17 Ocak 2016 Pazar

dünkü tv8-ntvspor maçı ve bireyin zamanla ihaneti

çok değil üç sene önce gezi zamanlarında hep beraberdik. o orospu çocuğu medya istanbul’un göbeği başta olmak üzere, ülkenin dört bir yanında olanlara gözünü yumuyor ve üç maymunu oynuyordu. demek seneler boyu doğuda neler oldu da haberimiz olmadı gerçeği karşımızda ete kemiğe bürünmüştü. belleğin yaşayarak onaylaması konunun kesinliğini belirtir kimileri için. 2013 yazını sokakta geçiren insanlar için bir ayılma dönemiydi. 

kısa zaman içerisinde yaşananlardan sonra “akşam nerede buluşuyoruz” sorusunun tatlı telaşı, “bu akşam beşiktaş’ta buluşuyorlarmış yine, cihangir’de içelim rakıyı” konforuna döndü. o kadar kısa zaman içerisinde oldu ki bunlar kimseye soru sorabilecek vakit bile kalmadı. hiç unutmam berkin’in öldüğü günün gecesinde beşiktaş’tan taksim’e çıkmaya çalışırken, nişantaşı midpoint’te oturanlara siz hala buralarda oturun diye bağırdığımı. şimdi bağırsam anında linç edilim sanırım. ama ben yine de bağırırım. 

aradan geçen bu zaman israfı biraz daha uzamaya başladıkça arkadaşlarımın, çok değil üç ya da beş ay öncesinde yalancılığına, işbirlikçiliğine, sahtekarlığına sinirlendiğimiz havuz medyası olarak tabir edilen fonlar tarafından beslenen kanallar, gazeteler, ajanslar ve daha birçok kurum ve kuruluşta çalışmaya devam ettiğini gördüm. önce içim burkuldu. sonra insanların para kazanması gerekiyor ama diyerek kendimi susturdum. para, benim için çok farklı bir araç konumunda olduğu için kendimle kıyas yapma ihtiyacı hissetmedim. ne yazık ki gelinen kapitalist düzenin son virajında insanların kendi düşünceleri, hissedişleri ve hak edişleri paranın yerine geçmiyor. kimisinin bakması gereken ailesi, kimisinin ödemesi gereken taksidi, kimisinin de hayalini kurduğu geleceği için para kazanması gerekiyordu ve bu da her şeyin canımıza tak ettiği gün “farklı bireyler olarak” sokaklara döküldüğümüz için kabul edilebilir bir gerekçeydi. hatta para kazanılan kurumun yaptıklarını unutmayarak, onu sadece bir para aracı görecek kadar küçültmek de çok başarılı bir insiyatif olabilirdi. 

zaman ne yazık ki her şeyin ilacı deseler de insanların geçirdikleri devinimi gözler önüne seren, etliye sütlüye karışmayan bir boyut. bu boyuta yenik düşenler, kanallarının yeni başlayan dizilerinin ilk fragmanlarını bizlerle paylaşmaya başladılar, o gece kanallarının kaçıncı olduklarını belirttiler göğüslerini gere gere, ajanslarının konkursuz kazandıkları yeni müşterileri paylaştılar, kendilerinin yayına kaçta çıkacaklarını yazdılar sosyal medyada görelim de izleyelim diye. hepsini gördüm ben. 

dün akşam yine bunlardan biri varmış televizyonda. ben de sosyal medyadaki tüm mecralarda gördüm. iki televizyon kanalının çalışanlarının futbol maçı canlı yayında gösterilmiş. aslına bakarsanız cumartesi gecesi prime time’ının içeriğinin bu kadar kalitesiz olması, kanalların zaten içerik hakkında herhangi bir araştırma yapmadıklarını, vakit harcamadıklarını, bütçe ayırmadıklarını, iyiliğe, eğitime yönelik kafa patlatmadıklarını açıkça gözler önüne seriyor. çünkü içeriğin kalitesi sadece bir önceki haftanın aynı günüyle ya da yedi günlük standart sapmadan farkıyla hesaplandığı için onlar için de içeriğe dair duyulan tek kaygı beraberinde ürettiği reklam gelirinden ibaret. ve evet futbol da kitlelerin afyonudur. 

o yüzden bireyin zamana karşı yenik düşmesi canlı örneklerle “sahaya yansımışken” bellek bütün bu gördüklerini unutmayacaktır. aklınızın yerinde olduğu bireysel tarihinizde yaşadığınız tek başkaldırış olan “gezi parkı” hikayesini de ileride bir rakı masasında anlatmaya kalkarsanız, ağzınızın ortasına yapışacak bir “hasssssiktir lan oradan”ı iltifat olarak kabul etmeniz gerekmektedir. o da eskiye dayanan hukuğumuzdan ötürü. çünkü artık sizler de bulunduğunuz kurumu sonuna kadar temsil eden ve galibiyeti için çabalayan insanlarsınız. 

yukarıdaki yazdıklarım şahsımdan başka bir şeyi bağlamayacaktır. kırılanlar olacaktır, açıklama yapmak isteyecekler olacaktır. ama sizler için de çok güzel bir kılıfım var. 

Hollandalı Geert Hoffstede toplum psikolojisi uzmanı. sayısız eseri var. Toplumları altı karaktere bölüyor ve bu karakterlerin çok büyük travmalar olmadan değişmeyeceğini ispatlamış bir bilim adamı kendisi. Bu altı kriteri 0 ile 100 arasında skorlarla değerlendiriyor. Türkiye’nin bu altı kriterden ikisinden biri olan power distance index skoru 66. Power distance index; the extent to which the less powerful members of institutions and organisations within a country expect and accept that power is distributed unequally. Türkiye’nin bu skoru hiyerarşiye, baba figürüne, rol modele ve bağımlılığa karşı eyvallah dediğinin özeti. 

Türk toplumunun diğer yüksek skoru olan ve 85 aldığı uncertainity avoidance ise söyle açıklanıyor. The extend to which the members of a culture feel threatened by ambigious or unknown situations and have created beliefs and insititutions that try to avoid these. Bu da kurallara ve kanunlara karşı gelememe ve gelinmesi durumunda büyük endişe duyulması anlamına geliyor. 

o yüzden siz de haklısınız. ama her seçim sonrası ya da her tatsız olay sonrası biz çok azız diye çırpınıyoruz ya hani, aslında tahmin ettiğimizden de azız çünkü birey olarak kendimizi tanımlama evresini tamamlayamadan bukalemun gibi toplumun içerisindeki şekle çok güzel bürünüp üç maymunu oynayabiliyoruz. 

2 günlük Hoffstede eğitiminin sonunda bu altı kriterde bireyin aldığı skorlarla ülkesinin skorlarının farkı çıkartılmıştı herkesin. Ben rekor kırarak 224 gibi toplumla bireyin asla alakasının olmadığının kanıtı bir skor almıştım. Eğitimi düzenleyen başka bir bilim adamı “you should immigrate” demişti gülerek. çok şükür Londra’da yaşıyorum artık. 

5 Ocak 2016 Salı

2015: Mekanın Üretimi




Lefebvre Mekanın Üretimi’nde şöyle diyor: 
"Mekan - benim mekanım - benim oluşturduğum anlatının bağlamı değildir. Aksine, mekan öncelikle benim bedenimdir ve dolayısıyla da benim tam karşıtım olan ötekinin, onun ayna imgesi ya da gölgesidir. Mekan bu ikisi arasında yer değiştiren bir kesişmedir."

Aslına bakarsan ben de doğum yapan bir kadın misali dokuz ayı doldurduktan sonra kucağıma aldığım bebeğimle çıktım yola bu gelişimde. Doğum tamamlanmıştı ve kendi çağında sesler çıkartan bir canlıyı, sadece sevimli diye küvezden kaptığım gibi içime sokup memlekete döndüm tatil için "nerede kalacağız" sorusuna "bakarız" diye cevap verdikten sonra. memleket kelime olarak o kadar hüzünlü bir kelime ki cümle içinde kullandıkça fark ediyor insan. 

kısa bir istanbul’dan sonra kısa da bir izmir yaptım. medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar kıvamındaki kaptanın, çaylayık sülalesinin en büyüğü sıfatıyla çaylayık sülalesinin üçüncü neslinin  - türlü ayrılıklar yüzünden - evliliğe yakın tek adayına eş istemeye gideceğini duyunca bütün planları ona göre yaptım. o an’a tanıklık etmeyeceksem neden yaşıyorum zaten. ikinci bir ısrara gerek duymamıza rağmen ahmet’e burcu’yu alarak viyana kapılarına kadar dayanan osmanlı gibi hissettik kendimizi ama sonra geçti. akşam ahmet ve levo’nun da hali hazırda kaldığı amcamın evine gittik peder, ben ve ercan ile birlikte. yengem ve ablası da vardı. geceyi nerede geçireceğimiz sorusunun cevabı hafiften rahatsız etmeye başlamışken amcamın “yere yatar mısın ogan” diye yaptığı ortaya uçarak kafayı vurdum. 1-0 öndeyiz. ışıklar kapandığında yer yatağında levo’nun yanında yatıyordum. levo’nun iki, benim dört yaşında olduğum 88 yılının yazında babanemin eski rum evinde yerde yattıktan sonra ilk kez yerde beraber yatıyorduk belki de. gözlerimden iki damla yaş aktı. ben onları bir saydım. çok erken 2-0 oldu. 

pazar sabah uyanıp zeynel amcanın fırından gevrekleri ve tulum peynirlerini alıp eko’ya oturduk. her düzenin içerisinde bir düzensizlik vardır teorisinin ete kemiğe bürünmüş halleriyiz. altay abinin de katılımıyla acısıyla tatlısıyla altay’ı konuştuktan sonra ver elini eski buca stadı. eskiden olsa yürüyerek alsancak stadıydı ama işte yıktılar onu da. kendi canını başkasının evinde görmek kadar az his vardır insanın içini parçalayan. altay’ın eski buca stadında oynaması da aynı hesap. takım güzel, 19 yaşında en az beş altı yıldır o formayı giyen çocuklar terletiyor altay armasını. öyle yabana atılacak bir his değil. aslanlar gibi de taşıyorlar o formayı. tribün zaten hep güzel. verilmeyen bir golümüz ve kaçırdığımız penaltı sonrası maç 0-0 bitiyor. o yüzden bizde durum hala 2-0. 

çarşamba sabahı gözlerimi phi phi adasının batısında, karadan iletişimi olmayan bir relax resort’un denize on metre uzaklığındaki bungalow’unda açıyorum yanımda sevdiğimle. daha öncesinde şöyle anlattığım adaya üç sene sonra tekrar geldiğimden sigaramı şu cümleye koyduğum noktadan çıkan ateşle yakıyorum. “bir adadan başka bir adaya. kayra’dan kinyas’a. en uzaklardan en yakınlara. zamanın sadece çekim ekinden ibaret bir yaşamda. her şey var. tekrar görüşeceğiz." 

sonrasında bangkok’tan rakı masasına oturuyorum merih’te ilk cümlem “abi kulüp var mı?”. kulüp var da kulüpçülük de var artık. yeni gelmiş. kulüplerden kulüpçülüklere ve hatta clubber’lara kadar konuşuyoruz o gece mi desem yoksa sabah mı desem ne diyeceğimi bilemediğim 21 aralık'ını hem de bize en uzun gece diye öğretilmişken 31 saat yaşadıktan sonra. otuzuncu saatin bir noktasında gözlerimi açtığımı hatırlıyorum karanlık deliklere başka bir boyutta anahtar sokmaya çalışırken. kafamı sola çeviriyorum “neresi lan burası diyorum”, sağa çeviriyorum ayaklarını birleştirdiği sandalyeye uzatmış göçmen’i görüyorum hem uyuyup hem çırpanırken. ya da ben öyle görüyorum emin değilim ki onun bana seslendiğini de duymadım değil. “tamam lan burası ibo’nun evi” diyip gözlerimi kapatıyorum. 31.saatte aynısını tekrar yaşayınca benim için ayrılan divana uzanıyorum. karşılıklı gollerle durum 5-3 oldu. göze hoşgelen futbol kadar güzeli var mı?

ertesi gün akşam yemeğinde mercimek çorbasının üzerine, mantıyla yaprak sarmayı mideye indirdikten sonra, ingiltere ligi özetleri karşısında chelsea maçına denk gelip de chelsea’nin yediği golde spikerin yalandan türkçe haykırışlarıyla ayıldım televizyondan bir metre kadar uzaklıktaki ikili divanın karşısında. bu hayatta her şey nereden baktığına bağlı. kalkıp içeri yattım. 5-4. geriden gelen hep tehlikelidir böyle maçlarda. 

bu ertesi günün karşıyaka alsancak vapuruna bindiğimde saat altıydı, vapurdan inip iskelenin tam karşı sokağındaki ilhan abiyle oğlu mehmet’in beraber çalıştıklarında kavga ettiklerinden  ötürü ayrı günlerde başında durarak işlettikleri alsancak balık pişiricisinde yetmişlik kulübü devirdiğimizde saat sekizdi. ikinci büyüğün ortasında yanımıza ahmet ile levo, kendilerinin dört sene önce ilk kez gördükleri benim ise tam on sene sonra ilk kez gördüğüm doğuşcan ile beraber geldiler. doğuşcan da muzo amcamın oğludur. biz kuzenler ve amcalar en son buluştuğumuzda 3 mayıs 2003 yılıydı ve beşiktaş inönü’de altay’ı 2-0 yenerken altay bir daha asla geri dönemeyeceği süper ligten düşmeye emin adımlarla ilerliyordu. ayrıca masa da daha kalabalıktı. 5–6. biri ölümden. 

onlar da ellerinde rakıyla gelince işin rengi değişti. hesaplar kapatılmaya çalışıldı, genç çaylayıklar içlerini döktüler aslan gibi çünkü babalarından öyle görmüşlerdi. kimsenin kimseye şikayet edemeyeceğini anladığımız anda rakı da bitti biz de kalktık. kalkıp hayatının büyük kısmını 1464 sokakta benim hatırladığım kadarıyla “fetuş’un evi” diye sorarsan herkesin gösterdiği rum evi olarak geçirip, zamana çok kötü yenik düşen - bana hep "ah ulan keşke o zamanlar daha büyük olsaymışım" dedirten - artık hayatına gürçay apartmanı olarak devam eden yerleşim yerine gittik. ahmet, levo, doğuşcan ve ben bir yandan birbirimize o evin eski halinde beraber geçirdiğimiz anılarımızı anlatıyorduk, arada susan da “babaneeeeeeee” diye bağırıyordu. sanki bundan 12 sene önce bir sevgililer günü giden kadın “susun be bağırmayın berduşlar” diye gülerek balkona çıkacakmış gibi. ya da kaptanın “annneeeeeee” diye o solculuk oynarken sırf dedem demokrat partili olduğu için duymasın diye bize göre nispeten daha düşük bir ses tonuyla çığırırken çaktırmadan kapıyı açıp içeri buyur edecekmiş gibi. kimse balkona çıkmayınca biz de diğer evimiz olan alsancak stadına gittik. stadda bizi “abi nolur yaklaşmayın işimden olurum” diyen bir özel güvenlikçiyle çokça köpek karşıladı. biraz tezahürat edip, artarak devam eden duygusal patlamaları tatlı gözyaşlarıyla alsancak'ın çimlerine akıttıktan sonra pederle ben izbana, ahmet ile levo garın karşı sokağındaki evlerine, doğuşcan ise bilmediğim evine gitti. 8-6 biz galibiz. atmadan yemek allaha mahsus. 

izban’dan inip taksiye bindirdiğim peder’in şoförüne “gümüşpala tarafına doğru, o sana kalanını tarif eder” dediğimde saat 00:30’du. o duraktan benim gideceğim ev en fazla on dakika yürüyerek. peder bana geldim mesajını yazdığında on altı dakika geçmişti sadece. ben nerede lan bu ev demeye başlamıştım bile çoktan. adını hatırlamadığım bir taksi durağındaki gece bekçisinin “oğlum dördüncü kez soruyorsun araç olsa bırakayım seni” dediğini de unutmadım. ayılayım diye aldığım köfte ekmeğin içinden çıkan biberi ağzımdan tükürürken eşkiyanın son sahnesi gibi bağırdığımı da hatırlıyorum. valideyi arayıp da “bizim sokağın numarası kaçtı yaaa” diyip cevabı google maps’e girdiğimde yürüyerek 45 dakikalık mesafede olduğumu hiç unutmadım. eve geldiğimde saat dörde geliyordu. 8-8. 

kendisini terk edeli ikinci kez kuşatmasına giriştiğim istanbul’a geldiğimde aradan 39 hafta geçmişti. geceleri kaldığım evlerin her seferinde kapıyı sıcak bir yüz açacak diye düşündüğümden çaldım. otelleri ise fiyatlarına göre seçtim. tek planladığım rakıda yiğit kardeşim “insana gurbette mahallesinden bir şey görmesi iyi gelir” diyerek bana karşıyaka tesbihini verdi. o günden beri cebimde. 

bir akşam bir eve yemeğe gittim. bütünlüğü bozmak adına gerçekleşmiş her türlü ahval  ve şeraite rağmen eskisinin aksine daha bütün olabilmiş bir ailenin evine. "şurada biraz uzansam ya ben” deme samimiyetine gelmişken tabi ki kendimi hemen toparladım. sonra o evin kendilerinden kopup kendilerine ama kendi kendilerine, kendilerinden daha fazla gelen aynı sayı ve cinsiyetteki komşuları da gelince benim ayar hepten kaçtı. tek erkeklerde serena williams ve çiftlerde serena-venus williams çifti bir nevi. yine gözümün önüne başka bir yerdeki sayıca ve cinsiyetçe aynı olan bireylerin birbirlerinden kopup birbirlerine güç bela tutunmalarını hatırladım. zaman, mekan ve insan üçgeninde tek kazanan insan. o yüzden 8-8 devam. 

yeni yılı karşıladığımızda her yer bembeyazdı. sevgiler bembeyaz, insanlar, şaraplar, cin tonikler, cin sodalar, kediler, köpekler, kazlar, bahçeler ve inanmazsın, abartıyor dersin ama her yer bembeyazdı. kocaman bir evin, kapanılan kapılarından kalan kısmında bembeyaz ve sıcacıktık. her şey o kadar beyaz ve o kadar sıcaktı ki aynı günü tekrar yaşamak istedik. ertesi gece saat 12’de ondan geriye saymayı istememize rağmen 12 olmadan hepimiz uyumuştuk. zaten önceki gece de ondan geriye saymamıştık. 10-8 oldu. 

londra’ya gelip de bethnal green durağında central line’dan inince kendi kendime “oha lan eve geliyorum” dedim seslice. hava olması gerekenden daha güzeldi. kimse yoktu. ama gelecekler vardı. 

Lefebvre yine Mekanın Üretimi'inde şöyle diyor: "Mekanın kökeni, bedende başlayan bir ritimler yığınıdır. Bu, öncelikle duyulmayı arzulayan bir ritimler yığınıdır. Doğa, toplum ya da tüm diğer varoluş alanları kendi ritmine sahiptir. Bunların her biri bir diğeriyle kökensel bir duyum içerinde durmaksızın açığa çıkar."