25 Aralık 2014 Perşembe

26 Kasım The National Londra Konseri





the national'ı iki yıldır her gün dinliyorum. müzik olarak değil, Matt Berninger'ın söylediği şarkıları nasihat olarak dinliyorum. bu senenin baharıyla beraber eski albümleri dinlemeye başladıktan sonra sevgim ivmelenerek devam etti. son iki yılımdaki çoğu önemli anın fonunda çalan bir the national var. ergence gelebilir bir noktadan sonra, ergen kısmını uzatmamak adına eyvallah der geçerim ama edebi yanı güçlü, içinde aşk, nefret,umut, kaçış temalı kustukları müziği ve abi-kardeş çektikleri mükemmel filmin yarattığı hayranlığı asla saklamam.

konsere girdikten sonra kendime önlerde bir yer yapmaya çalıştım. çok heyecanlıydım, bir yandan çok meraklı, bir yandan da konseri izlerken çok rahat olmak istiyordum. bütün hislerimi çok parantezine alıp normal takılmaya çalıştım. sahne yakınlarında çok sıkış tepiş olmayan bir yerde altlık olarak wil beasts dinlemeye başlamıştım sonradan oniki bin olacak kalabalık ile birlikte.

the national sahneye çıkmadan beş dakika öncesini ekrana verdiler backstage'ten. askerden sevgilisi dönmüş köylü kız gibi heyecanlandım, o kadar saftı.

üçüncü şarkı mistaken for strangers'ta tepinmeye başladım, dördüncü bloodbuzz ohio ve beşinci sea of love olunca, istanbul deplasmanında onuncu dakikada çözülen umut turmuş takımı gibi sikerler diyip daha önceden paranteze aldığım tüm duygularımı paldır küldür, bangır bangır yaşamaya başladım.

Grubun performansı da, seyirciyle diyalogu da, ruhu da beni çok mutlu ediyordu. internette tanıştığın sevgilinle buluştuğundaki hayal kırıklığını yaşamadım ben. this is the last time'dan sonra mikrofonu Aaron Dessner aldı. bir süre konuştu. hüzünlü bir biçimde insanın hayatında mutlu olduğu evinden bahsetti.aynı hissi ben de bir şarkılarında hisediyordum ama o şarkıyı 2007 haziranından itibaren sadece beş kez çaldıkları için hiç umutlanmadım. Aaron'ın ağzından "for some reasons we didn't play this song for many years" diye bir cümle çıktı. duyduğum an anladım, bazı şeyler değişiyordu. sonra Guest Room başladı. Guest room benim için jurnal sokaktaki beş numaralı apartmanın altı numaralı dairesi.

They're gonna send us to prison for jerks
For having vague ideas of the way to turn each other on again
They're gonna send us to prison for jerks

insanın içindeyken farkına varamadığı zaten varsa da asla önüne geçemediği durum. herkesin hak edişleri hesabına yatırılacaktır. kimse bizden borçlu olarak ayrılmamıştır. ama düşüncelerimden ötürü çarptırılacağım tüm cezalara da eyvallahım var.

They'll find us here
Here, here in the guest room
Where we throw money at each other and cry

tabi ki de bu evin salonunda bulacaklar çünkü artık gidecek çok yer kalmadı. sıkıştıkça sıkıştık, artık herkesin kendi evi var. bir de bu ev var ama. son birkaç senedir jeopolitik açıdan önemi olan bir ev. içerisinde hayatların konuşulduğu, sabahlara kadar eğlenildiği, hesapların kesildiği, uyuyakalındığı, kutlamaların yapıldığı, duvarlarında bardakların kırıldığı ev.

We miss being ruffians, going wild and bright
In the corners of front yards, getting in and out of cars
We miss being deviants

ben şöyle göğsümü gere gere normal olamadım. zaten bir yerden sonra da olmaya çalışmadım. yoksa sabah konkur sunumundan çıkıp göztepe maçına gidip dönmek harbiden normal insan işi değil. içimdeki canavarı dizginlemenin yolunun olmadığını öğrendiğim günün ertesinde her sabah onunla yürüyüşe çıkmaya karar verdim. insanlar garip garip bakıyor tasmalı bir canavarla metroya bindiğimde. ben alıştım, onlar da alışabilir.

We can't stay here
We're starting to stay the same
We can't stay here
We can't stay this way

şarkının en sevdiğim kısmı.
jurnal sokaktaki beş numaralı apartmanın altı numaralı dairesi artık bitti. beş seneyi aşkın süredir beni var eden, içinde, dışında, sokağında beni tanımlayan ev ile artık vedalaşmanın zamanı geldi. çünkü artık her şey aynı olmaya başladı. izmirdeki evden de on sekiz yaşımda böyle ayrılmıştım. o zaman the national yerine bora öztoprak'tan gidiyorum artık yeter dinliyordum. insan değişiyor, değişmeli de. ben artık burada değişemiyorum. burada kalmanın hiç bir manası kalmadı artık.

guest room'dan sonra slow show ile artçı şoku yaşadım. sonra fake empire ile içeri girdiler. geri çıktıklarında çaldıkları ilk şarkı ada oldu. ada'nın telefuzu da eda olduğu için bir anda bütün salonun eda eda diye tempo tuttuğunu düşündüm.

Ada, don't stay in the lake too long
It lives alone and it barely knows you, 
it'll have a nervous breakdown and fall 

çok mutlu ve çok üzgündüm. bugüne kadar olduğu ve olması gerektiği gibi.

sondan ikinci şarkı terrible love'dı. terrible love'ın ikinci yarısını o kadar hareketli söylediler ki bir ara kollarım ve bacaklarım okay'ın bir ara getirmeye çalıştığı çin malı helikopterler gibi altı yöne birden hareket ediyordu ve ben yüzümde dev bir gülümsemeyle bağıra çağıra, döne döne, düşe kalka o şarkıyı söylüyordum."it takes an ocean not to break." benim gibi iki yalnız manyak daha vardı. şarkı bittiğinde etrafımızdaki güruh bir yandan the national'ı alkışlarken diğer yandan da olabildiğince ingiliz tebessümüyle bize dönmüş bizi alkışlıyordu. 

terrible love da bitince son şarkımız dedi Matt Berninger. hem günün hem de seyahatin anlam ve önemine istinaden bir şarkıyla kapattılar. 

Leave Your Home
Change Your Name
Live Alone
Eat Your Cake.