On günlük yunanistan tatiline dair yazılacak çok duygu var. Ben sadece bir gecenin bir kısmını dile getirmeyi uygun gördüm.
Kefalonya’daki ikinci gecemizde deniz kenarında bir balıkçıya gittik, Kalafatis Restoran. Deniz kenarında tanımını biraz açmak gerekirse bir metreden az bir mesafeyle denize ve denizin yeşilinin berrraklığına hayran hayran bakıp, alttan aydınlatma sayesinde kendi stencilimi görebilecek durumdaydım. Olağanüstü bir durum değil ama güzel.
Masada bana eda, göçmen ve merlin eşlik ediyordu. Çok açtık ve devasa yunan porsiyonlarını artık öğrenmemize rağmen türlü türlü deniz mahsülü ve ana yemek söyledik. Merlin, biz sipariş verirken balıkların sergilendiği dolaba bakmaya içeriye gitti. Döndüğünde, o kararsız kararsız dolaba bakarken şefin hayırdır dediğini ve merlin’in “12’den sonra benim doğum günüm, arkadaşlarımla onun için yemeğe geldik, güzel bir şeyler yemek istiyorum” diye cevap verdikten sonra şefin bir şey söylemeden merlin’i masaya yolladığını anlattı. Çok umursamadık, şefe güvenilmesi gerektiğini biliyordum ama dile getirme ihtiyacı bile hissetmedim o an.
Masaya gelen yemekler hakkında yorum yapmayacağım. Yemekle aramda seviyeli bir ilişki söz konusu. Yemek, benim ona muhtaç olduğumu biliyor ve ona yanaşmamı bekliyor ama ben pek pas vermiyorum. Bu hayatta muhtaç olunacak bir şey bile yok bence.
Restoranın masaları deniz kıyısında ve yaklaşık otuz masadan ibaret. Yunanistanda lokantacılar odası tüm yunanistan gibi rahat çalıştığından olsa gerek mutfak tarafı ise yolun diğer tarafında. Masalar ve sandalyeler mavi boyalı ahşap, üzerleri mavi beyaz kareli masa örtüleriyle donatışmış ve onun da üstü üzerinde kefalonya haritası olan, müşteri kalktığında hemen toparlanabilecek beyaz bir yağlı kağıtla örtülmüştü.
Kasada seksen yaşlarında, oturduğu sandalyesinden bütün restoranı görebilecek yükseklikte olan, bedeni uzodan yeterince şişmiş, sesi sigaradan yeterince kısılmış her yerinden yunanistan akan bir amcam oturuyordu.
Restoranın operasyonunu götüren, masaların arasında dolaşan, tüm komilerin gözünün içine baktığı ve ses çıkartmadan hepsine hakim olan, adını sonradan öğreneceğimiz Spiros reisti. 49 yaşındaki Spiros reis, bir yetmişbeş boylarında, bir kolu diğerinden kısa, vurduğunda ses getireceği belli olan bir yunan yarı tanrısı. Sanki hayatı boyunca gördüklerine dayanamamış da gözlerini sadece hayatını devam ettirebilecek kadar açarak yaşamına devam eden bir insan edasında bakıyor dünyaya. O kısık gözleri arasından bütün çalışanları görebilen ve masaya bir tabak gittiğinde o tabağın masadan kime ait olduğunu bile konuşmadan anlatabilen bir insan. Deri bel çantasının üstünden sarkan göbeğini taşımaktan yılmış haliyle kimi zaman masalar arasında dolanıyor kimi zaman da kasadaki seksen yaşındaki amcanın yanına oturuyordu göbeğini ve gözlerini taşımaktan yorulduğunda.
Ben uzomu yudumlayıp, tüm bunları izlerken masaya şef geldi. Merlin’e orfoza benzeyen bir balık gelmişti ve masadaki en lezzetli şeydi. Şef balığı nasıl bulduğunu sordu Merlin’e, her şey mükemmel cevabını aldı. Sonra saatine bakıp, o balık yaklaşık altı saat önce canlıydı dedi. Hikaye burada başlıyor aslında. Türkiye’de bu cümleyi herhangi bir ege kıyısında bile duyamazsınız çünkü samimiyet dünyanın en zor bulunan davranışıdır bu topraklarda. Yediğiniz balık ya çiftliktir ya da üç gün önce halden götüne pamuk tıkanarak restoranın yolunu bulmuştur.
Saat 12’yi çok az geçtiğinde şef elinde bir pastayla geldi kasaya doğru. Etrafına tüm çalışanları toplayıp, pastanın üstündeki maytapları yakmaya başladı. Ben her zamanki rahatlığımda “heralde aralarından birilerinin doğum günü ne şanslısın Merlo biz de nasipleniriz” diyip güldüm çünkü bu topraklar üzerinde nasiplenmek hayatın olmazsa olmazlarından bir tanesidir. Senin olmayanı arzulamak, almak için her şeyi yapmak nasiplenme yelpazesinin genişliğiyle alakalı. Pastaya bakarken bir ara Göçmen’e baktım, o da bana bakıyordu. Göçmen’in böyle bir sürpriz yapmayacak kadar gösterişten uzak bir insan olduğunu biliyordum. İkimizin de bu taraklarda bezi yoktu ve birbirimizi onaylamıştık. Eda’ya baktım. Bu şık organizasyonu, bizim asla yapmayacağımızı bilerek çaktırmadan akıl edebilecek incelikte olan tek insan da oydu. Ama o da Göçmen ile bana aynı boş gözlerle bakıyordu. Yaklaşık otuz saniye süren bir şaşkınlık anından sonra restorandaki bütün ışıklar kapandı, şef ve ekibi ellerinde tuttukları, maytapları yanan pastayla birlikte bizim masaya gelip “happy birhtday to youuu” diye tempo tutmaya başladılar. Bugüne dek dünyanın en samimiyetsiz bestesi olan “happy birthday to youuu” bestesini “kartal gooll gooll golll” şiddetinde söylemeye başladım bir anda. Gördüğüm insanlık tablosu kendimi kaybetmeme sebep olmuştu. Anlam veremedim. O maytaplar sönsün istemiyordum. Şef ve ekibi gitsin istemiyordum. Tezahürat bitsin istemiyordum. Hepimiz şaşkına dönmüştük. Seremoni bittikten sonra masada bir sessizlik oldu. “işte insanlık bu”, “ne ince insanlar”, “bizde olsa ohoooo”, “al işte amk yunan al işte, bu adamlar bu” diye sessiz yakarışlarımız inletiyordu masayı. Bizim en yapabildiğimiz ise gelen sekiz kişilik pastadan iki dilim alıp, kalanını personel ile paylaşmaktı. O kadar da ölmedi insanlığımız.
Duygu yüklü anlar esnasında ikinci yirmilik uzoyu da bitirmiştik biz Göçmen ile, daha içesimiz de vardı. Bir yirmilik uzo daha söylemek için garsonu çağırdım. Beş dakika sonra "uzo bitmiş" diye geldi gözlerinin içi parlayan ama uzo olmadığı için de utanarak bunu söyleyen yirmilerinin başındaki garson kız. Tipik bir türk refleksiyle “hiç mi yok” diye cevap verdim. Hiç yoktu. O an “uzo yok, ispirto vereyim olur mu” dese getir bir otuz beşlik diyecektim. Bu diyalogu gören Spiros reis, utangaç kıza gidip durumu sordu. Duyduğu cevabın üstüne arkasını dönüp gitti, restoranın dışında bekleyen yunan mobiletine binip karanlığa karıştı. Göçmen ile birbirimize bakıp “o kadar da değil lan” dedik. Çünkü insanlıktan bu kadar uzaklaşmıştık artık. Benim arkadaşlarım salonda otururken mutfaktan bira almaya gitmeye üşeniyor. “hazır ayaktayken ....” jargonu böyle yerleşti bizim ağzımıza.
Beş dakika sonra Spiros reis geldi. yunan mobiletinin direksiyonunun sağına astığı siyah torbanın içerisinden iki tane yirmilik uzo çıkarttı. Bir tanesini kasanın yanındaki dolaba koydu, diğerini de bizim masaya getirdi. Hagi’nin bilbao’ya attığı gol gibi geldi Spiros amca. Sadece o masaya değil, hayatıma öyle geldi. Dilim döndüğünce “bir bardak alır mısın, senin de bizimle içmeni istiyoruz” diyebildim. Önce daha iş var dese de bir tek ısrarım üstüne – belki o da biliyordu hayatta ısrardan nefret ettiğimi – masaya bir bardak koydu. O şerefe hayatımdaki en güzel şerefelerden bir tanesiydi. Klamores!
Spiros reis dile geldi. 80'lerde ve 90'larda bodrum, marmaris, kos ve samos’ta balıkçılık yapmış türklerle. Benim en yakın dostlarım türkler dedi. 88’de askerliğini de Kos’ta yapmış. Kasada duran seksen yaşındaki amcam abisi, şef de kuzeniymiş meğer, Kalafatis de soyadları. Yarım yamalak anladığım kadarıyla Kos’taki askerliği sırasında tüfeğine doldurması için altı tane mermi vermişler. Gördüğün türkü vur demişler. Nasıl vururum, ben onlarla beraber balık tuttum, beraber yedim içtim demiş. Ama emir büyük yerden. Vur! Spiros reis tabi ki vurmamış kimseyi. O kurşunlara ve silaha baktım günlerce diye anlattı; başımıza ne geldiyse bu politikacılardan geldi. Bu ülkenin hali, bu dünyanın hali hepsi politikacılar yüzünden dedi. Ortak anlayacağımız tek dil olan ingilizceden güzel küfürler etti çaktırmadan. Sigaradan ve içkiden gürleşip tizleşen sesi, gördüklerinden ötürü kısılan gözleri, biri uzun biri kısa kolu ve sandalyeye emanet ettiği bedeniyle Spiros reis bize unuttuğumuz insanlığı hatırlatıyor, bir yandan da hayattaki acılarımızın ne kadar ortak olduğunu anlatıyordu.
Bir ara masalarla ilgilenmek üzere kalktı Spiros reis. O sırada dördümüzün de ağzını bıçak açmadı. Dört çift gözde taşmak üzere olan yaşlar birikmişti. Benim yanaklarımdan iki damla yaş süzüldü bir ara. Anlayamıyordum. Artık insanlığın en basit dürtülerine şaşkınlıklar içerisinde karşılık verir hale gelmiştim. Altı üstü masadan birinin doğumgünü diye masaya sürpriz pasta gelmişti, uzo bitti diye, bakkaldan uzo gidip alınmıştı ve çok güzel muhabbet ediyorduk başka bir ırktan ve dinden olan insanlarla. Bu kadar basit bir mutluluğu bize inanılmaz kılıyor artık bu topraklar çünkü.
Yaşamını devam ettirmek için gittiğin iş yerinde işini layığıyla yapsan bile arkandan kazılacak kuyularla işini kaybetmen çok doğal bu topraklarda. Metroya ya da metrobüse binerken birinin omuz atması sonucu sakatlanabilirsin ya da en olmadı cüzdanını, paranı çarptırırsın çünkü bu ülke tüm dilencilerin ve hırsızların anavatanı.
Artık tanımadığı insanlara merhaba diyenlere uzaylı gözüyle bakıyoruz bu topraklarda. Daha da ileriye gidip tanıdığımız insanları sömürmeye çalışıyoruz, “N’olcak yaaa o affeder” mantığıyla.
Birbirimize zor günlerinde destek olmak yerine, yokmuş gibi davranıyoruz. Kimsenin daha fazla sıkıntıya katlanacak hali yok artık. Herkes kendisini evine kapatmış durumda. Dışarıda hayat yok artık. Sokakları kapattılar çünkü. Bu topraklarda yetki sahibi herkes asıp kesiyor. Güçlü olanın bu kadar fazla kazandığı ve bu kadar haklı olduğu başka bir yer yok yeryüzünde. Bu topraklar var sadece.
Duble yollar, ekonomi, alevi sunni, kürt türk, para pul, insan hayvan, kadın erkek, evli bekar, artık her şeyin karşısında başka bir şey var. Bu toprakların en güvenilir haber kaynağı zaytung. Şaşırmayı o kadar unuttuk ki artık kimse aşık bile olamıyor.
Yaşamaya devam etmek için her şeyi normalleştirir olduk ve insanın en önemli teması olan samimiyeti kaybettik. Artık kimse samimi değil ve samimi olmak için çaba sarf etmiyor. Samimiyeti görünce de böyle yelkenleri suya indiriyor insan. Döndüğümden beri karşılaştığım her şeyde gözümün önüne Spiros reisi getiriyorum.
Göçmen’in söylediği çok güzel bir laf var gecenin devamında, benim de katıldığım. “ben annemden, babamdan böyle samimiyet görmedim”. Bizimkisi o hesap işte. Garanti için değil, gerçeklik için yaşama arzusu.
Kalafatis restoran’da bıraktım kalbimi.