27 Mayıs 2015 Çarşamba

bitti.

- ne arıyorsun burada?

- biraz zor cevaplaması. özellikle de böyle pat diye sorunca. samimiyetsiz bir soru. öncelikle neyi ve sonrasında bir şeyi aradığımı ve hatta aradığım şeyi burada aradığımı bilsem zaten burada olmazdım. 

- ben sana son cümleni sordum ama sen istediğin yerden başlayabilirsin. samimiyetime güvenirsen sevinirim. şöyle yapalım. neden beyaz gömlek?

- anladım. ters manyel. senin istediğin gibi olsun. azdan az çoktan çok gider. soruyu arkanda duran ve benim kendimle tam yüzleşmemi engelleyen aynayı kullanarak kendimce devşiriyorum. aslında o gün orada ne aradığımı sorman lazım ama hem sen bu soruyu sormadan hem de senin sorun havada kalmasın diye cevap vereyim. gömleği hikayeye saygımdan ötürü giydim, beyaz olma nedeniyse tek gömleğimin beyaz olmasından ibaret. 

- hep böyle kendine sorular sorar mısın?

- sence burada ne arıyorum?

- bulamadığın cevapları?

- hayır. soramadığım soruları. 

- sekiz kırmızı kart görmüşsün kariyerinde. altısı aynı takıma karşı. 

- bazen soru sormaya gerek kalmıyor değil mi?

- ….

- o gün o maça gitmeyecektim. bizim ligin bitmesine daha üç hafta vardı. ligin bizim takım için bir anlamı kalmamıştı ama profesyonellik gereği ingiltere’de her gün ulaşılabilir olman gerekiyor. çok basit kuralları var sistemin ve yaşamına devam etmek için kabul etmek zorundasın. o cumartesi maçı kazandıktan sonra pub’a gidip içtik tüm takım. burada ingilizlerin neden o kadar içtiğini anladım. o kadar çok hakkını veriyorsun ki yaptığın işin sana kalan kısıtlı zamanda da kendini kaybedene kadar alkole düşüyorsun.  o gün attığım iki golle birlikte, ikinci yarı geldiğim shoreditch united’da attığım gol sayısı sekize ulaşmıştı. adaptasyon sürecimin beş haftalık gol orucunu çıkartırsak yedi maçta sekiz gol atmıştım ki ikinci lig için çok iyi performans. neyse, özetle o zamanlar londra hayatı güzeldi ama sadece londra hayatı güzeldi işte. içince canavarı uyandıran insanlarız. o gün, o keyif ve özgüvenle o kadar da içince soluğu sabah havalimanında aldım. 

- biliyordun yani gidebileceğini. 

- insan biliyor tabi. -ebilmek aynı zamanda bir tercih. benim ömrüm o formayı terleterek geçmiş. 28 yaşına kadar o mahallede büyüdüm. evden çıkıp yürüyerek stada gider soyunma odasına girerdim. stada girmeden apo, cigo, namık ile az piyiz yapmışlığımız yoktur. hatta bir keresinde ben boş kaleye gol kaçırdığımda apo “ulan ben sana dedim o son dubleyi içme diye bak boş kaleye kaçırıyorsun amcık ağızlı” diye bağırmıştı da seksende beraberlik golünü atana kadar yemediğim küfür kalmamıştı bütün tribünden. profesyonellik yoktu bende anlayacağın. iki beden büyük geliyordu. o yüzden de biliyordum önce istanbul’a sonra da izmir’e giderek maça yetişebileceğimi. 

- soyunma odasına uğramamışsın o gün. neden?

- hepsini okumuşsun şaşırtıyorsun beni. 

- samimiyetime güven demiştim. 

- her samimiyetime güven diyene güvenseydim - ki sırf samimiyet kelimesini sevdiğimden, ağzından çıkan insanı sevmesem bile koşulsuz güvenmişliğim vardır - işte burada olmazdım. soyunma odasına uğramadım çünkü orası artık benim soyunma odam değildi. ben orada 28 sene soyundum. çırılçıplaktım. evden stada yürürken çıplaktım, üzerimde formayla alsancak stadına adım attığımda da çıplaktım, çıplak olduğum için cankuşlarımla stadın önünde piyiz yapıyordum, çıplak olduğum için o takıma karşı oynarken her maç kırmızı kart göreceğimi herkes biliyordu. ama hakkı bey, adınıza ters düşüp hakkını vermediğiniz bir şey var; o altı kırmızı kartı da iç saha maçlarında gördüm. sırf tribündekiler değerini bilir diye. 

- tribünlere oynuyordun yani. 

- evet tribünlere oynuyordum hakkı bey. senenin tüm maçlarında kendim için, forma için oynarken her sene bir maçta da tribüne oynuyordum çünkü tribün hakkı verilmesi gereken bir varlık. ben kimim ki bu tribündeki insanlar beni destekliyor diye düşündüm hep. tolstoy’u bilirsiniz büyük ihtimalle. tolstoy, insanın inançlarının mutlak karşılığı olduğunu savunur. inanç, beşer hayatının öğrenilmesidir ve o sayede insanın salt kendisini düşünmeyip yaşadığı şeydir. benim hayatım futbol. futbol kadar beşeri bir gerçekliğin içerisinden en büyük parçası olan tribünü nasıl yok sayabilirsiniz. en azından ben saymam. 

- madem bu kadar beşeri gerçeklikler peşindeydin de neden hayvani dürtülerle hareket ettin?

- yürekte açılan yaralar, bir insanın bağımsızlığı karşılığında dünyaya ödemek zorunda olduğu çok doğal bir bedeldir. o yüzden bağımsızlık peşinde koşmak sizin kitabınızda hayvaniyse eğer evet bir ayı gibi anırdığımı, bir at gibi kişnediğimi, bir fare gibi kemirdiğimi, bir arı gibi soktuğumu, bir köpek gibi havladığımı ve hepsinin hakkını verdiğimi gönül rahatlığıyla kabul ediyorum. neyse ki hayvanın önüne evcil sıfatını koymadınız, cevaplarım çok daha farklı olurdu. 

- seninle bir hayvanın evcilliği polemiğine girip vakit kaybetmeyecek kadar hayvansever olduğunun farkındayım. o maçı tribünde yaşayan biri olarak neler düşündün?

- bu mu en güzel sorun. 

- en güzel sorumu en başta sordum sen anlamadın. 

- o gün sahaya 
devrim
melih - ömür - turgay - suat
kaan - kaya - altan - niko
mustafa - metin   

dizilişiyle çıktık. o gün bizim takımda çok sakat vardı, yedek ağırlıklı kadroyla sahaya çıkmıştık. en güzel kadromuzu son maça saklayamamıştık. 

- devrim, o tek başına duran. melih, kısıtlı kapasitesiyle sürekli zorlayan, ömür ile turgay yılların dostluğu. mustafa senin partnerin, niko ikinci dalgayla gelen. onlar aslında bir takımdı.  

- sen ne arıyorsun burada hakkı bey? kalanları ölüm gibi kaybetti o gün. 

- beni ters köşeye yatırdın ogan. 

- hayat bizi hep ter köşeye yatırdı, bu da senin hakkı’na düşen beyim. 

- devam edelim. 

- bundan sonra soru sorma olur mu? siktirtme belanı. ben anlatacağım hepsini sana. 

- ...




22 Mayıs 2015 Cuma

renklerin içinde

bilemiyorsun, zaten nasıl bileceksin ki. 
içindeyken anlıyorsun da hep çözmeye çalışıyorsun kendince. insanın kendisi çözmeye programlanmış. 

insan, kendisini anlamaya başlayınca hiçbir şeyi çözemeyeceğini anlıyor. anlatmakla olmuyor yaşaman lazım’ın temeli de benzer. 

kalkamıyordum, kendimi kaldıramıyordum ve kalkmıyordum sonunda. 

biraz sararıyor önce. daha önce üzerinde görmediğin bir renk olduğu için yabancılaşıyorsun. sarıya da alışmaya hazırsın, çok fark etmiyor. sarı, inceden turuncuya kayıyor. oranj diyorlar kimi yerde. ona da alışıyorsun. portakalı sevdiğin için sadece. bir kış gecesi, aralık sonu ya da ocak başı. sadece valide televizyon karşısında, kucağının bir tarafında bir tabak dolusu portakal, diğer tarafında birazdan dilimleyip sana servis edeceği boş tabak. senin esofmani takim olarak giydigin son gunler. o portakalları şipşak kesip, sana servis edip, şapır şupur yediğin için oranjı da bir renk olarak kabul ediyorsun. rengin sicagi boyle oluyor. sırf onun güzel hatrına. yersen. yemezsen arkandan ağlar. 

sonra kırmızıya dönüyor. oranjda turuncuyu yakaladığın gerçeklik aslında alıştığın sarıyla, karşına çıkacağını fark etmediğin kırmızı arasında sıkışmış bir çaba. kırmızıda neyle karşılaşacağını çok sonra - o da çaba sarf edersen - farkına varıyorsun. 

tırnaklarımı yemeyi tamamen bıraktığım için, uzayan işaret parmağımın tırnağı orta parmağımın sağ tarafını yırtıyor sol cebimdeki iphone’u çıkartmaya çalışırken. kirmizi her an gercek. kendi parmağımdan akan kanı emerken, metroda beni izleyenleri fark ediyorum. bir anlık şaşkınlığın verdiği durgunluktan sonra bir daha kanayamayacakmiscasina emiyorum orta parmağımı. biraz da yalıyorum kenarlarını, dişlerimi hiç değdirmiyorum. artçı iki dil darbesiyle iz bile bırakmıyorum katile dair. bu hayatta her şey nereden baktığına bağlı. 

yeşil ışık yanıyor yaya geçidinde. yeşille beraber kulakları sağır edercesine bir sinyal inlemeye başlıyor, yeşilin yerinde 13’ten geri saymaya başlayan trafik lambasında. herhalde 13 saniyem var diyorum karşıya geçmek için. 9’u rakamla gördüğüm an hareket edebiliyorum. 

o 4 saniye içerisinde;
birazdan karşıya geçtiğimde eat in or take away sorusuna vereceğim cevabı bildiğim için çok düşünmüyorum, ceketimi giymeden önce attığım mailin to’sundakileri düşünüyorum - acaba norveç ekibinden doğru insanı mı ekledim - , yirmi iki dakika sonra gireceğim toplantıda söyleyeceklerime hazır mıyım, geçen sefer wooleys’den aldığım pilav çok sertti bu sefer bagete mi girsem - illa take away - , sola mı bakacağım yoksa sağa mı - amına koyayım bunu da bir türlü öğrenemedim -, pret a manger de var kenarda - bacon tavuğa girip garanti mi oynasam -, eralp nasıl oldu lan acaba, diğerleri nasıl, peki ya ecem, bi sigara yakayım bari karşıya geçince. 
hepsi sadece 4 saniye. fazlasi yok. 

aynı lambada 8 ile göz göze geldiğimizde çoktan ilk nefesi almış olup 7’nin suratına vuruyorum icimde bir tur attirdigim dumani. 
rakamlara aşığım.

maviyi arıyor kalbim. beynim değirmende bugday ogutup ekmek yapıyor ama kalbim hala ramazan pidesi kuyruğunda. o da sırf senede bir ay çıkıyor da tadalım diye. ramazan pidesini ya da maviyi aramaya devam ediyorum. ömür ya da gönül terasa çıktığında rahatlıyor. 

terasa kendimi attığımda Bingazi'den Syracuse'a cikmis libyali multeci gibi seviniyorum. mavinin tüm tonlarını geçmişim de en güzeline, karaya çıkıp onu izlemeye koyulmuşum gibi.

sarı, oranj, kırmızı. sonra da alakasız bir mavi. gökyüzünün derinliğinin içerisinde hipotenüs hesabı yaparken buluyorum kendimi. tamam diyorum, geldik. 

haftalardır londra’da her yağmur yağdığında sarı, oranj, kırmız, mavi diye gökkuşağı arayan gözlerim, bugün asıl gökkuşağının gözlerimin baktığı ya da gördüğü yerde değil de renklerin içinde olduğunu anımsatıyor. 

kör olmak istiyorum bütün bu dalaverenin içerisinde. 
gözlerimi kapatıyorum, şaraba sarılıyorum dört tarafı açık terasın bana verdiği yetkiye dayanarak. 
ne guzel diyorum sariyi, kirmiziyi, oranji ve maviyi tam karsimda bir arada gorurken.
yemin ediyorum bu kez abartmıyorum. zaten artik abartilacak bir sey de kalmadi. 
böyle geldi içimden. nedir yani. 
biraz daha alabilir miyim.
söz bu son. 
sonra hepimiz kendi renk cümbüşümüzde kendimizi bulmaya devam edeceğiz. 

kalkıyoruz.
sabah yedide kalmam lazım. 



12 Mayıs 2015 Salı

St. Pauli: Cehennemin Cennete Dönüştüğü Yer

arıyorum ve haftaları saymaya devam ettiğim sürece aramaya devam edeceğim. hayatımın en büyük geçiş sürecindeyim. bir viraj ki altı haftadır dön dön bitmedi. bitmeyecek de zaten. bazen gardım düşecek gibi oluyor. lise sonda matematik hocasına sinirlenip kağıtları dağıtmayı bitirmesiyle beraber boş kağıdı verdiğim günlerdeki gibi her şeyi bu evde bırakıp gitmeyi düşünüyorum. sonra kendi kendime gülüyorum. kendi kendime gülüyor, kendi kendime konuşuyor - hem türkçe hem ingilizce -, kendi kendime sarılıyor, kendi kendime yaşıyorum. 

bugüne kadar aradığım ne varsa cumartesi günü onunla tanıştım. 

kararını yoldayken verip, biletini havalimanında aldığım uçaktan inip, trenle şehir merkezine geldim. bir defter, bir kalem, bir de filtre kahve alıp göl kenarındaki kafeye oturdum. valide görse bu tutumlu davranışımdan ötürü çok sevinirdi diye düşündüm kasiyere 2.4 euro verirken aldıklarımın hepsine. oturdum ve sabahın onbirinde beni oraya getirenleri döktüm. sonra kalktım ve maps’e Reeperbahn yazdım. yürüyerek yirmi dakika. yirmi adet mermi der gibi. hepinizi geberteceğim. 

yirmilerinin başında bir zenciyle otuzlarının başında bir beyaz erkeğin birbirlerine diklendiklerini gördüm öğlenin onikisinde. geldim herhalde dedim kendi kendime. aralarında bir de kadın vardı otuzlarına yakın. zenci beyaza dikleniyordu ama adam çok sesini çıkartmıyordu. kadın da beyazın arkadaşıydı ve zencinin gitmesini istiyordu. sonra beyaz adam cebinden biber gazı çıkartıp zenci çocuğa sıktı.

zenci çocuğun gözleri yanmaya başladı ve delirdi. beyaz adamın kafasına yerde bulduğu şişeyi geçirdi ve yere yığılan beyaz adama saydırmaya başladı. sonra kadın girdi araya. zenci çocuğu yumruklama başladı. zor tutuyordum kendimi. zenci cocuğa arkadan birisi uçan tekmeyle girerek yere yapıştırdı. sonra film bitti. bu mu lan punklar diyarı st.pauli’nin adalet anlayışı dedim kendi kendime. burada da aradığımı bulamadım diyip tur atmaya başladım. 

telefonu kapattım. yer yön bilmem ben. kaybola kaybola yolumu bulurum. bulamazsam da umrumda değil diye düşünür yürür dururum. yarım saat sonra aynı yerde buldum kendimi. zenci çocuğu polisler sakinleştirmeye çalışıyordu. bu hikaye nasıl buraya döndü diye düşündüm. zenci çocuğun yanında ona az önce biber gazı sıkan beyaz adam, yumruklayan beyaz kadın ve arkadan uçan tekme atan sarı çiyan da vardı. hepsi bir olmuş polise kafa tutuyordu. polis zenci çocuğu kelepçelemeye çalışırken, yarım saat önce birbirine giren ekip polise karşı birlik olmuştu. o sırada aklıma düşmesi en saçma olan şey düştü ve sanki bir fıkranın ortasındaymışız da üçüncü karakter olarak türk eksikmiş gibi ben de dahil oldum olaya. zenciyi tutan kadın polisin koluna girip, bir buçuk aydır biriktirdiğim libidomla "bu festival günü, daha öğlen olmamışken, bu tatsızlığa bir son vermeniz gerekirken neden böyle yapıyorsunuz dedim" gülümseyerek. o sırada zenci çocuk kaçtı, beyazlar bara girdi, kalabalık gülüşmeye başladı. bana sordukları almanca sorulara cevap alamadıklarını fark ettiklerinde polisler de pes edip gitti. bir sigara yaktım, st.pauli güzel yermiş diye düşündüm. gücün “yoksullarda" olduğu her şey çok güzel. 

store’a girdim. iki t-shirt ve seneler sonra ilk kez bir anahtarlık alıp çıktım. maç başlamak üzereydi. bundesliga’ya çıkmaya çalışan ikinci sıradaki kaiserslauten deplasmanında küme düşmemesi için galibiyet alması gerekiyordu st.pauli’nin. benim gördüğüm hayatta imkansızdı bu. ilk yarı dolanırım, ikinci yarı maçı izlerim diye düşündüm. biraz dolandıktan sonra rastgele bir pub’ın önünden geçerken ikinci yarının başlamak üzere olduğunu gördüm. içeri girip bir bira aldım. 47.dakikada öne geçti st.pauli, on dakika sonra penaltı ve 0-2. geçirdiğim son bir saatte, üç senedir yaşayamadığım gerçeklikleri yaşamıştım. ikinci gole Doctor Mabuse gibi sevindim. herkes bana bakıyordu. herkese benden bira dememek için kendimi zor tuttum. zaten almanca nasıl diyeceğimi de bilmiyordum ama olsun. 

maç bitti, festival alanına indim. içmeye devam ediyordum. dönüş uçağım akşam yedideydi. ertelesem olurdu ama gözümde büyüyordu bütün gece.  kararsızdım. eski atina anfi tiyatrolarının, belirli bir ölçekle küçültülmüş hissini veren yarım bir dairenin tepesine kurulan balkonumsu yerde çok güzel elektronik müzik çalıyordu öğlenin dördünde. kadınlar, erkekler gözlüklü kendi kendilerine dans ediyor, içiyor, dönüyor, sarıyor, patlıyor ve hatta çiziyorlardı. bunu yapan toplulukta yaş sınırı ise hiç yoktu. atmış yaşındaki amca, sardığı cigarayı yirmi yaşındaki kıza döndürüyordu ve onun elinden ellilerinde başka bir kadına dönüyordu. 1 haziran taksim’i ne kadar ürkütücü mad max ise 9 mayıs st.pauli’si ise o kadar samimi bir mad max’e büründü gözlerimde. kalayım bari bir akşam daha diyip uçağı pazar öğlen 12’ye erteledim. 

st.pauli’de geçirecek daha çok saatim olduğun farkına varınca rahatladım. etrafı gözlemlemeye başladım. kafamın en güzel olduğunu sandığım anların birinde şunu yazdım sabah aldığım deftere. 

“bu insanların bu saatte bu kadar sarhoş olmaları için alkolü ve uyuşturucuyu parayla değil yürekle tüketmeleri gerekiyor - ki sanırım öyle - . yok olmanın var olmak anlamına geldiği, insanca değil komün olarak yaşamanın şart koşulduğu yer burası. insanlar değil de st.pauli nefes alıyor gibi. milyarlarca hücrenin nefes alıp verdiği bir kuru kafa burası. resmi ten renginin mor, kadınların sert, erkeklerin et olduğu yer. korkunun insanın rahatlattığı yer. cinsiyetsizliğin en güzel hali. kaybedenin olmadığı, kazananın ayıplandığı yer. vazgeçmenin yasaklandığı, sokakların kabe olduğu, kendin ve kendin gibilerden başka kimseye tapmanın gerek olmadığını yaşatan yer.”

güneş batarken ben doğuyor gibiydim cumartesi st.pauli’de. vitrinlerdeki kadınları izledim. insanların o kadınlarla bir orospuymuş gibi değil de mahalle arkadaşlarıymış gibi uzun uzun sohbet etmelerini izledim. herkesin birbiriyle sarmaş dolaş oluşuna tanıklık ettim. dünya düzeninin, görse tükürüp atacağı yerin nasıl da mutluluk dolu olduğunu anladım. herkesten tekrar nefret ettim. o an, hayatta salyangoz gibi kabuğuma çekildiğimi hissettim. kapıları kilitledim. dönsem mi acaba dedim. ilk uçağa bakmaya çalıştım. sarjım bitti. yine kendi kendime güldüm. 

arasını çok hatırlamıyorum. sonra sorarak öğrendim. her katında on civarı kişinin takıldığı dört katlı bir apartmanın terasında ayıldım. yanımda sabah gördüğüm o zenci çocuk vardı. arka arkaya sorular sordum ona. saat kaç, adın ne, burası neresi, nereye gidebilirim, daha var mı, kaç para. bazılarına cevap verdi, bazılarına vermedi diye hatırlıyorum. ya da verdi de ben anlamadım. ayıldığımı kendisi de kabul ettikten sonra beni insanlarla tanıştırdı. kurduğu cümlelerden anladığım tek kelime “polizei” idi o da yeterliydi zaten. cümlenin devamını ben tamamlıyordum. londra’ya göre istanbul’a bir saat daha yakın olduğum için mutluluğumu paylaşmak için elim telefona gitti. sonra hasssiktir lan dedim kendime dolu dolu. iç, zıbar işte. 

henrik scwarz’ın bir remix’ini shazam’lamışım. çok eğlendik o kulüpte. sonra diğerinde de, bir diğerinde de. Ronaldo, Bebeto, Maradona, Müller diye büyüyen yelpazenin yanına bir de Doctor Mabuse koydum o gece. Doctor Mabuse o gece hepimize olmasa bile bana insanın doğumuyla ölümünü hatırlattı. sabahın yedisinde saatler önce ayıldığım eve tekrar girdiğimde bir köşeye çekilip yazdıklarımın bir kısmında şunlar var:

“artık bütün klişeleri kabul ediyorum ama reddetmeye devam edeceğim. ırak’ın başkenti neresi diye sorarlarsa bana bir gün, gönül diye cevap vereceğim. başkentinin kendisine bu kadar ırak olduğu başka bir yer var mı. keşke bizim soyadımız da çaylayık değil de çaylayırak olsaymış. birbirine bu kadar ırak başka bir topluluk olamaz. mayısın kaçıncı pazarı bu ya da kaçıncı haftayı bitiriyoruz. ”

on gibi son sigarayı içtikten sonra trene bıraktı beni Deon, zenci çocuk. güzel sarıldık birbirimize. haftaya bochum maçına gelmem için rica etti. harbiden rica etti. doğru kelime o. tabi gideceğim. 

st.pauli: cehennemin cennete dönüştüğü deliler kampı.