15 Kasım 2009 Pazar

rüya'larda



dün gece gördüğüm rüya aslında tüm bu yazıyı yazdıran...

30 agustos zamanı dört günlük bir çeşme tatilim olmuştu, eğlendiğim, çeşme'yi farklı bir pencereden yaşadığım, tadının damağımda kaldığı. son dakikada çıkan bu tatil nedeni, önümüzde bizi bekleyen yoğun bir eylül olmasıydı. eylül'de bitmesi beklenen RFP'nin ekim ortasına kayması, ekim ortasıyla başlayan bir taşınma telaşı, sonuna tuz dökülüp, limon sıkılan dolu dolu on günlük tutunamayanlar karnavalının ardından geçen haftanın pazartesisi için hazırdım.

yorgunluk, fiziksel olarak vücudun belirli yerlerinde kendini hissettirmeye başlamış göz altı, diz kapakları, ayak bilekleri, kara ciğer gibi yerlerde ise renksel dönüşümler sergiler hale geldi. geçmekte olan ve halen bitmeyen, bitmeyecek hafta da sinirsel yıpranmalara sebep olup "ulan ben ne zaman o evde kitabımı okuyup, telepopmusik dinleyebilecegim" sorusuna cevap aratıyor. bir soru soruyorsun, onun cevabına ulaşmaya çalışırken bir yazı çıkıyor. rüya da katalizör olunca yazı akıp gidiyor.

düzensizliğin getirdiği sonuçların yarattığı bir düzen içerisinde "ben de varım" demektense, "tam bir sene sonra dünyaya bir göktaşı çarpacak ve hiç kimse kurtulamayacak, ne yaparsın" sorusuna "durup, beklerim" cevabını verirken, üzerimden geçen onlarca yaşamsal faaliyetin beni ne kadar durma'ya yönlendirdiğini düşündüm. durmayı isteyip de duramamak. ilerleyim arkadaşım!!!

kimi zaman düşünüp, yosun tutmuş insanlardan biri olmadığım için, halen birilerinin ayaklarını yerden kesebildiğim için, birilerine isyan edebildiğim için mutlu olurdum. şu iki günü düşünecek olursam; faik'in kinder misali cihangir'den çıkmasına sadece bir gün karşılık verebiliyorum, eskiden olsa bu haftasonunun altını üstüne getirip, vurur, kırar, severdik. dilek'i arayıp, akşam gelemeyecegimi söylediğimde sesindeki sitemi sezip, birşey diyemedim. bugun kayseri'ye avni'ye ziyarete gitti mumi'yle okay. ilk bileti alan da bendim gitmek için, gidemedim. onun da sıkıntısı var. bu sefer şirket, mirket anlamam demişti. yine yenik düştük. dün akşam dışarda salınışımı düşünüyorum sonra. farklı amaçlarla sokaklara kendini atmış insanlar, masadan duvara ellerinde kadehlerle savrulup dururken, üzerlerine dökülenlerden habersiz, gecenin ilerleyen saatlerine doğru kendileri afişe ediyorlardı. o ince çizgiyi geçmeyince insanlara karakter oturtabilmek daha kolay oluyor. herkesin adının yerine geçecek karakterler oturttum dün. pet şişe su içerisinde rakı içen yaşamamış salaklara, park halindeki bir vespa üzerinde oturup karşısındakine söylediklerini duymasını engelleyecek kadar basitçe kimlerin ona baktığını radarıyla yakalamaya çalışan küçük kıza, o soğukta mini etekle ve üstten beş düğmesi açık gömlekle hayat podyumunda volta atmaktan donarak gurur duyan muhteşem çifte, yanımdaki takım elbiseli adama, diğer yanımdaki amcaya, küt saçlarını tereddütlü gamzeleriyle tamamlayan yüce insana...
erken kararıp, geç aydınlanan güne dair sessiz bir isyan dolu içime çektiğim nefeste. dışa vermekte zorlandığım nefes ise rutin dinamiklerin soluk borumun şeritlerini daralattığı, cuma akşamı iş çıkışı bir köprü trafiğini andırıyor. içime sinmeyen bir akışa ev sahipliği yapıyorum.



yabancı bir otel odasında, normal ebatlara göre küçük bir çift kişilik yatakta, duvarlarının beyazlığı amerikan filmlerindeki otoban üzerindeki motelleri hatırlatan bir odadaydım. motelin yarattığı yalnızlık, daha yapılacak çok yol olduğunu bilmenin ve buraya gelene kadar bile yorulmuş olmanın verdiği ölümcül iç çekilmesiyle uyuyordum rüyam'da. yanıma o kıvrılırken uyandım rüyamda. önce beni her zaman mest eden gülümsemesini sergiledi, içimi eritti. elimi tuttu, sanki herkes bizi izliyormuş gibi utanarak ama ben seni anlıyorum ve yanındayım dercesine samimi. her güzel rüyanın sonuç kısmında uyandığımı bildiğim için, bu gerçek dedim rüyamda kendime, o anın değerini bilmek için. bunu çok iyi hatırlıyorum. gerçek misin der gibi, tuttuğum elinin bileklerinin sıcaklığını hissetmek istercesine parmaklarımı parmaklarına geçirdim. sıcacık yanımdaydı. gerçekti. o da hissetmiş olacakki, boynuma sarıldı. normal ebatlara göre küçük olan yatak bir anda, kalbimin katsayısıyla birlikte sonsuz bir genişliğe ulaştı. beraber uykuya daldık. sabah 9'u 10 geçe uyandığımda yanımda değildi. hepsi bir rüyaydı. esmer, kendine özgü duruşuyla mest eden, daha önce görülmemiş bir rüya.

rüyalar, ruhun paylaşıldığı diğer etin yaşadıklarından kalanlardır. her şey uykudan sonra başlar. siz uyuduktan sonra. demişti hakan günday günün birinde.

gene gene de bak içim sıcak
konuşmadan
gel uzan yanıma
bir kere kaybolsak
açık açık hissedelim
kaybedelim
sürüklenip derinlere
akıp gidelim...

konuşacak kadar yakın, uzanamayacak, kaybolamayacak kadar uzak. düzensizliğe renk katan yeni bir düzen, kelimeleri tanrılaştıran bir varlık...

Hiç yorum yok: