30 Aralık 2010 Perşembe

checklist

2010



2010 sözüm sana: Ananı da al git, diğerleri gibi!

muhabbet bağı

sen nereden bileceksinki serzenişinin açık yüreklilikle yapılabilecegi bir geceydi. hep derim, aradan yıllar geçse de aynı sıcaklığı koruyabildigim insanlar önemlidir. gerçekten dosttur. ne konuşacağız diye düşünmeyiz içimizden. muhabbet nba diye başlar, yerel basketbola döner, aileyle devam eder, liseyle tavan yapar, parasızlıkla dibe vurur. tam da bizim hayatlarımız gibi. zigzag dolu bir grafik, ne zaman zirveye ulaşacağı ne zaman sıfırın altına inecegi belli olmayan bir ruh hali ve onun alemi.

kimi zaman atılgan, kimi zaman titrek. kimse bilmiyor nereden gelip, nereye gittiğimizi. bir tek "biz biliyoruz" da demiyoruz. yoruma açık bir pozisyon bu. dokuz kusurlu hareketin tamamı aynı karede. dokuz canımız olduğu için birbirini nötrlüyor herşey. yok oluyoruz. aslında hiç oluyor hepsi. hayat matematiktir.


hakkı sende kalsın
sessizim, bu ses senin
öldürdün beni sezar
yaşatmadın, nefes almadım

27 Aralık 2010 Pazartesi

nothing (sweet about me)


2011'e girerken;
faith in Nothing,
hope for Nothing,
work at Nothing,
for Nothing.

athena




Bu da olmasa önümüzdeki bir aya dair beni heyecanlandıran başka birşey yok. Akustik olduğuna göre hazırla beni de çalar. Bu konserde yalan ve an da ayrı olur.

athena @Babylon 14.01

ekmek'siz

Kendisi, şahsına münhasır kelimesinin sözcük anlamı olabilir. Altında yatan hikayeleri anlatmaya baslasam saatlerce yazmam gerekir. Ama bu hikaye herseye noktayı koyuyor.

Üniversite yıllarında çoğu istanbul göçmenine istanbul 101 dersleri veren Mecidiyeköy'de altı sene geçirdi koca adam. Derslerle arası çok iyi olmadığından ve nevi şahsına münhasırlığından kimi zaman siparişleriyle bakkalları şaşırttı, kimi zaman zincirlikuyu mezarlığına bakan evinde çaldığı şarkılarla huzur içinde yatan ölüleri diriltti, kimi zaman da profilo tansaş'ın pale kasiyerlerine şaşırtan fiş dökümleriyle karşılaşmalarını sağladı.

Ama hiçbirisi o meşhur cumartesi gecesinde hizmet için degil, zorunluluktan 24 saat açık olan burger turk denen o çakma, iğrenç, ne idüğü belirsiz restoranda çalışan garsonlara verdigi demeç kadar şaşırtıcı degildi. Merkezüssü Mecidiyeköy olan sarsıntı Gülbağ, Şişli ve Esentepe'den de hissedildi.

- "Cheeseburger istiyorum ama ekmeksiz"

Alkolün de etkisiyle siparişin son hecesiyle birlikte şaşkınlığımızın yerini kahkahalar aldı. Sakinleşip de neden diye sorduğumuzda kendinden emin ve haklılığını asla sorgulamayacağımız şekilde:
- "Ne var amk, hem ekmeği bayat hem de o kadar aç değilim. Ekmekle karnımı doyurmak istemiyorum" dedi.
Bu açıklama her ne kadar dışarıdan bakıldığında mantıklı olsa da o an hiç birşey elimizdeki kozu eritemezdi. Sonuçta bu adam küçüğüm'ü dinlerken kırmızı tuborg'un içerisine kolonya dökmeyi de denemiş bir lezzet gurusu.

Sene 2010.
Tünel'deki Dükkan burger denen para tuzağına kaptırmışım kendimi. Her zamankinden yemeyip, menüyü inceleyeyim diyorum. Yeşil burger diye bir deli saçması takılıyor gözüme. İçindekileri okuyorum. Yıkılıyorum. Hem gülmekten hem de yıllar karşısında yenilişimden.

Adam haklı beyler !!!

Muamhuamhauma
Büyüksün Medreruno.


15 Aralık 2010 Çarşamba

Ölümsüz'dü Fantom

Servisteyim. Saat 6’ya yaklaşıyor.
Günlerdir içinde olduğum ruhsal travmadan bahsetmeyecegim. Zaten boyle birşey için serviste bilgisayarı da açmam. Derdim başka...
Normal kafa yapımdayken herşeyi sorgulayan, gerçekliğin ardındaki mutsuzluğa kanat çırpan beynim bu aralar anormal bir kafa yapısında olmasından ötürü daha beter sorguluyor. Sene sonu envanter hesabı yapıyorum. kayıp>kazanç.

Mesaj, servis hareket edip de inceden hızlanmaya başladığında geldi. Aziz Peder yazıyordu. Sabah mesaj atmıştı, sitem dolu. Sinirlenmiştim. Normal frekansta konuşmalarımızın üç günde bir oldugunu düşünürsek, elli sekiz yaşında bir adamdan aynı gün içerisinde ikinci kez mesaj almak beni şaşırtmıştı. Oglenki konuşmamıza istinaden duygusallaştı herhalde dedim. Mesajı açtım. “Fantomu kaybettik başımız saolsun”.

Fantom’u kaybetmek.
Ölümsüz Fantom. Babamın en yakın arkadaşı; “Bu pezevenklerin hepsi yalan, bir tek o gerçek.” dediği adam. Çocukluktaki arkadaşı, gençliğinde damarında zaptedemediği kanı, tribündeki yegane duvarı, olgun olunmaya çalışılan dönemlerdeki sırdaşı. Yaşlılıkta geriye dönüp, geçmişi ince de olsa bir tebessümle anabildigi tek dostu. Kimi zaman herşeyi. Alsancak çukurunda ayakta kalmayı başarabilmiş yegane insan. Hayatı her daim yaşamayı bilmiş, hala şahsına münhasır o gür kahkahasını eksik etmeyen, hayattan çalmayı kendine iş edinmiş modern zaman Robin Hood’u. Yaşamı boyunca şeytana sadece pabucunu ters giydirmemiş, şeytana kendisinin tanrı olduğuna inandırmış adam. Fantom lakabını ölümsüzlüğünden ötürü hak eden ve dolayısıyla sevmeyeni, düşmanı da çok olan adam.

Benim için yeri apayrıdır. İlk sigarayı beraber içmiştik. “Bunlar cankuş olmuş lan” demişti hakkı abi’ye, babamla beni gösterip. “Altay yırtar, Genç Altay parçalar”ı dillere pelesenk eden adam. Arada sırada canım sıkıldığında arayıp hatrını sorup, beş dakikadan ibaret konuşmamızda keyfimi yerine getirirken, her daim dogru mesajı verebilen adam. 4 Şubat 2009’da Altay logolu pastamın fotografını çekip, MMS olarak sadece ona gönderebilecek kadar çok sevdigim adam. Babamın Fantom’u... Benim Pika’m, Peja’m...

Şimdi öldü o adam.
O korkulan “ölüm” kelimesi ancak bir insana bu kadar yakışabilir. Vefat etti ya da kaybettik kelimelerini kullanmak onun elli yedi boyunca hüküm sürdüğü bu topraklarda karşılaştığı her canlıya ihanet demektir. Fantom’a yakışmaz. O gözlerin içerisindeki yaşama hırsına tanıklık etseydiniz bunu anlardınız. Ölüm kelimesinin o soğuk, korku dolu, buğulu, gizli, insanı top böcegi gibi içine çeken havası, onun adının önüne ya da arkasına eklendiğinde aciz kalıyor. Fantom'un kudreti ölümün gerçekliğini de kaybettiriyor. Kaybettik ya da vefat etti gibi kelimeler az gelir. Yetmez. Sanki iki gün sonra geri gelecekmiş hissi yaratır çünkü bilirsinki o ölemez. Ama öyle değil. Gitti işte. Siktirdi gitti bu dünyadan. İki kez yeniledigi damarları bile ayak uyduramadı ona. Onlar da yenik düştü, bu dünyada herkesin ona karşı yenik düştüğü gibi. Ölümsüz Fantom, kendi ölümünü de kendi çağırdı.

Şimdi ben hala servisteyim.
Daha köprüye bile ulaşamadık. Kulağımda kulaklık laptop’a gömülmüş bunları yazıyorum. Neresinden baksan serviste onbes kişiyiz. Bunların hepsi evlerine gidip, yemeklerini yiyip, dizilerini izleyip, yarın tekrar ofislerine gelecekler. Ben de öyle. Ve sorun da burada başlıyor zaten.

Ama sistemin karşısında durursan... dünyayı değiştiremesen de dünyanın seni değiştirmesine izin vermezsen, ölümsüzce yaşarsan... Bugün onbes kişilik bir toplulukta tek kişi seni düşünür ama kalbiyle hissederek düşünür. Bu servisteki onbes kişinin aynı anda sevebilecegi tipte de insan olunabilir. Sıradan, sessiz, etliye sütlüye karışmayan ama gün gelir hatırlamazlar bile adını. Bu serviste benim dışımda kalan ondört kişinin adını bilmedigim gibi.

Fiko, Oflu, Turgut, Fero gibi niceleri geldi geçti. Bende izler bıraktı. Aslında sadece bende değl hayatın kendisinde izler bıraktı bu insanlar. Süper kahraman değillerdi, dünyanın en iyi insanları ya da en başarılı insanları da değillerdi ama hepsi kendi yolundaydı. Kendi yolları vardı bu adamların. Bundan sonra Kaptan, Neco ve digerleri de gidecek. Onlar da kendi yollarında, kendi yordamlarınca gececekler bu gösteriden.

Ne olursa olsun geride hep birileri kalacak. Ben gitsem de geride birileri kalacak. Kalan sağlar bizim olsa da, o yerler asla dolmayacak ve aynı yollardan kimse geçemeyecek. Kalbe giden o apayrı yollardan.



Soldan Sağa: Fantom, Pepe Hakkı, Kaptan, Hiç..