-1 yendik). Ben de gidişi tabii ki maça denk getirdim. Kompartmanda yaşlıca ve iyi giyimli bir beyefendi vardı. Maça gittiğimi öğrenince benimle çok ilgilendi. Kendisi spiker Can Akbel’in babası, Danyal Akbel’di. Altay’ın kuruculurından. Bana Altay amblemini nasıl bulduklarını ve bir Hollanda gezisinde o zaman çok nadir bulunan siyah laleyi gördükleri anda nasıl hemen amblem olarak kullanmaya karar verdiklerini anlatmıştı. İnanılmaz etkilenmiştim. V.s v.s
Ben ise kütüphanemde her zaman gözümün önünde duran ve her sabah kalkınca bakmaktan bıkmadığım siyah lale amblemini dün nihayet söktüm.
Artık çok yorulduğumu hissediyorum. Bu sevgiyi, sevdayı, aşkı daha fazla taşıyamayacağım galiba. Dün Namık telefon ettiğinde, bana hediye ettiği Altay eşofmanı ve atkıyı yüklüğe kaldırıyordum. Düşmek bir nebze ama eski sevgiliye veda etmek hakikaten zor oluyor.
Bu 44 (toplamda 55) senede neler yaşadım neler. Her şey geldi geçti, bir tek Altay benimle kalmıştı. Şimdi o da gidiyor.
Sağlık olsun ne yapalım. Kısmet böyleymiş.
.....
Bir zamanlar İzmir
16 Mayıs 2011
BARCELONA’NIN kadrosunu bir çırpıda sayarım.
Tıpkı Fenerbahçe, Beşiktaş, Galatasaray gibi.
Manchester United’ın, Real Madrid’in, Arsenal’in, İnter’in, Chelsea’nin, Bayern Münih’in, Milan’ın, Liverpool’un futbolcularından çoğunu da bilirim.
Tıpkı Trabzonspor ve Bursaspor gibi.
Ama yaşadığım şehrin futbol takımlarından habersizim.
“Karşıyaka’dan, Buca’dan, Göztepe’den, Altay’dan tek kişinin adını söyle” deseniz...
Söyleyemem.
Neden?
Futbol hayatımızın bu kadar içine girmişken... Hatta içimize işlemişken, yanı başımızdaki ve bir zamanlar uğruna yollara döküldüğümüz takımların neden çok uzağındayız şimdi?
* * *
Mesele “iddia” sözcüğü ile özetlenebilir herhalde.
İddian yoksa...
Yoksun.
Oysa...
Böyle miydi eskiden?
* * *
Misal, geçen çarşamba gecesi Beşiktaş ile İBB, Türkiye Kupası finalinde karşılaştılar. Uzatmada da 2- 2’lik eşitlik bozulmayınca maç penaltılara kaldı, sonuçta Beşiktaş kazandı.
İlginçtir.
1966-67 sezonunda oynanan Türkiye Kupası maçı da 2- 2’lik skorla bitmişti.
Finalin rakipleri ise Altay ile Göztepe’ydi.
İki İzmir takımı yani.
Kupayı Altay almıştı ama “alış şekli” de çok ilginçti.
Kupa “kura atışı” ile Altay’a gitmişti!
Asıl önemlisi...
Elbette İzmir’in taşıdığı iddia idi.
* * *
O iddiayı kanıtlayan başka bir bilgi vereyim.
Yine 1966-67 sezonunda 1. Lig’de İzmir’den kaç takım vardı, hatırlayan var mı?
Sıkı durun.
Tam beş takım vardı:
Göztepe, Altay, Altınordu, İzmirspor, Karşıyaka.
Ya önümüzdeki sezon kaç takım olacak.
Hiç.
Tıpkı 2003- 2004, 2004- 2005, 2005- 2006, 2006- 2007, 2007- 2008, 2008- 2009, 2009- 2010 sezonlarında olduğu gibi.
Maalesef.
“Acı gerçek” bu işte.
İddian varsa...
Varsın.
İddian yoksa...
Yoksun.
O kadar ki:
Yokluk malul olunca, en yakınındakiler bile tanımaz seni!
nowadays #10
14 Mayıs 2011 Cumartesi
umuda yolculuk
koskoca senede altay hakkında dört tane yazı yazmışım. bunlardan bir tanesi amcamın vefatiyle ilgili. digerleri de anlık artçı altay şokları üstüne yazılan yazılar. boşa geçmiş bir sene altay adına ve bendeki altay adına.
istanbula yerleştigimin ilk senesi. senenin son maçı. istanbulsporla oynuyoruz güngören stadında. yenersek ligde kalıyoruz, yenemezsek küme düşüyoruz. beraberlik sonucunda kulaklar başka şehirlerden gelecek skorlarda. rakip onsekiz yılımdan sonra bana yuva olan ama kalabalığının arasında beni nasıl yok edeceginin planlarını çoktan yapmış şehrin adını almış takım (sonrasında şehir pes etti, şehrin takımı da küme düştü). maçın oynandığı stadyum ise ilk senemde asla evim diyemediğim, ancak kapısından girip merdivenlerini çıkıp, odama girince bana kalınacak bir yer oldugunu hatırlatan, göç edenlerin "hadi gelin, siz de burada gününüzü görün" diye buyur edildiği, türkçenin konuşulmadığı, şortla gezilmediği, onikiden önce içki alanlara ters bakıldığı, onikiden sonra sokağa çıkmanın tehlikeli ve yasak oldugu güngören.
doksan dakikanın sonucu hüsran. tribünde kuzenim, arkadaşlarım, yıllarca babamın yanında gördüğüm ve artık onun yerine geçtigim için beni kabul eden babamın arkadaşları, herkes darmadağın. hiç alışık olmadığı ikinci lige düşmüş, biz orada ne yaparız sıkıntısı. yeni dostlar, yeni arkadaşlıklar, tutunacak yeni dallar edinmek zorunda kalan bir göçmen gibi.
geçen yılların ardından direkten dönmeler, son dakikada yenilen goller, kaçan penaltılar, verilmeyen goller, hakem hataları, beceriksizlikler, boş kaleye atılamayan goller, bunların hepsi var. hayatın ta kendisi gibi. tek farkı hayatta yaşananlar bir düdükle sona ermiyor. bu hem iyi hem kötü. ama o son düdükler bize hep kötü sonuçlar getirdi bugüne dek altay adına. hayat... onun da bugüne dek geçen günleri çok güzel sonuçlar getirmedi genel toplama baktığımızda. yavaş yavaş toparlıyoruz bu sene.
yıllardır bulunduğu yeri hazmedemeyen camia, taraftarıyla, yönetimiyle, futbolcusuyla bu sene her zamankinden daha agresif. her sene yukarılara kadar çıkıp son maçta kaybetmeler herkesi çok yıprattı ve bu sene son haftaya küme düşme hattında girerken farkına vardı herkes neler olup bittigini. biz o kadar alışkındıkki aslında yukarılarda olmaya, kendimizi bir anda dipte bulunca şuurumuzu kaybetmiştik. aynı hayat gibi. geçirdiğim bir senenin bende açtığı yarayı kendi elimle dikmeye çalışıyordum. ne iğne almıştım bugüne kadar, ne iplik. ben hep kapanmayan yaranın beş santim altından, beş santim ustunden kesilmesinden yanaydım.
geçen iki haftada dilimin, fikrimin başıma açtıklarını düşününce ise sadece gülüyorum. hayatımda bunca uzun zaman inanabildigim, bana yıllardır her sene farklı heyecanlar yaşatan hiç bir varlık olmadı. altay'ı listenin başına yazıyordum her testin ilk sorusunda. toplumun getirdiği bir takım inançların hepsini reddetmiştim ve kendi kendime, kendimle yeten bir yol çizmiştim. bunların arasında topluluk olarak inandığım sadece ve sadece altay'dı. azınlık olmak da güzel geliyordu. maça giderken o formayı giymek, gittiğim her maç öncesi aynı insanların orada olacak olması, devre arasında atak yaptığımız kaleye doğru kapalıda yer değiştirmemiz, öncesinde albatros'ta içilen biralar. bunlar da ibadet şekillerimdi benim. demokrasiyi reddetmiştim, babadan oğla geçen saltanatlık sistemiyle yaşantımı sürdürüyordum kimi zaman cumartesileri, kimi zaman pazarları.
inandığım her varlık ve yokluk için sonuna dek mücadele ettiğim için ve bugüne dek inandığım her şeyi de bir gün kaybettiğim için altay'ın göz göre göre küme düşürülüyor olması da artık canıma tak etti. dil ve kemik ilişkisi bende son derece ensest olduğu için de kelimeler ağızdan çıkarken vize kontrolü yapmıyorum. neyse o.
yarın son görevimi yapmak adına adana deplasmanına gidiyorum. yenersek, yenilirsek, berabere kalırsak böyle olur senaryolarını bıraktım. bu kez içimde bir umut, kazanıp kendi göbegimizi kendimiz kesecegiz diyor. diger tarafım da gerçekleri görüp, çoktan düştüğümüzü biliyor. biraz umut, biraz azınlığın başkaldırısı ama en fazla da inandıklarının peşinde koşma arzusu...
sabah uçağın tekerlekleri adana'ya indikten sonra neler olacak bilmiyorum ama son kez formanda ter olmaya geliyorum büyük altay. babamın da bıraktığı gibi mi bırakacağım seni bilmiyorum altay ama telefonun diger ucunda babam bana sakın gitme adana'ya derken, içinin adana'ya gelmek için can attığını ve benim yerimde olsa en önde gidecegini biliyorum.
istanbula yerleştigimin ilk senesi. senenin son maçı. istanbulsporla oynuyoruz güngören stadında. yenersek ligde kalıyoruz, yenemezsek küme düşüyoruz. beraberlik sonucunda kulaklar başka şehirlerden gelecek skorlarda. rakip onsekiz yılımdan sonra bana yuva olan ama kalabalığının arasında beni nasıl yok edeceginin planlarını çoktan yapmış şehrin adını almış takım (sonrasında şehir pes etti, şehrin takımı da küme düştü). maçın oynandığı stadyum ise ilk senemde asla evim diyemediğim, ancak kapısından girip merdivenlerini çıkıp, odama girince bana kalınacak bir yer oldugunu hatırlatan, göç edenlerin "hadi gelin, siz de burada gününüzü görün" diye buyur edildiği, türkçenin konuşulmadığı, şortla gezilmediği, onikiden önce içki alanlara ters bakıldığı, onikiden sonra sokağa çıkmanın tehlikeli ve yasak oldugu güngören.
doksan dakikanın sonucu hüsran. tribünde kuzenim, arkadaşlarım, yıllarca babamın yanında gördüğüm ve artık onun yerine geçtigim için beni kabul eden babamın arkadaşları, herkes darmadağın. hiç alışık olmadığı ikinci lige düşmüş, biz orada ne yaparız sıkıntısı. yeni dostlar, yeni arkadaşlıklar, tutunacak yeni dallar edinmek zorunda kalan bir göçmen gibi.
geçen yılların ardından direkten dönmeler, son dakikada yenilen goller, kaçan penaltılar, verilmeyen goller, hakem hataları, beceriksizlikler, boş kaleye atılamayan goller, bunların hepsi var. hayatın ta kendisi gibi. tek farkı hayatta yaşananlar bir düdükle sona ermiyor. bu hem iyi hem kötü. ama o son düdükler bize hep kötü sonuçlar getirdi bugüne dek altay adına. hayat... onun da bugüne dek geçen günleri çok güzel sonuçlar getirmedi genel toplama baktığımızda. yavaş yavaş toparlıyoruz bu sene.
yıllardır bulunduğu yeri hazmedemeyen camia, taraftarıyla, yönetimiyle, futbolcusuyla bu sene her zamankinden daha agresif. her sene yukarılara kadar çıkıp son maçta kaybetmeler herkesi çok yıprattı ve bu sene son haftaya küme düşme hattında girerken farkına vardı herkes neler olup bittigini. biz o kadar alışkındıkki aslında yukarılarda olmaya, kendimizi bir anda dipte bulunca şuurumuzu kaybetmiştik. aynı hayat gibi. geçirdiğim bir senenin bende açtığı yarayı kendi elimle dikmeye çalışıyordum. ne iğne almıştım bugüne kadar, ne iplik. ben hep kapanmayan yaranın beş santim altından, beş santim ustunden kesilmesinden yanaydım.
geçen iki haftada dilimin, fikrimin başıma açtıklarını düşününce ise sadece gülüyorum. hayatımda bunca uzun zaman inanabildigim, bana yıllardır her sene farklı heyecanlar yaşatan hiç bir varlık olmadı. altay'ı listenin başına yazıyordum her testin ilk sorusunda. toplumun getirdiği bir takım inançların hepsini reddetmiştim ve kendi kendime, kendimle yeten bir yol çizmiştim. bunların arasında topluluk olarak inandığım sadece ve sadece altay'dı. azınlık olmak da güzel geliyordu. maça giderken o formayı giymek, gittiğim her maç öncesi aynı insanların orada olacak olması, devre arasında atak yaptığımız kaleye doğru kapalıda yer değiştirmemiz, öncesinde albatros'ta içilen biralar. bunlar da ibadet şekillerimdi benim. demokrasiyi reddetmiştim, babadan oğla geçen saltanatlık sistemiyle yaşantımı sürdürüyordum kimi zaman cumartesileri, kimi zaman pazarları.
inandığım her varlık ve yokluk için sonuna dek mücadele ettiğim için ve bugüne dek inandığım her şeyi de bir gün kaybettiğim için altay'ın göz göre göre küme düşürülüyor olması da artık canıma tak etti. dil ve kemik ilişkisi bende son derece ensest olduğu için de kelimeler ağızdan çıkarken vize kontrolü yapmıyorum. neyse o.
yarın son görevimi yapmak adına adana deplasmanına gidiyorum. yenersek, yenilirsek, berabere kalırsak böyle olur senaryolarını bıraktım. bu kez içimde bir umut, kazanıp kendi göbegimizi kendimiz kesecegiz diyor. diger tarafım da gerçekleri görüp, çoktan düştüğümüzü biliyor. biraz umut, biraz azınlığın başkaldırısı ama en fazla da inandıklarının peşinde koşma arzusu...
sabah uçağın tekerlekleri adana'ya indikten sonra neler olacak bilmiyorum ama son kez formanda ter olmaya geliyorum büyük altay. babamın da bıraktığı gibi mi bırakacağım seni bilmiyorum altay ama telefonun diger ucunda babam bana sakın gitme adana'ya derken, içinin adana'ya gelmek için can attığını ve benim yerimde olsa en önde gidecegini biliyorum.
12 Mayıs 2011 Perşembe
15.05.2011 tarihli ADANASPOR-ALTAY Bank Asya ligi Karşılaşması Hakkında
Bugün internet ve gazetelerde çıkan haberlere göre ilgili maçın oynanacağı statta Adana ili Güvenlik kurulu kararı misafir takım taraftarı alınmayacakmış. Adana İl Güvenlik Kurulu son günlerde yaşanan olayları da emsal göstererek Altay taraftarlarının Adana'da tribünlere alınmamasını kararlaştırmış.
2001 yılında Diyarbakır'da oynanan Diyarbakır-Altay maçında Altaylı taraftarlar maça alınmadığı gibi oyuncuların soyunma odasına da gaz verilmişti, ayrıca oyuncular çıkış tünelinde belinde tabancalar olan kişilerce ölümle tehdit edilmişti. Maçı naklen yayınlayacak olan TRT kurumunun kabloları kesilerek maç naklen yayını engellenmişti.
O tarihte o maçı yöneten Bünyamin Gezer, Pazar günü oynanacak Adanaspor-Altay maçına yeniden niye görevlendirildi acaba?
Bu defa "Sporda şiddet Yasası" bahane edilerek maça karşı takım taraftarı alınmıyor. Aynı gün TRT kanallarında üç yayın var iken bu maç yayınlanmıyor. Ligde hiçbir iddiası bulunmayan Diyarbakır-G.Antep B.S.B maci naklen yayinlaniyor. Maçın oynanmasına sadece 3 gün kala, taraftar organizasyonunu yapmış Altay taraftarını, değil stada, Adana'ya alınmama kararını alındı. Bu kararı il güvenlik kurulu alırken, diğer merciler bu kararda ne kadar etkili oldu acaba?
Bu kararı alan il güvenlik kurulunun başında ki isimlerden Adana Emniyet Müdürü Mehmet Salih Kesmez'in aynı zamanda Adanaspor yöneticisi olması doğru mu? Doğru ise bu kararın objektifliği hakkında TFF nezdinde bir soruşturma olmayacak mı acaba?
Bank Asya liginden düşecek son takım maçlar oynanmadan masa başında belli oldu mu? Bu takım ALTAY mı?
Lütfen yukarıdaki sorularıma cevap veriniz.
Lütfen bu rezalete önceden el koyun ve oynanan kirli oyunlara müsaade etmeyin.
Adanaspor-Altay maçına konuk taraftarların alınmasını ve maçın naklen yayınlanmasını istiyorum. Gereğinin yapılmasını rica ederim.
2001 yılında Diyarbakır'da oynanan Diyarbakır-Altay maçında Altaylı taraftarlar maça alınmadığı gibi oyuncuların soyunma odasına da gaz verilmişti, ayrıca oyuncular çıkış tünelinde belinde tabancalar olan kişilerce ölümle tehdit edilmişti. Maçı naklen yayınlayacak olan TRT kurumunun kabloları kesilerek maç naklen yayını engellenmişti.
O tarihte o maçı yöneten Bünyamin Gezer, Pazar günü oynanacak Adanaspor-Altay maçına yeniden niye görevlendirildi acaba?
Bu defa "Sporda şiddet Yasası" bahane edilerek maça karşı takım taraftarı alınmıyor. Aynı gün TRT kanallarında üç yayın var iken bu maç yayınlanmıyor. Ligde hiçbir iddiası bulunmayan Diyarbakır-G.Antep B.S.B maci naklen yayinlaniyor. Maçın oynanmasına sadece 3 gün kala, taraftar organizasyonunu yapmış Altay taraftarını, değil stada, Adana'ya alınmama kararını alındı. Bu kararı il güvenlik kurulu alırken, diğer merciler bu kararda ne kadar etkili oldu acaba?
Bu kararı alan il güvenlik kurulunun başında ki isimlerden Adana Emniyet Müdürü Mehmet Salih Kesmez'in aynı zamanda Adanaspor yöneticisi olması doğru mu? Doğru ise bu kararın objektifliği hakkında TFF nezdinde bir soruşturma olmayacak mı acaba?
Bank Asya liginden düşecek son takım maçlar oynanmadan masa başında belli oldu mu? Bu takım ALTAY mı?
Lütfen yukarıdaki sorularıma cevap veriniz.
Lütfen bu rezalete önceden el koyun ve oynanan kirli oyunlara müsaade etmeyin.
Adanaspor-Altay maçına konuk taraftarların alınmasını ve maçın naklen yayınlanmasını istiyorum. Gereğinin yapılmasını rica ederim.
8 Mayıs 2011 Pazar
annenin günü
bu gün de herhangi özel bir gün gibiydi.
insanların saygı ve sevgi amaçlı, günün anlam ve önemine ait insanlara misafirlige gittigi, hediyeler aldığı, mutluluklarını doyasıya paylaşabildigi benim ise yine yalnız geçirip, keşke öyle degil de böyle olabilseymiş zamanında bugünü daha farklı değerlendirebilirdim dedigim bir gündü.
hali hazırda bu hafta yeterince yalnızlık, farklı olmak, herkesin sustuguna çığlık atmak nedir, bunun bedelleri ne kadar ileri gidebilir yaşamışken bugün sabah yine kendi kendine geri sarıyordu film. bozuk bir film. çok sevdiğim için daha önce defalarca izledigim bir film.
çevremde sıfat verebildigim insanlarla aynı duyguları paylaşıyorum hayata dair. çember çok daraldı artık. halen çapımız 2r'den ibaret ama r'nin ne anlama geldiğini bir ben, bir sen, bir de o masadakiler bilebiliyor. r kimi zaman kaçış oluyor, kimi zaman huzur, kimi zaman sıkıntı ama her zaman altında bir kadeh, bir şişe ve gerçek bir muhabbet yatıyor. zaten halen buralarda kalabilmemize destek olan da bu r'nin alfabenin sonlarına yakın bir harf olması. sıra daha ona gelmedi.
filmin bugüne dair olan kısmı daha çok başlara ait. sonrasında bugünü tekrarlayamadık. kopmalar yaşadık. senaryo güzeldi ama sahneyi iyi çekemedik biz. rol yeteneğimiz yoktu, oldugumuz gibiydik. herkesin biçtiği rolü kendi karakterlerimizin getirdikleri ve özellikle götürdüklerinden ötürü iyi oynayamadık. zaten eskiden biz vardı, birinci çoğul şahıs. biz onu, üç tane tekil şahıs karşılığında bozdurduk. sonra bizlik krediler çektik eksikliğini hissettiğimiz için ama geri ödemekte zorlanıyoruz.
bir kahvaltı hazırlanıyordu o zamanlar evin birinde. pazar sabahı. her pazar ayrı ama mayısın ikinci pazarı daha ayrı olanlardan bir tanesi. boyozlar ayrı çıtır, gevrekler aynı mayalı, izmir'in baharı ayrı güneşli. ben yumurtanın sarısını ayırıyordum o zamanlar, sevmezdim. mutfak tarafındaki tatlı telaşı romantik radyonun yabancı, romantik şarkıları beslerdi. sonra romantik radyoyu da satın aldılar. onun da frekansını 95.2'den 101.0'a taşıdılar. biz dağılmıştık, o da satılmıştı.
her zaman ağlamaklı olan o kadın sesi, mayısın o ikinci pazarında ayrı bir hevesle çağırırdı bizi bahçeye doğru. bilirdi nasıl şımartılacağını her kadın gibi o gün. kahvaltı hazır! aslında hazır olan kahvaltı değildi. hazır olan senede üç bilemedin beş günde masaya serilen biz'in bütünlüğüydü. mayısın ikinci pazartesisi ya da üçüncü pazarında ben çok iyi bilirdim o masada birinin eksik olacağını.
sonrasında garip bir şekilde ilk ben ayrıldım o masadan. o güne kadar izlediğim filmin bende yarattığı yarı suskunluk, yarı sivrilik karşılığında istanbul'un yolunu tutuyordum. biz'i üçüncü tekil şahıs olarak bozduran ben oldum. sonrasında mayıs'ın her ikinci pazarında ya telefonla konuk oldum o masaya ya bir çiçek gönderdim yerime ya da hiç o masaya ait olmayan biri gibi davrandım. ne uzaldım ne kısaldım bu yokluklardan ötürü ama bir yerden sonra hüzün pompalamaya başladı kalbim, mayısın ikinci pazar sabahlarında.
bu sabah da öyle oldu. evde yalnız kaldıktan sonra bir sigara yaktım. içeride uyuyan erasmus'a bir kahvaltı hazırlayayım dedim. taze ekmek, gazete ve gevrek almak için dışarı çıktım. bizim hüzünler masturbasyona dönüyor bir yerden sonra. bir telefon valide sultan'a, aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor. bir telefon aziz peder'e, oglenin birinde rakıya oturmuş. hayat ona güzel. fırına giriyorum. radyoda bir sezen aksu şarkısı çalıyor. bir yerlerden anımsıyorum bu şarkıyı. sonra gözümün önüne meşhur no-frost buzdolabılımız ve üzerinde valide sultanın el yazısıyla ben istanbul'a giderken yazdığı o not geliyor.
Bölünür sancıyla uykular
Sığınak değil en kuytular
Gökte ay on dört ben dolunay
Son hatıranı sinene say
Bu kadarına razıyım yar
bir kez daha elim telefona gidiyor. ellerimle birlikte dudaklarım da titriyor o tonlamayı duyunca. seni sevdim ben aslında ama yeni yeni keşfediyorum sevmek neymiş, o yüzden çok hissetiremediysem özür dilerim diyorum.
o yine kırılgan ses tonu baş gösteriyor telefonun diğer ucunda. dinliyorum. tek bir cümle çıkıyor ağzımdan. çok zor be anne!
insanların saygı ve sevgi amaçlı, günün anlam ve önemine ait insanlara misafirlige gittigi, hediyeler aldığı, mutluluklarını doyasıya paylaşabildigi benim ise yine yalnız geçirip, keşke öyle degil de böyle olabilseymiş zamanında bugünü daha farklı değerlendirebilirdim dedigim bir gündü.
hali hazırda bu hafta yeterince yalnızlık, farklı olmak, herkesin sustuguna çığlık atmak nedir, bunun bedelleri ne kadar ileri gidebilir yaşamışken bugün sabah yine kendi kendine geri sarıyordu film. bozuk bir film. çok sevdiğim için daha önce defalarca izledigim bir film.
çevremde sıfat verebildigim insanlarla aynı duyguları paylaşıyorum hayata dair. çember çok daraldı artık. halen çapımız 2r'den ibaret ama r'nin ne anlama geldiğini bir ben, bir sen, bir de o masadakiler bilebiliyor. r kimi zaman kaçış oluyor, kimi zaman huzur, kimi zaman sıkıntı ama her zaman altında bir kadeh, bir şişe ve gerçek bir muhabbet yatıyor. zaten halen buralarda kalabilmemize destek olan da bu r'nin alfabenin sonlarına yakın bir harf olması. sıra daha ona gelmedi.
filmin bugüne dair olan kısmı daha çok başlara ait. sonrasında bugünü tekrarlayamadık. kopmalar yaşadık. senaryo güzeldi ama sahneyi iyi çekemedik biz. rol yeteneğimiz yoktu, oldugumuz gibiydik. herkesin biçtiği rolü kendi karakterlerimizin getirdikleri ve özellikle götürdüklerinden ötürü iyi oynayamadık. zaten eskiden biz vardı, birinci çoğul şahıs. biz onu, üç tane tekil şahıs karşılığında bozdurduk. sonra bizlik krediler çektik eksikliğini hissettiğimiz için ama geri ödemekte zorlanıyoruz.
bir kahvaltı hazırlanıyordu o zamanlar evin birinde. pazar sabahı. her pazar ayrı ama mayısın ikinci pazarı daha ayrı olanlardan bir tanesi. boyozlar ayrı çıtır, gevrekler aynı mayalı, izmir'in baharı ayrı güneşli. ben yumurtanın sarısını ayırıyordum o zamanlar, sevmezdim. mutfak tarafındaki tatlı telaşı romantik radyonun yabancı, romantik şarkıları beslerdi. sonra romantik radyoyu da satın aldılar. onun da frekansını 95.2'den 101.0'a taşıdılar. biz dağılmıştık, o da satılmıştı.
her zaman ağlamaklı olan o kadın sesi, mayısın o ikinci pazarında ayrı bir hevesle çağırırdı bizi bahçeye doğru. bilirdi nasıl şımartılacağını her kadın gibi o gün. kahvaltı hazır! aslında hazır olan kahvaltı değildi. hazır olan senede üç bilemedin beş günde masaya serilen biz'in bütünlüğüydü. mayısın ikinci pazartesisi ya da üçüncü pazarında ben çok iyi bilirdim o masada birinin eksik olacağını.
sonrasında garip bir şekilde ilk ben ayrıldım o masadan. o güne kadar izlediğim filmin bende yarattığı yarı suskunluk, yarı sivrilik karşılığında istanbul'un yolunu tutuyordum. biz'i üçüncü tekil şahıs olarak bozduran ben oldum. sonrasında mayıs'ın her ikinci pazarında ya telefonla konuk oldum o masaya ya bir çiçek gönderdim yerime ya da hiç o masaya ait olmayan biri gibi davrandım. ne uzaldım ne kısaldım bu yokluklardan ötürü ama bir yerden sonra hüzün pompalamaya başladı kalbim, mayısın ikinci pazar sabahlarında.
bu sabah da öyle oldu. evde yalnız kaldıktan sonra bir sigara yaktım. içeride uyuyan erasmus'a bir kahvaltı hazırlayayım dedim. taze ekmek, gazete ve gevrek almak için dışarı çıktım. bizim hüzünler masturbasyona dönüyor bir yerden sonra. bir telefon valide sultan'a, aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor. bir telefon aziz peder'e, oglenin birinde rakıya oturmuş. hayat ona güzel. fırına giriyorum. radyoda bir sezen aksu şarkısı çalıyor. bir yerlerden anımsıyorum bu şarkıyı. sonra gözümün önüne meşhur no-frost buzdolabılımız ve üzerinde valide sultanın el yazısıyla ben istanbul'a giderken yazdığı o not geliyor.
Bölünür sancıyla uykular
Sığınak değil en kuytular
Gökte ay on dört ben dolunay
Son hatıranı sinene say
Bu kadarına razıyım yar
bir kez daha elim telefona gidiyor. ellerimle birlikte dudaklarım da titriyor o tonlamayı duyunca. seni sevdim ben aslında ama yeni yeni keşfediyorum sevmek neymiş, o yüzden çok hissetiremediysem özür dilerim diyorum.
o yine kırılgan ses tonu baş gösteriyor telefonun diğer ucunda. dinliyorum. tek bir cümle çıkıyor ağzımdan. çok zor be anne!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)