bir.
balkanlarda hatrı sayılır bir süre geçirdikten sonra londra’ya dönüyorum. yalnızım. aşırı yorgun olduğum için erkenden yatıyorum. biyolojik saatim artık değiştiği için de erken kalkıyorum. pencereye bitişik masaya oturup bilgisayarı açıyorum kafamdakileri, kalbimdekileri dökmek için. türkçeyi özledim. son on günde sadece bir kişiyle yarım saatliğine türkçe konuştum. ana dilimi ingilizce olan bir hayattayım. Londra’nın son yaz günleri. zaten az var. kafamı kaldırıyorum gökyüzüne dalıyorum. mavi gökyüzünü nedenini hiç bilmediğimiz ama uçaklardan ötürü olduğunu tahmin ettiğimiz beyaz şeritler kesiyor en geometrik halleriyle. bir noktadan o kadar sayıda doğru geçerken, iki noktadan bir doğru geçmesi bile insan yerine geometriye aşık olmak için yeterli bir sebep.
iki.
balkanlarda iki ülkede üçer hafta geçirdim son iki ayda iş için. atina ve yunanistan hayatı boyunca bir bilinmezlik içerisinde olduğu için ve şu an içerisinde oldukları türbülans uzun süredir geçmek bilmediğinden, insanlardan ne istiyorsun sorusuna karşılık aldığın tek cevap umut. geleceği huzurlu yaşabilmek adına aranan bir sabit ve güzelliklerin yarın olamayacağına dair bir farkındalık. bükreş ve romanya da komünist dönemden tamamen kurtulamadığı için insanlarda basitliğin getirdiği mükemmellik ve bir o kadar da gösterişsizlik var. böyle insanlarla o hatırın sayılabildiği kadar vakit geçirdiğinde kendini de iyi dövebiliyorsun. 27 temmuzda atina’da uzomdan kaçıncısını aldığım yudumu hatırlamazken şunu yazdım: “Bu topraklardan dönerken kendime dair aradığım gerçekliği biraz daha şekillendireceğime eminim.”. doğrudur.
üç.
allahın hakkı da olsa tekrarların ilk başlangıcı olduğundan insanı uzaklaştırır. üçüncüsü hatadır. pi’yi de üç almışsan zamanında, insanların tartıya çıkmak istemelerinin sebebini hiç çözememişsindir. ben tartıdan ziyade kantara çıkmayı tercih ediyorum. kantarda kaldıraç etkisi de var. sanırım artık biraz kaldırılmak istiyorum. kandırılmak değil. bu yaşlarda mı böyle oluyor, yoksa dışarıda yeni bir hayat kurmaya çalışırken mi böyle oluyor, yoksa yalnızlıktan mı oluyor diye üç ayrı sorum var. kantarın topuzu kayar gibi oluyor ama kantar bıçağı devreye giriyor.
dört.
cuma gecesi filmin editleri bitip de ajanstan çıktığımızda saat cumartesi sabahının dördünü gösteriyordu. kırklarında iki israilli ile birlikte içimize sineni yapmanın verdiği saf mutlulukla otele doğru yürümeye başladık. üçümüz de çok mutlu olduğumuz için video hakkında konuşmaya başladık. konuştukça da mutlu oluyorduk. bir an durdum. ulan yoksa kurumsal kölelik haline geri dönüp bu aşırı çalışmalardan kendine mutluluk çıkartıp bu işi çekilebilir mi kılmaya çalışıyorsun orospu çocuğu diye sordum kendime. içimde bir yerlerde birlikte, sıfırdan güzel bir şey yaratmanın da verdiği huzur vardı. bütün bu kafayı kırklarındaki iki israilliye anlattığımda önce sok oldular. sonra aralarından beni çok iyi tanıyanı “sen zaten zevk almasan bu işi yapmazsın ve bir noktada gideceğinin biz de farkındayız. sana kurumsal dünyada önereceklerimiz olacaktır ama sen gidene kadar da senden en iyisini almaya çalışıyoruz biz de. bunun zamanla bir alakası yok” dedi. o son cümle bir ömre bedel.
beş.
arkama dönüp duvardaki aylaklar filminin son karesinden olan iskelenin fotografına bakıyorum. o iskelenin ucunda kaç kişiydik biz? şimdi kaç kişiyiz? hangi iskele bu iskele?
altı.
bütün ofis altı kişiydi Yunanistan’da. aralarından üçü 19 yıldır beraber çalışıyormuş. beraber yemeğe çıktığımız gecelerden birinde Acropolis’e karşı duble cin toniklerimizi yudumlarken Konstantinos şöyle dedi: “günün birinde üçümüzden birinin planlamada kalıp diğer ikisinin hem planlama hem strateji yapması gerekiyordu, hem ikisini bildiğimden hem de bir hayatım olduğundan planlamayı tercih ettim. ve bundan çok mutluyum”. altı kişinin altısı da birbirinin bütün köşelerini biliyor ve bir bütün olduklarında sunum günü efsane bir performans sergilediler.
yedi.
ben adamı tanıdığımda yedi yaşındaydık. şimdi 32. aradan geçen 25 yılda hayatımdaki yegane sabitimdi. iki yıldır değil. bu da çok normal çünkü ben hayatımı değiştirdim. o da hayatını değiştirecek umarım da tekrar sabitleşeceğiz.
sekiz.
sekiz ay bekledim sen Londra’ya geri döneceksin diye. içimde kalbim ve kendi sesiyle, yukarıda da varsa eğer Allah şahittir nasıl beklediğimi. 256 ay bekledim hayatımın mutlak mutluluğu için. kalbim ve hala yukarıdaysa eğer Allah şahittir. iki yüzlülüğü ellerimle altıma almaya çalıştım. kimi zaman beceremiyorum. bazı şeyleri tek başıma beceremiyorum ve bunları becermek için bir yardıma ihtiyacım varken; o yardımın, içinde olduğum sıkıntının farkına varıp bana el uzatmasını istiyorum. bu istekte çok samimiyim. benim kırılma noktam da bu sanırım. ellerini de çok özledim.
dokuz.
yeşil kırmızılı tesbihin tek kalan boncuğu dokuzuncusu. toplamda 17 boncuk var. dokuzuncuyu daha yavaş çektim. gözlerimi üstüne dikip düşündüm. el yapımı tesbihin bütün kıvrımlarını biliyorum. o elin nerelerde titrediğini biliyorum. kalp atışlarının richter ölçeğini çıkartıyorum. göçük altından çıkmak zordur. hep o bilmem kaç saat sonra çıkacak mucizeyi beklersin.
on.
lise başlarken dört yıllık ısrarlarımıza dayanamayan okul yönetimi basketbol takımını kurmaya karar verdi. güya antrenman yapacak salonu biz bulacaktık. uzmanlığını voleybol olan beden hocasını basketbol hocalığına ikna ederken de “hocam biz seni seviyoruz, sen başımızda dur yeter” dedikten sonra adnan hoca’nın bizi bırakması üç antrenman sürdü. çoğumuz evlerinde problem yaşayan, kanı kaynayan, karşıyaka’da oturan, büyümeye başlamış, salakça da olsa soru sormaya başlamış gençlerdik. her antrenmanda en az üç kavga çıkıyordu. tabi ikisi benim yüzündendi. koç olarak profesyonel birinin atanması iki hafta sürdü. Yeni atanan koçun cankuşunun çalıştırdığı fatih koleji’nin salonu vardı. Bizim salon eksiğimiz olduğundan, onlar da bizden daha iddialı olduğundan hazırlık maçı yapacak takıma ihtiyaçları vardı. Her hafta çarşamba ya da perşembe günleri fatih koleji’ine gidip maç yapmaya başladık. Her maç en az otuz dakika karşılıklı oynadığım bir adam vardı karşımda. birkaç kez karşıyaka’da görmüştüm. pisliğe pislikle karşılık vermekten çekinmiyor ama sınırı kendi de aştığında özür dilemeyi biliyor, çok zeki asist yapıyor, sağa sola bağırıyor, boş bıraktığında üçlüğü yapıştırıyordu. babımızda birkaç ay kadar çok iyi anlaşacağımız konuşulduktan birkaç ay, birbirimizi son gördüğümüzden yirmi sene sonra aynı rakı masasına oturduk. aralık ayında buluştuğumuzda cebinden ilk yeşil kırmızı tesbihi çıkartıp bana verirken “birader, gurbette mahallenden bir şey görmek iyi gelir” dedi. on numara adam.
onbir.
o gün sahada devrim - melih, ömür, turgay, suat - kaan, kaya, niko, altan - metin, ibrahim onbiri ve 4-4-2 dizilişiyle sahadayken tabela 2-3’ü gösteriyordu. maçı kenardan izlemek ne kadar zorsa ibrahim’i tek forvette bırakmak tercihine inanmak da o kadar zordu. savunma hattına güvensen de her deplasmana çift forvetle çıkmak çok akıl karı değil. ama bizim hoca göze hoş gelen futbolu tercih ettiğinden, inandığından ödün vermiyordu. ibrahim’in bitiriciliğine güvenip onu ileride tek bırakıp, orta sahayı güçlendirdi. uzatmalara götürdük maçı. penaltılara kalmaması lazım. devamı kitapta.
oniki.
tam oniki gün sonra eve döndüm. uçak havalanmadan uyuyakaldığımdan, servisi yapan hostes içecek olarak ne istersiniz diye uyandırdığında gözlerim kapalı sauvignon blanc dedim. sonra da uyuyamadım. iniş saatine kadar dakikaları onarlık dilimler halinde geri saydım. amsterdam üstünden geçerken adaya en yakın olan kara parçasını da geçtiğimizi hissederken içim rahatladı. eve geliyordum. Londra’ya dönüyordum. kısa süreliğine de olsa kendimi evde hissedecektim. tesco’nun önünde inip 12 tane guinness aldım. yarısını bitirdim. evdeyim.
onüç.
gitme hikayem onaylandıktan sonra beni iş görüşmelerine başlatıp da Londra’ya indiğim gün içimde ne olduğunu anlamaya çalışıp fitili ateşleyen Casten, 13 yaşındaymış Ceausescu’yu balkonda helikopter alırlarken. Ailenin tek çocuğu. o gün gitmeye karar veriyor. Memleketindeki konkura global ekibin başındaki insan sıfatıyla geldiğinde evinde değil otelde kalıyor. ayda bir kez dışarıya yemeğe giden ailesini yemeğe çıkartıp, sonrasında onları eve bırakıp, oteline dönüyor ve bizi dışarıya çıkartıyor. mutlu ve buruk bize dahil olduğu dört gün boyunca. huzurlu musun diyorum baş başa kaldığımıza. "dört hafta var bebeğimi kucağıma almaya, huzurlu olmasam onun doğmasına yardımcı olur muydum ogan” diyor, tonlamayı sonra bırakarak.
ondört.
otelden ofise her sabah ve akşam yürüdük. tek yöne 14 dakika sürüyor. her sabah kahvaltıda buluşup, iş harici kafamızdakileri ve içimizdekileri masaya döktükten sonra yürüyerek ofise gidiyoruz. akşam da ofisten çıkıp yemeğe pturmadan önce sırtımızdakileri odaya bırakmaya giderken gün sonu alıp yemeğe boş kafa oturmaya hazırlanıyoruz. ben hem gidişte hem de dönüşte kulağıma kulaklığı taktığımdan herkes de anlıyor kendime ayırmak istediğim vaktin kıymetini. bir kişi bile bölmedi on gün boyunca. konkur sabahı herkes sunuma girmiş ve ben otele doğru dönerken yine kulaklıklar kulağımdaydı. çamlık sokağı andıran o yolu yürürken, geleneksel suburban war çalıyordu. iki damla aktı doğal olarak.
onbeş.
pazar sabahı ofise gitmeden önce çiçekçinin önünde durduruyorum ekibi. atmışlarında bir teyze canından bezmiş dükkanda duruyor. tezgahın önünde ayçiçekleri var. sadakattir diye düşünüyor içim ama bir yandan da pazar gündüzü ofise getirttiğimiz lokal ekibi mutlu etmek istiyorum. farklı bir şey görsünler istiyorum.
- 15 sunflowers please.
- why 15?
- there are only 15 sunflowers here.
onaltı.
bitiyor az kaldı. bitmesi mi, az olması mı yoksa kalması mı iyi. bilemiyorum.
onyedi.
elimden düşürmediğim yeşil kırmızı tesbihin onyedi tane boncuğu oldugunu anladığımda iki gün geçmişti. on numara kardeşimin, aralık ayında verdiği ilk tesbihi, armağan londra’ya geldiği zaman kaybettiğimi söyleyebilmeyi kendime yediremediğim ama ona bunu söylememeyi içimde daha fazla tutamadığım o anda cebinden başka bir yeşil kırmızı tesbih çıkardı ve bana verdi. birader bunun hikayesi bu dedi. ben de ona anlattım. bukres’e indiğimde çoktan elime alışmıştı tesbih. on gün boyunca durmadan çektim. boncuk boncuk. excel’de pivot alırken bileğime kayan tesbih, sunum yaparken diğer elime geçiyordu. yatarken avucumda sıkı sıkı sardığım tesbihi duşa girerken yanımdan ayırdığımda kendimi yalnız hissediyordum. eve geldim baş köşeye astım. yeşil, kırmızı tesbih günler boyunca derdimi dinlemişti. derdini başka yollarla anlatan bir insanın elinden çıkan o tesbih “hadi koçum” demişti bana. en güzel köşeye layıktı bunun için. bir şekilde bütün bu ızdırabı çekilebilir hale çevirebilen bir tesbihti ve araç olarak en güzeli görevi layığıyla yerine getirmişti. amacın ise bu hayatta birlikte mutlu olabilmek olduğunu 17 ayrı boncukta anlatıyordu. o da bunun tercihiydi.