27 Mart 2012 Salı
altaylı
siyah beyazmış onun dünyası
tek varlığıymış kutsal forması
kafası güzel
boynunda atkı
kim bu diye sorma o bir altaylı
silence vs sound
silence is dry, sound is wet. volume is the mass of sound. in silence you can hear people think, but only when their bodies stop making noises. but who cares what people think? the noises their bodies make are more interesting anyway.
listen to your body. talk to plants. ignore people. do not go to sleep.
listen to your body. talk to plants. ignore people. do not go to sleep.
talihina sky
Talihina Sky, Kings of Leon'un hikayesini anlatıyor. Followill kardeşlerin varoluş hikayesi. Dindar bir anne, dünya umrunda olmayan, herşeyi terkeden bir baba ve komün içerisinde yaşayan Followill'ler.
Uyuşturucu ve Pixies'i keşifleriyle düşünmeye başlayıp, Talihina'dan kaçmaya karar veriyorlar. Leon dedelerinin adı, kaçtıkları için kral oluyorlar. Kaçıyorlar ama bir o kadar da içine saplanıyorlar herşeyin.
Guardian'daki film hakkındaki makalede "They're down-home boys who are seemingly never home" diye bir cümle geçiyor. Belgeselin izlenmesi için yeterli bir sebep.
Caleb şöyle bitiriyor filmi:
"it was not a good living but got me where i am now.
now i'm living a lot better because i tried it"
hani çocuğunuza herşey vermek mi, yoksa yokluk içinde büyütmek mi diye muhabbet açılırsa kafalar güzelken. ayık olun.
Uyuşturucu ve Pixies'i keşifleriyle düşünmeye başlayıp, Talihina'dan kaçmaya karar veriyorlar. Leon dedelerinin adı, kaçtıkları için kral oluyorlar. Kaçıyorlar ama bir o kadar da içine saplanıyorlar herşeyin.
Guardian'daki film hakkındaki makalede "They're down-home boys who are seemingly never home" diye bir cümle geçiyor. Belgeselin izlenmesi için yeterli bir sebep.
Caleb şöyle bitiriyor filmi:
"it was not a good living but got me where i am now.
now i'm living a lot better because i tried it"
hani çocuğunuza herşey vermek mi, yoksa yokluk içinde büyütmek mi diye muhabbet açılırsa kafalar güzelken. ayık olun.
18 Mart 2012 Pazar
bizim benjamin ve benim pazar'ım
son on yıldır, istanbulda yaşamaya başladığım 2002'den beri en sevdiğim günler pazar. özellikle de son iki buçuk yıldır asmalıda yaşadığım kısmı.
cumartesi başlayıp pazar sabahının ilk saatlerinde betonden hallice bir kafanın yumuşak yatakta yoklama vermesiyle başladı hep o pazarlar. normal insanların kahvaltılarını bitirip, kahvelerini içtiği saatlerde ben yarı uyanık halimle alka-seltzer'i çakıp, uykunun en tatlı kısmına geçiş yaparım. samimiyetten yoksun bir reklam jingle'ının üstüne kendi yazdığım sözlerle hayata günaydın derdim her pazar "en tatlı pazarlar öğleden sonra başlar".
polar ropteşambır'ı sırtıma geçirip, kahvenin suyunu kettle'a doldurken, ibrahim ferrer ya da müadili ağırlıkta bir şarkıyı verirdim eve alttan altta. oldukça homoseksuel ve had saffada bencil bir güne başladığımın startını veren de sigarayı ateşlediğim an olurdu. sonra gerekirse dünya yansın, evden çıkmam. pazarları bizi aramazlar mesela. o telefonda arayan kişi kim olursa ismini gördükten sonra, "mute" tuşuna bacağımızı herkes bilir.
kendimi ilim, irfan, edebiyat, müzik ve çok az da sporla motive ettikten sonra havanın kararmasıyla birlikte akşam kendime çekeceğim ziyafet için hazırlıklara başlardım. kendime nasıl bir sofra hazırlayacaksam, yanında içeceğim içkiye daha hazırlık sırasında başlardım. belki de yemek yapmayı bu yüzden bu kadar çok seviyorum. öncesinde, esnasında ve sonrasında içki içtiğim için. gece yarısı olmadan da kafam kırılmaya başlayınca evin istediğim köşesinde mayışır, sonra ister kalkar yatağa gider, istersem de olduğum yerde omzumun üstünde bir tur atar uyumaya devam ederdim. pazar > haftanın diğer günleriydi o zamanlar.
ekimden beri evde benim benjamin button'la yaşıyoruz. pazar da anlamını yitirdi artık. yukarıda yazdıklarımın hiçbirini yapamıyorum. kar topu çığ oldu, benjamin hala çelik bilek. haftaiçi sabahları tam tekmil kahvaltılar, akşamına biralar, rakılar. sonrasında önüme açılan tavla seansları. ben ise özellikle sabahların da verdiği enerjiyle hep asık surat. zannedersinki her gün adam öldürmeye diye çıkıyorum evden. nasibini alıyor benjamin de. içim acıyor kimi zaman söylediklerime, biliyorum ileride çok koyacak. yaptıklarımın zaman zaman kırıcı olduğunu farkedince gönlünü almaya çalışıyorum. bir öyle bir böyleyiz özetle. ben hep bir öyle bir böyle oldum zaten.
bugün yine son bir hevesle aldım kızartmalıkları. evde köftelik kıyma da var biliyorum. "sigaran var mı" diye açılınca kapı derin bir iç çektim. ama içimden. var diyip paltonun cebinden çıkarttım. üstümdekilerden kurtulurken "ne yicez" geldi içeriden. ben hazırlayacağım birşeyler diye cevap vermekle yetindim. acıkmıştı benjamin ve açken benden daha aksi olabiliyor. benim aç halimden değil, normal halimden daha aksi.
hayatta neyin var deseler düşünerek sayacağım üç şeyden biri t-shirt'lerim olurdu. salata ve kızartmalık malzemeleri yıkamışım, girdiğimden beri saçmaladığının farkında olan benjamin muhabbet kurmaya çalışıyor. t-shirt'umun arkasındaki yazıyı okumaya çalışıyor.
-ne diyor burada. ne demek "this will be the death of me one of us will have to go"?
-bu benim ölümüm olacak o yüzden birimiz gitmeli.
eve girerken içime aldığım derin nefes diyaframı sıkıştırıyor aynısından bir tane daha aldığım için. cebimdeki son yirmi lirayı uzatıp, şununla bir rakı alsana benjamin diyorum. daha yemeği yaparken payıma düşen üç dubleyi indiriyorum mideye. mantı açtığımdan değil; pazarlarımı, kendimi özlediğimden.
cumartesi başlayıp pazar sabahının ilk saatlerinde betonden hallice bir kafanın yumuşak yatakta yoklama vermesiyle başladı hep o pazarlar. normal insanların kahvaltılarını bitirip, kahvelerini içtiği saatlerde ben yarı uyanık halimle alka-seltzer'i çakıp, uykunun en tatlı kısmına geçiş yaparım. samimiyetten yoksun bir reklam jingle'ının üstüne kendi yazdığım sözlerle hayata günaydın derdim her pazar "en tatlı pazarlar öğleden sonra başlar".
polar ropteşambır'ı sırtıma geçirip, kahvenin suyunu kettle'a doldurken, ibrahim ferrer ya da müadili ağırlıkta bir şarkıyı verirdim eve alttan altta. oldukça homoseksuel ve had saffada bencil bir güne başladığımın startını veren de sigarayı ateşlediğim an olurdu. sonra gerekirse dünya yansın, evden çıkmam. pazarları bizi aramazlar mesela. o telefonda arayan kişi kim olursa ismini gördükten sonra, "mute" tuşuna bacağımızı herkes bilir.
kendimi ilim, irfan, edebiyat, müzik ve çok az da sporla motive ettikten sonra havanın kararmasıyla birlikte akşam kendime çekeceğim ziyafet için hazırlıklara başlardım. kendime nasıl bir sofra hazırlayacaksam, yanında içeceğim içkiye daha hazırlık sırasında başlardım. belki de yemek yapmayı bu yüzden bu kadar çok seviyorum. öncesinde, esnasında ve sonrasında içki içtiğim için. gece yarısı olmadan da kafam kırılmaya başlayınca evin istediğim köşesinde mayışır, sonra ister kalkar yatağa gider, istersem de olduğum yerde omzumun üstünde bir tur atar uyumaya devam ederdim. pazar > haftanın diğer günleriydi o zamanlar.
ekimden beri evde benim benjamin button'la yaşıyoruz. pazar da anlamını yitirdi artık. yukarıda yazdıklarımın hiçbirini yapamıyorum. kar topu çığ oldu, benjamin hala çelik bilek. haftaiçi sabahları tam tekmil kahvaltılar, akşamına biralar, rakılar. sonrasında önüme açılan tavla seansları. ben ise özellikle sabahların da verdiği enerjiyle hep asık surat. zannedersinki her gün adam öldürmeye diye çıkıyorum evden. nasibini alıyor benjamin de. içim acıyor kimi zaman söylediklerime, biliyorum ileride çok koyacak. yaptıklarımın zaman zaman kırıcı olduğunu farkedince gönlünü almaya çalışıyorum. bir öyle bir böyleyiz özetle. ben hep bir öyle bir böyle oldum zaten.
bugün yine son bir hevesle aldım kızartmalıkları. evde köftelik kıyma da var biliyorum. "sigaran var mı" diye açılınca kapı derin bir iç çektim. ama içimden. var diyip paltonun cebinden çıkarttım. üstümdekilerden kurtulurken "ne yicez" geldi içeriden. ben hazırlayacağım birşeyler diye cevap vermekle yetindim. acıkmıştı benjamin ve açken benden daha aksi olabiliyor. benim aç halimden değil, normal halimden daha aksi.
hayatta neyin var deseler düşünerek sayacağım üç şeyden biri t-shirt'lerim olurdu. salata ve kızartmalık malzemeleri yıkamışım, girdiğimden beri saçmaladığının farkında olan benjamin muhabbet kurmaya çalışıyor. t-shirt'umun arkasındaki yazıyı okumaya çalışıyor.
-ne diyor burada. ne demek "this will be the death of me one of us will have to go"?
-bu benim ölümüm olacak o yüzden birimiz gitmeli.
eve girerken içime aldığım derin nefes diyaframı sıkıştırıyor aynısından bir tane daha aldığım için. cebimdeki son yirmi lirayı uzatıp, şununla bir rakı alsana benjamin diyorum. daha yemeği yaparken payıma düşen üç dubleyi indiriyorum mideye. mantı açtığımdan değil; pazarlarımı, kendimi özlediğimden.
5 Mart 2012 Pazartesi
dövme'den gelenler
yola kalabalık çıkmıştık. sonra yol çok uzayınca kimilerimiz telef oldu. belki de onlar yolu bitirdiler de biz kafası kesilip hayatına en uzun süre devam edecek şanslı tavuk olmak için yola devam ediyorduk. ay farkıyla en büyük benim üçümüz arasında.
geçen sene tanrının doğum gününde aynı yerdeydik. seneler önce aynı gün frusciante doğmuştu, seneler sonra aynı gün ben ikinci kez, medreruno da ilk kez ölüyordu. dövme yaptırmak, ölmek demektir. çünkü o koltuktan kalkınca yeniden doğduğuma inanırım. ölmekten de hiç korkmam.
ele başı olarak en büyük intihar planımızı en ince detaylarına kadar düşünmüştüm. herkesin sırası belliydi. herkes kaçıncı dövmesini yaptırıyorsa o sırada dövdürmeliydik birbirimizi. kemalito'yu izlerken 2008'in agustos'una gittim. koluma hiç'i kazıdığım, sonrasında istiklali kat edekederken boğazımdan giren o ılık yaz rüzgarının parmak uçlarıma doluşunu hatırladım. kuşlar böyle nefes alırlar, aldıkları hava bütün vücutlarında dolaşır. en hafif kuştan hafiftim. kemalito koltuktan kalktı ağır ağır. aynada kendisine baktı. ben oturuyordum. o an zaman durdu. elini başımın üstüne doğru vurur gibi yaptı. genelde geceleri çok ağır içimizi döktüğümüzde, çıkmaza girmişken yarın sabah olacak der gibi yaptığı şekilde yaptı bunu. kafamdan öptü iki kere. çok mutluydu. bütün mutluluğunu hissettim. bazen ölmek gerekiyor mutlu olmak için.
hayatta herkesin kendisini ifade ettiği rasyonel ya da irrasyonel oluşumlar var. tam yirmi yıldır tanıdığım medreruno'yu ifade edebilecek en doğru cümle "life changes, not you" olabilirdi. ama herşeyin bu kadar gerçek olması korkutucu. bunu yaptırıcam dediğinde beş dakikalık hızlandırılmış bir kayıtla yirmi seneyi geriye sardım. herşey değişmişti, şehirler, kadınlar, aileler, okuduğumuz kitaplar, içtiğimiz sigaralar, evlerimiz, ben ama tek birşey değişmemişti. o. filmi sonuna kadar izledim ve yönetmene saygımdan yirmi yıllık cast'ın adlarının da kayarak geçişinin hakkını verdim. arada hatırlamadıklarım çoktu. sonra çaktırmadan dışarı çıkıp bir sigara yaktım. gözlerim doluyordu. arka arkaya iki ölüm görüyordum ve bundan dünyevi bir zevk alıyordum.
benimkisi aynı. A4 kağıdına döndü vücudum. hayata dair isyan ettiğim, peşinde koştuğum ne varsa vücuduma kazıyorum. ileride insanlar neler yaşadığımı merak ederlerse diye onlara Kutadgu Bilig gibi bir beden bırakacağım. herşey üzerimde yazılı. tüm dünyanın anlaması için de her dövmemi ayrı bir dilde yaptırıyorum. ben dünyayı anlayamadım, belki onlar beni anlar diye.
"me llaman calle" ingilizce mealiyle "they call me street", nazan öncel tabiriyle ben sokak kızıyım bana iyi davranmayın, bizon murat tabiriyle sokak hayattır. amiyane tabiriyle de sokak çocuğu.
sokakta açtım gözlerimi. sokak basketbolu oynayıp, sokakta şarap içmeye başladım. sokak arasında kavga edip, sokakta yattım. sokakta kaybettim sevdiklerimi. sokağın tam ortasında. sokağa çıkmaktan hiç vazgeçmedim. yurtdışına gittiğimde müzeleri değil, sokakları gezdim.
hani bazı yazıları okurken dalıp gidersiniz "bak aynı başına gelmiş adamın benim başıma gelen, o da üzülmüş benim gibi. benimki daha acıklı değil onunkinden, fiyakalı değil onun acısı benimkinden, sade güzel olan kelimeler" diye düşünürsünüz. işte me llaman calle'nin sözlerinde de aynı kekremsi, sigarayı yaktıran tat var.
ben de öldükten sonra üç çift göz, üçgen şeklinde birbimize baktık. camlarla çevrili oda bir anda buz kesti. her gözün kör noktasının altında yatan büyük haykırışlar vardı vücutlara kazınan ve onların ne olduğunu bilen karşılaştıkları diğer gözlerdeki sarı lekelerdi. lekeli, kafası kesilmiş, körlerdik, değneksiz yolunu bulmaya çalışan. rekora koşarken.
beyler fotoda ibnelik var.
geçen sene tanrının doğum gününde aynı yerdeydik. seneler önce aynı gün frusciante doğmuştu, seneler sonra aynı gün ben ikinci kez, medreruno da ilk kez ölüyordu. dövme yaptırmak, ölmek demektir. çünkü o koltuktan kalkınca yeniden doğduğuma inanırım. ölmekten de hiç korkmam.
ele başı olarak en büyük intihar planımızı en ince detaylarına kadar düşünmüştüm. herkesin sırası belliydi. herkes kaçıncı dövmesini yaptırıyorsa o sırada dövdürmeliydik birbirimizi. kemalito'yu izlerken 2008'in agustos'una gittim. koluma hiç'i kazıdığım, sonrasında istiklali kat edekederken boğazımdan giren o ılık yaz rüzgarının parmak uçlarıma doluşunu hatırladım. kuşlar böyle nefes alırlar, aldıkları hava bütün vücutlarında dolaşır. en hafif kuştan hafiftim. kemalito koltuktan kalktı ağır ağır. aynada kendisine baktı. ben oturuyordum. o an zaman durdu. elini başımın üstüne doğru vurur gibi yaptı. genelde geceleri çok ağır içimizi döktüğümüzde, çıkmaza girmişken yarın sabah olacak der gibi yaptığı şekilde yaptı bunu. kafamdan öptü iki kere. çok mutluydu. bütün mutluluğunu hissettim. bazen ölmek gerekiyor mutlu olmak için.
hayatta herkesin kendisini ifade ettiği rasyonel ya da irrasyonel oluşumlar var. tam yirmi yıldır tanıdığım medreruno'yu ifade edebilecek en doğru cümle "life changes, not you" olabilirdi. ama herşeyin bu kadar gerçek olması korkutucu. bunu yaptırıcam dediğinde beş dakikalık hızlandırılmış bir kayıtla yirmi seneyi geriye sardım. herşey değişmişti, şehirler, kadınlar, aileler, okuduğumuz kitaplar, içtiğimiz sigaralar, evlerimiz, ben ama tek birşey değişmemişti. o. filmi sonuna kadar izledim ve yönetmene saygımdan yirmi yıllık cast'ın adlarının da kayarak geçişinin hakkını verdim. arada hatırlamadıklarım çoktu. sonra çaktırmadan dışarı çıkıp bir sigara yaktım. gözlerim doluyordu. arka arkaya iki ölüm görüyordum ve bundan dünyevi bir zevk alıyordum.
benimkisi aynı. A4 kağıdına döndü vücudum. hayata dair isyan ettiğim, peşinde koştuğum ne varsa vücuduma kazıyorum. ileride insanlar neler yaşadığımı merak ederlerse diye onlara Kutadgu Bilig gibi bir beden bırakacağım. herşey üzerimde yazılı. tüm dünyanın anlaması için de her dövmemi ayrı bir dilde yaptırıyorum. ben dünyayı anlayamadım, belki onlar beni anlar diye.
"me llaman calle" ingilizce mealiyle "they call me street", nazan öncel tabiriyle ben sokak kızıyım bana iyi davranmayın, bizon murat tabiriyle sokak hayattır. amiyane tabiriyle de sokak çocuğu.
sokakta açtım gözlerimi. sokak basketbolu oynayıp, sokakta şarap içmeye başladım. sokak arasında kavga edip, sokakta yattım. sokakta kaybettim sevdiklerimi. sokağın tam ortasında. sokağa çıkmaktan hiç vazgeçmedim. yurtdışına gittiğimde müzeleri değil, sokakları gezdim.
hani bazı yazıları okurken dalıp gidersiniz "bak aynı başına gelmiş adamın benim başıma gelen, o da üzülmüş benim gibi. benimki daha acıklı değil onunkinden, fiyakalı değil onun acısı benimkinden, sade güzel olan kelimeler" diye düşünürsünüz. işte me llaman calle'nin sözlerinde de aynı kekremsi, sigarayı yaktıran tat var.
ben de öldükten sonra üç çift göz, üçgen şeklinde birbimize baktık. camlarla çevrili oda bir anda buz kesti. her gözün kör noktasının altında yatan büyük haykırışlar vardı vücutlara kazınan ve onların ne olduğunu bilen karşılaştıkları diğer gözlerdeki sarı lekelerdi. lekeli, kafası kesilmiş, körlerdik, değneksiz yolunu bulmaya çalışan. rekora koşarken.
beyler fotoda ibnelik var.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)