dolunaya bakması iyi geliyor insana. bakmaya başladıktan sonra hayallere dalıyorsun uzaklaşıyorsun. dört haftada bir dolunayın dolunay olduğu gün bir şekilde ellerim cebimde dolunaya bakakalanlardanım ben de.
dolunay çıkacak mı diye bekliyorduk o gece. ekim antalyası kadar soğuk olan kumlara çıplak ayaklarımızla girdik, ellerimiz ceplerimizde, birer şezlonga uzandık. gündüz şezlonglarını güneşe çeviren bronzlaşma meraklıları gibi şezlonglarımızı dolunaya doğru çevirdik ve geceyi beklemek adına pozisyon aldık. ben yine de şezlongu dolunaya doğru çevirirken bir düşünmedim değil.
bulunduğumuz yer itibariyle sırtımızı akdeniz'e vermiştik, üstümüzde dolunay vardı ve karşımıza torosları almıştık. "aynı hayat gibi" diye içimden geçirmiştim dağ, deniz ve dolunay üçlemesini düşünerek. hırçın akdeniz'i arkamıza almıştık bir nevi sırtımızı sağlama alır gibi ama karşımızda da kilometreler boyu uzunlukta ve yüzlerce metre yüksekliğinde toroslar vardı. cebimdeki ellerim ve kumdaki ayaklarım sıcakla soğuğu vücudumda karıştırdıkça bakakaldığım dolunayın etrafına bir tane bile yıldızın parlamadığını fark ettim. denizin karanlığına doğru dönüp aydan uzak kalan kısımda parıldayan yıldızları seyrettik bir süre. bu seyir zevki yüksek olan dakikalarda muhabbet etmek yerine düşünüyorduk. aklımızdan aynı anda sonsuz sayıda düşünce geçebildiği için şimdilik - o sırada - farklı giderlerden akıyorduk ama birazdan - canımız istediğinde -, biz suyun şiddetine yön vermek istediğimiz zaman akarların yatakları birleşecekti. nitekim de öyle oldu.
bundan sonrası kendi hayallerimizin - hayatlarımızın - mahsulü.
gökyüzüne bakıp da karşında parıldayan yıldızlar aslında ölüler. sönmüşler. yanarken harcadıkları hayatla doğru orantılı biçimde orada parlıyorlar. bir yıldız olarak parlayabilmek için kaç kişi bir araya geliyorlar kim bilir. yeterince parlayabilmek için yeterince ölmek gerekiyor belki de. hakkını vere vere. afililerin rakı sofrasında dediği "bize karada ölüm yok" lafı da yıldızlara dair olabilir.
yıldızın, yıldız olarak parlaklığına odaklanması da ayrı bir paradoks çünkü yıldız parlamak istediği için değil de hakkını vere vere ölebildiği için yıldız. parlamak istiyorsan ışık var bu hayatta. prize takarsın ve yanarsın. ateşler içinde yanmadan etrafına aydınlık verirsin. sönmenin verdiği dinginliği hissetmek gerekir bu hayatta. kendi cebinden fonladığın sokak lambaları bile alacakaranlığın aydınlığa çaldığı anda sönmüyor mu?
sönmek lazım bu hayatta. kendini aydınlatmak için, kendi yıldızın olabilmek için. gökyüzüne bakar gibi kendine bakabilmek için. aynaya bakarken gökyüzünü görebilmen için. aynada kendi gökyüzünü görebilmen ayrı bir alem.
bu yazının akarı da yıldızlar gibi. duruyorlar. parlıyorlar ya da az parladıkları için görünmüyorlar. bizim havalar hep londra. parçalı bulutlu, yer yer sağanak yağışlı.
ayna mı ? ben onu kaldırdım. parantez'in vitrininde görüyorum ilk kendimi.